Prof. Ayşegül Karahasan: Karamsarlık bağışıklık sistemimize zarar verir

Marmara  Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Ayşegül Karahasan’a göre Korona virüsle ilgili henüz kanıtlanmamış bilgiler insanlarda kaygı bozukluğuna, çaresizlik ve karamsarlık duygusuna neden oluyor. Karahasan’a göre karamsarlık bağışıklık sistemimize zarar verdiği için de, bizi virüse karşı daha korunaksız hale getiriyor.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

Evine kapanmış veya kapatılmış milyonlarca insan, hem salgın hem de açlık ve yoksulluk karşısında hayatta kalmaya çalışıyor. Dünyadaki genel tabloya ezilenlerin gözünden bakınca karamsar olmamak için çok az neden var aslında. Fakat kimi hekimler karamsarlığı daha iyi günlere, kimileri daha kötü günlere ama her durumda bugün için saklamaya veya ötelemeye çağırıyor. Zira onlara göre korona virüsüne karşı güçlü olmanın yollarından biri de vücudun bağışıklık sistemini zayıflatan, bizleri takatsiz bırakan stresi, kaygıyı, karamsarlığı ötelemek.

Diğer yandan biliminsanları aşı araştırmalarını sürdürüyor, hekimler de hastalığa yakalandığı tespit edilenleri hayatta tutmak için amansız bir mücadele yürütüyor. Peki Türkiye’de başta testleme olmak üzere bu süreç nasıl işliyor? Bu konuda nasıl bir durumdayız? Korona virüsü testlerinin yapıldığı merkezlerden biri olan Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Mikrobiyoloji Laboratuvarı’ndan mikrobiyoloji uzmanı Prof. Dr. Ayşegül Karahasan anlatıyor…

Gazete Duvar’da 18 Nisan’da Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Alpay Azap’la yaptığımız söyleşinin başlığına (“En büyük hatamız teste çok güvenmek oldu”) bir itirazınız oldu ve bizimle iletişime geçtiniz. Önce itirazınızın temel sebebini öğrenebilir miyiz?

Prof. Alpay Azap, enfeksiyon hastalıkları uzmanı olan, çok değerli bir hocamızdır. Röportaj çok faydalı bilgiler içeriyor. Ancak sonlarında yer alan “Türkiye’nin yaptığı en büyük yanlış neydi?” sorusuna verilen, “PCR testinin vakaları yakalamak konusunda çok etkili olduğuna güvenmemiz oldu” cevabının röportajın başlığına taşınması dikkatimi çekti. Bu cümlenin hemen ardından da, “Testin güvenilirliğinin yüzde 70 olduğunu biliyoruz” cümlesi geliyor örneğin. Ama bunun yerine diğer cümlenin başlık olması benim için farklı bir anlama geliyor.

Nasıl bir anlam?

Bakın, bu virüs bir sosyal medya virüsü gibi hareket ediyor. İlk başlardan itibaren sosyal medya platformlarında ve televizyon kanallarında virüse dair yoğun bilgi paylaşımları yapılmaya başlandı. Bu mecralarda o kadar çok şey konuşuluyor ve paylaşılıyor ki, zaten evlerine kapanmış olan insanlarda kaygı oluşmaya başladı. Yakın çevremde hekim olmayan pek çok kişi antidepresan ve anksiyolitiklerle hayatlarını sürdürmeye başladılar. Bu bağlamda virüsle ilgili kurulan her bir cümlenin çok düşünülerek sarf edilmesi gerektiğine inanıyorum. Bir mikrobiyolog olarak bilime yüzde yüz inanıyorum ve bilim kanıta dayalı olmalı. Bu kanıt yazılı olarak yayımlanmalı, yayımlandıktan sonra diğer bilim insanları tarafından desteklenmeli ve böylece geçerliliği güçlenmeli.

VİRÜS SİGARA İÇENLERDE AZ GÖRÜLÜYOR DİYE BİR VERİ YOK

Yayımlanmaktan kastınız, hakemli bilimsel dergilerde yayımlanması mı?

Evet. Mikrobiyoloji gibi pre-klinik branşlarda çalışmalar ve sonuçların hakemli dergilerde yayımlanması çok uzun zaman alır. Ama bu salgında zamana karşı yarışıyoruz. Bilimsel makale araması yaptığımız Pubmed isimli mecrada korona virüsüyle ilgili yer alan yayın sayısı çok fazla. Ben bazı yayınların yarardan çok zarar verdiğini düşünüyorum. Örneğin yalnızca üç tane hastada hastalığın tekrarlandığı gözlemlenmiş ve bu hemen yayımlanmış. Böyle bilgiler yayılınca insanlarda bu hastalıktan kurtuluş olmadığına veya sonumuzun geldiğine dair kaygılar gelişebiliyor.

Daha popüler bir örnek de, sigara içenlerin içmeyenlere göre daha az enfekte olabileceğine dair yayınlanan araştırmalar…

Tamamen yanlış. İlk günden beri çok iyi biliyoruz ki sigara içmek durumu kötüleştiriyor. Çünkü burnunuzdan itibaren akciğerlere kadar giden solunum sistemimizde küçük kirpiksi hücreler var ve bu kirpikler bizim mikroorganizmaları dışarı atmamızı sağlıyor. Solunum sistemimizin kayganlaştırıcı salgıları var, antikorlar var. Sigara içenlerde bu sistem tamamen devre dışı kalıyor. Büyük bir risk. Dolayısıyla “virüs sigara içenlerde az görülüyor” diye bir veri yok. Tam tersine hastalığın seyrini çok artırdığını, ölüm oranını çok yükselttiğini net olarak biliyoruz. Test, aşı, antikor geliştirme gibi pre-klinik çalışmalar çok zaman alsa da, klinik çalışmalarda bilgiler daha kısa sürede oluşuyor. Burada tartışma götürmez bilgiler var: 65 yaş üstündekiler, eşlik eden diabet, hipertansiyon, kronik akciğer hastalığı gibi altta yatan hastalıkları bulunanlar ve sigara içenler riskli gruplar.

Uzun yıllardır sigara içen bir kişi şimdi sigarayı bırakırsa bunun bir faydasını görebilir mi?

Kesinlikle evet. Benim branşım değil ama göğüs hastalıkları uzmanları bu konuda halkımızı bilinçlendirmeye çalışıyorlar. Bıraktığınız anda faydasını görmeye başlarsınız. Türkiye’nin bu hastalıkla ilgili avantajı, yaşlı nüfusunun Avrupa’ya kısayla az olması, dezavantajı ise sigara kullanımının yüksek olması.

Prof. Dr. Ayşegül Karahasan

KESİN VAKA PCR TESTİ İLE TANISI KONMUŞ VAKADIR

Cambridge Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma bu virüsün aslında Aralık ayından önce çıktığı ve merkezinin Wuhan olmadığını söylüyor.  Bu tür bilgi ve tespitlerin anlamı nedir?

Korona virüsü 1964 yılında June Almedia isminde bir kadın virolog tarafından ilk kez elektron mikroskobunda gösterilmiş. Almedia virüsün etrafında tıpkı güneşin etrafındaki gibi bir halka olduğunu söylüyor ve virüse Latincede taç anlamına gelen korona ismi veriliyor. Yani aslında 1964’ten beri bildiğimiz bir virüsle karşı karşıyayız. Yeni tip korona virüsüyle tanışmamız ise ilk olarak sosyal medya ile oldu. Biz hekimlerin farklı ülkelerdeki meslektaşlarıyla iletişimleri vardır. Aralık ayı sonunda sosyal medyadan Çin’de alt solunum yolu enfeksiyonlarında bir artış olduğunu öğrendik. Dr. Li Wenliang daha önce görülmediği kadar çok pnömoni vakası olduğunu ve bu vakalarda seyrin çok kötü gittiğini duyuran ilk kişi oldu. Ardından Çinli otoriteler tarafından söylenti yaymak ve kamu düzenini bozmak gerekçeleriyle Wenligan’ın ifadesi alındı, hatta neredeyse tutuklanacaktı. O zaman bizim de dikkatimizi çekmeye başladı. Biliyorsunuz Çin 2003 yılında SARS salgınını yaşadığı için yeni bir SARS ile karşı karşıya olunduğu endişesi vardı. SARS akciğerleri tutan korona virüsüne bağlı bir enfeksiyon. 2003 yılında başladı ve 37 ülkeye yayıldı. 8 bin 422 vaka görüldü ve 916 ölüm gerçekleşti. Yine korona virüsüne bağlı 2019 sonunda başlayan yeni korona virüsü salgınında kendisini korumadan birçok hastaya baktığı için Dr. Wenliang maalesef 7 Şubat’ta öldü. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) Çin ofisi 7 Ocak’ta salgına neden olan yeni virüsün izole edildiğini açıkladı. 12 Ocak’ta virüsün genetik bilgisini tüm dünyayla paylaştı. Bu sayede tanı koymak için gerekli testler geliştirilebildi. Bu arada Tayland, Japonya ve Güney Kore’de de olgular bildirilmeye başladı. Yeni korona virüsü ortaya çıktıktan sonra, henüz Türkiye’ye gelmeden, Ocak ayı içinde hekimler olarak gelişmeleri izlemeye başladık.

Bu arada korona virüsü, DSÖ tarafından pandemi ilan edilmiş miydi?

Hayır. DSÖ pandemi ilan etmediği gibi ilk durum raporunu 21 Ocak’ta yayımladı. Şubat ayında Avrupa’da vakalar görülmeye başlandı. İtalya’nın vakaları açıklamaya başladığı Şubat ayından Mart ayına kadar geçen süre içinde vaka artışının çok hızlı olduğunu gördük. 1 ay içinde bin kişi öldü. Avrupa’da olguların bu kadar hızla yayılması ve ölüm oranının yüksek seyretmesi tüm dünyayı olduğu gibi ülkemizi de harekete geçirdi. Sağlık Bakanlığı’nın DSÖ ile birlikte yaptığı ve halen geçerli hastalık tanımına göre; yurt dışı öyküsü, pozitif kişiyle temas öyküsü, hastaneye yatış gerektiren ciddi solunum sıkıntısı, nedeni açıklanmayan ateş, öksürük ve nefes darlığı olası vakadır. Kesin vaka ise PCR testi ile tanısı konulmuş vakadır. Bütün dünyada bu böyledir. DSÖ 23 mart itibariyle 93. raporunu yayınladı. Buna göre dünya genelinde bildirilen 2,5 milyon vaka PCR testi ile doğrulanmış rakamdır.

PCR NEGATİF RAKAMLARI DA KATARSAK, ELDEKİ RAKAMI 3, 4 BELKİ 5 İLE ÇARPMALIYIZ

O halde PCR testi negatif olup diğer semptomları gösteren kişiler açıklanan rakamlar içinde yer almıyor, değil mi?

Eğer PCR negatif rakamları da katarsak eldeki rakamı 3, 4 belki 5 ile çarpmamız gerekir. Bu rakamı ne yazık ki net olarak söyleyemiyoruz. Çünkü hemen hemen dünyadaki tüm ülkeler kesin vaka tanımını PCR ile mikroorganizmanın DNA’sını tespit ederek koyuyorlar.

PCR testi neden yanılabilir?

Klinik bir şüphe olduğunda birinci yöntem mikroorganizmayı mikroskop aracılığıyla gözle görmektir. Virüsleri gösteren elektron mikroskobisi çok pahalı bir ekipman ve çok az yerde var; rutin tanıda kullanılabilecek bir yöntem değil. İkinci yöntem vücudun mikroorganizmaya sağladığı koşulları oluşturarak onu vücut dışında üretmektir. Ancak bu da meşakkatlidir, çok zaman alır ve az sayıda uzman tarafından yapılabilir. Üçüncü yöntem virüsün protein yapıdaki antijenini göstermektir. Dördüncü yöntem virüsün antijenine karşı vücudun yanıtını, yani antikoru göstermek. Beşinci yöntem ise virüsün genetik yapısını oluşturan DNA’yı ortaya koymaktır, yani PCR testidir. Normalde virüsün DNA’sını saptamak ileri bir teknolojidir. Ekonomik imkânları yetmeyen ülkeler yapamadığı gibi her ülkede her laboratuvarda da yapılamaz. Özellikli laboratuvarlar, özel cihazlar ve bu alanda uzman kişiler gerektirir. Virüsü de şu anda göremediğimize ve üretemediğimize göre elimizdeki en hızlı tanı yöntemi PCR testi. Bu yöntemi biz de dünyayla birlikte Şubat ayından beri kullanmaya başladık. Virüsün nükleik asidini göstermek için burun ve boğazdan sürüntü alarak örnek oluştururuz. Bu sürüntüyü doğru zamanda ve çok iyi ekipmanla almanız gerekir. Hastalığın erken evresinde alırsanız negatif çıkabilir. Bu kısıtlayıcı bir faktör. İkinci olarak sürüntüyü aldığınız çubuk kaliteli ve özel bir çubuk değilse testiniz yine negatif çıkabilir. Diğer bir kısıtlayıcı da laboratuvar koşulları. Bu testi her laboratuvar yapamaz, oldukça ileri bir teknoloji. Laboratuvarı bölmelendirmeniz, kullandığınız ekipmana, hatta giydiğiniz önlüğe bile dikkat etmeniz gerekiyor.

AYNI GÜNDE TEST SONUCUNU VEREBİLİYORUZ

Türkiye bu tanı yöntemlerinde ve kısıtlayıcı unsurlarda nasıl bir durumda?

Şubat ayı başında Türkiye Halk Sağlığı Kurumu (THSK) Bulaşıcı Hastalıklar Dairesi, DSÖ ile birlikte bu hastalığı nasıl tanıyabileceğimize dair çalışmalara başladı. THSK daha önceki salgınlarda birlikte çalıştığı Bioeksen firmasıyla hızlı tanı koyabilmek için DSÖ’den virüsün nükleik asit genom bilgilerini aldı. PCR testleri geliştirilip kendi laboratuvarlarında kullanmaya başladılar. Bu testler bir ay boyunca valide edildi.

Ne demek bu?

Validasyon bir testin gerçekten duyarlı ve özgün olmasıdır. Hastalık varsa saptar, yoksa saptamaz. Yani yanlış pozitif veya yanlış negatif demez. Validasyon değerlendirme süreci çok önemlidir. Türkiye’de ilk vaka açıklandığında THSK, PCR testlerini yapmaya hazırdı. Hastanelerden, aldıkları örnekleri Ankara’ya göndermesini istedi. Ancak zamanla yarıştığımız için bu uzun sürüyordu. Bunun üzerine Sağlık Bakanlığı mikrobiyolog ve virologlarla yaptığı bir toplantıda bu testleri kendi merkezlerimizde yapmamız için altyapı olup olmadığını sordu. Bu testler bize gönderildi ve herkes kendi merkezinde çalışmaya başladı. 20 Mart itibariyle büyük merkezlerde de PCR testi çalışılmaya başlandı. Testin iç ve dış kontrolleri olduğu için bütün çalışan merkezler olarak bu teste inandık ve güvendik. Mikrobiyologlar olarak testin çalıştığını onayladık ve kullanmaya başladık. Sonra kamuoyu bu test sayılarını günbegün takip etmeye başladı. Çünkü hasta tanımını test sayısı üzerinden yaptık. 10 Mart-19 Nisan arası 599 bin test yapılmış. 18 Mart itibariyle günlük test sayımız 40 bine çıkmış. 5 haftada yapılan testi bir haftada yapılabilir hale getirmişiz. 23 Nisan itibariyle 116 merkezde test yapılabiliyor.

Bu testler neden Türkiye’nin tüm illerinde yapılamıyor?

Tüm illerde bu teknoloji yok. Bu kadar deneyimli, donanımlı, tecrübeli insan gücü de yok. Bazı testler şehirler arası gidip gelmek durumunda. Ama şu anda Marmara Üniversitesi olarak aynı günde sonuç verebiliyoruz ve diğer birçok merkezde de 24 saat içinde sonuç alınabiliyor.

Alınan örnekler size hastanelerden geliyor değil mi?

İlk başta öyleydi. Şu anda merkez sayısı arttığı için büyük şehirlerde her merkez kendi testini çalışabilir duruma geldi. Vakaların yüzde 60’ı İstanbul’da. İstanbul şu anda kendi testini aynı gün içinde sonuçlandırabilecek kapasitede. Sabah alınan testi öğlen sonuçlandırabiliyoruz. Şu an kullanılan testlerin yüzde 90’ı Bioeksen firmasına ait. Yüzde 10’u ise Çin’den ithal edilen kitler, bunlar da Türkiye Sağlık Bilimleri Enstitüsü Başkanlığı laboratuvarlarında kullanıyor.

GÜVENİLMEYEN HİÇBİR SONUCUMUZ YOK

İthal kitlerin güvenilir olmadığına dair değerlendirmeler doğru mu?

Güvenilmeyen hiçbir sonucumuz yok. Bioeksen firmasının da ithal kitlerin de sonuçları valide sonuçlardır. Laboratuvarlarda çıkan sonuçlara hekim arkadaşlarımız ve halkımız güvenebilir. Çünkü tekrar tekrar kontrollerden geçen, son derece emek yoğun testler bunlar. PCR testleriyle ilgili literatürü de yakından takip ediyorum, ABD’de firmalar “hasta başı” denilen ve 13-15 dakikada sonuç verebilecek testler geliştiriyor. Şu anda bunun ABD dışına satışı yasak. Dolayısıyla bize ne zaman gelir, bilemiyorum. Belki biz de bunu Türkiye’de geliştiririz. 15 dakikada sonuç verebilen PCR testiyle çok daha kısa sürede çok daha fazla insanı tarayabiliriz.

Uçak yolculukları öncesinde yolculara test yapılıp sonucu hemen alınabilecek mi örneğin?

Evet ama bunun da kısıtlayıcı faktörü fiyatı olabilir. O kadar ucuz olması lazım ki biz bunu ateş ölçer gibi her yere koyalım. Eminim yaz aylarında bu geliştirilecek. Çünkü hepimiz iyi biliyoruz ki bu salgın Haziran ayında dünyayı terk etmeyecek. Dolayısıyla ne kadar hızlı tanı koyarsak, ne kadar hızlı aşı geliştirirsek, ilaçlarla ilgili cevaplarımız ne kadar hızlı gelirse bu hastalığı belki bu sene, belki önümüzdeki sene yenme imkânımız olacak.

Hastalık bulguları neye göre değişiyor?

Hastalık, enfekte olanların yüzde 30’unda hiç bulgu göstermiyor. Bu en şanslı grup. Çünkü hiçbir bulgu yok, virüsü alıyor ve iyileşiyor. Yüzde 55’inde hafif, yüzde 10’unda ağır, yüzde 5’inde ise kritik seyrediyor. Hastalık seyri yaş, altta yatan kronik hastalık olup olmaması, sağlıklı beslenme, spor yapma durumlarına göre farklılık gösteriyor. Stresin bağışıklık sistemimizi yerle bir ettiğini de 50 yıldır biliyoruz. Bağışıklık sistemimiz güçlü olmazsa hiçbir mikroorganizmayla baş edemeyiz.

HERKESİ TARAMAK NE MÜMKÜN NE DE GEREKLİ

Hastalığın seyrine dair verdiğiniz oranlar Türkiye’ye özgü mü?

Hayır, dünyadan çıkmış çalışmaların bir derlemesi. Hastaneye sadece ağır ve kritik olguları yatırıyoruz. Bütün dünya böyle yapıyor. Çünkü hastanelerin herkesi alıp yatırma kapasitesi yok. Bu vakaların tedavisinde ilaç kapasitesi, yoğun bakım yatak sayısı, tomografi cihazlarının kalitesi hastaların klinik durumunu çok net belirliyor. Bu nedenle ülkemizde ölüm oranı baştan beri yüzde 2’lerde seyrediyor. Türkiye’nin bu salgında başarılı olmasının nedenlerinden biri de filyasyon uygulaması. Yani pozitif vakaların evine gidiliyor, temaslılardan da örnek alınıyor. Böylece o kişilerin toplumda diğer insanları enfekte etmesinin önüne geçiliyor. Bu çok önemli bir sistem. Bize en çok şu soruluyor: Neden herkesi taramıyorsunuz? Bir kere bu ne iş gücü olarak ne ekonomik olarak mümkün, ne de gerekli. Eğer hastalığı sınırlamak istiyorsak semptom gösterenleri ve semptom gösterenlerin yakınlarını taramamız gerekiyor. Birçok ülke de bunu yapıyor zaten.

Bir hastanın iyileştiğinin gösterilmesi için kaç testin negatif çıkması gerekiyor?

Hastanın iyileştiğini göstermek için tekrar test yapılması şart değil. Klinik tabloya göre hareket ediliyor.

Peki neye göre taburcu ediliyor?

Bakanlık rehberine göre son 48-72 saat içerisinde ateşi ve oksijen ihtiyacı olmayıp evde izlenme kriterlerine uygun hastalar, takip eden hekimin uygun görmesi durumunda tedavisi düzenlenerek taburcu edilebilir.

Diyelim ki ben Covid-19’a yakalandım, hastaneye yatırıldım, yoğun bakım tedavisi gördüm, semptomlarım düzeldi. Ama test yapılmadı ve iyileştiğim varsayılarak evime gönderildim. Hâlâ bir virüs yayıcısı olabilir miyim?

Şu anki bilgimize göre “hayır” diyebiliriz.

Enfekte olan sağlık çalışanları açısından durum nedir? Kaç sağlık çalışanına test yapıldığını biliyor muyuz?

Biz en riskli gruptayız. Kaç sağlık çalışanına PCR testi yapıldığını Bakanlık henüz açıklamadığı için bilemiyoruz. Nisan ayı başında hayatını kaybeden Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu’nu da ilk görev şehidimiz olarak burada anmak isterim. Çok kıymetli, çok sevilen bir hocamızdı. Sonrasında sağlık personelinin ne kadar büyük bir risk altında olduğu daha çok görünür oldu. Hastenemizde süreç boyunca kişisel koruyucu ekipmanlarımız eksiksiz olarak temin edildi. Bir sağlık çalışanı pozitif çıktı diyelim, hastaneye de yatmadı. 14 gün eve gönderiyoruz. İşe başlamadan önce PCR testini yapıyoruz, iki kere negatif çıkarsa işe başlatıyoruz. Bunun dışında hastaların PCR testinin negatifleştiğini ispat etmemize gerek yok. Peki ne zaman gerek var? Bu kişi iyileşti, iki kere PCR testi negatif oldu diyelim. O artık bir plazma vericisi adayıdır. Yani PCR ile başlangıçta hastalığı göstermek kadar negatifliği göstermenin önemi burada ortaya çıkıyor.

Antikor tedavisi nasıl işe yarıyor?

Kanımızda antikorlar iki şekilde oluşur. Birincisi anneden bebeğe geçer. Hamilelik boyunca anne bebeğini kendi antikorlarıyla korur. Doğduktan sonra da bu antikorlar 6 ay boyunca bebeğin kanında kalır. Bu pasif bağışıklık dediğimiz bir yöntemdir. Bu nedenle yaşamın ilk yılında aktif bağışıklık, yani aşılamalara başlarız. Böylece annenin antikorları ortadan kalkınca çocuğun kendi antikorları üretilmiş olur. Covid-19 bize çok ilginç bir başka pencere açtı.

HASTALIĞIN TEK ÇARESİ AŞI

Nasıl bir pencere?

Geçtiğimiz yılın sonlarına kadar dünyada büyük bir aşı karşıtı kampanya vardı. Bu kamptakilerin sesi Ocak ayı itibariyle kesildi. Çünkü dünyada şu anda 2,5 milyon kişiyi etkileyen bu hastalığın tek çaresi aşı. Aşıyla verdiğimiz mikroorganizma bağışıklık sistemimizi uyarıyor, buna da "aktif bağışıklık" diyoruz. Anneden geçen pasif bağışıklıkla aşıyla geçen aktif bağışıklık arasında bir kademe daha var. Bu da, hastalığı geçirip iyileşmiş kişilerin antikorlarının nakledilmesi. İşte plazma tedavisi bu demek. “Ben hastalığı geçirdim, benim vücudum bu hastalığı yenerken koruyucu antikorlar oluşturdu ve bu koruyucu antikorları ben kanımda muhafaza ediyorum, bir daha mikropla karşılaştığımda beni koruyacak. Ben eğer kanımı sana verirsem seni de korur.”

Peki antikor verilecek kişi, hastalığa yakalanmış olanlar mı, yoksa hastalığa yakalanmadan, önleyici bir tedbir olarak mı bu uygulama yapılmalı?

Hastalığı geçiren kişi iyileştiğinde kendi antikorları gelişecek. Fakat bu kişinin antikorlar oluşturmasına kadar geçen sürede daha önceden geçirip yüksek doz antikor üretmiş kişinin kanını verirsek zaman kazanmış oluyoruz. Yalnız şunu net olarak söyleyeyim, bu tamamen doğrulanmış ve standart haline gelmiş bir tedavi yöntemi değil. Ama bir umut ışığı. İşe yaradığına dair bilimsel yayınlar var.

Türkiye başından beri örneğin Almanya gibi daha çok sayıda test yapsaydı vakaları daraltma şansımız olur muydu?

Sizinle bir link paylaşacağım: https://ourworldindata.org/grapher/full-list-cumulative-total-tests-per-thousand?year=2020-04-21&time=latest&country=ECU+EST+DEU+ISL+IND+IDN+ITA+NOR+SEN+SGP+ZAF+KOR+CHE+TWN+TUR+GBR+USA+VNM Bu linke tıkladığınızda ülkelerin bin kişi başına düşen test sayısını görebiliyorsunuz. Bunlar arasında ABD 12,8, Türkiye 8,5, İngiltere 5,5. Türkiye’nin test sayısı konusunda üst sıralarda yer aldığını çok net söyleyebilirim. ABD’de 329 milyon insan yaşıyor. Yani bu, ülkenin nüfusuyla orantılı bir şey. Biz 80 milyonluk ülkemizde semptomatik kişileri taradık. Daha çok insanı tarasaydık ne olurdu? Bunu da geçen hafta Hollanda’da yayınlanan bir çalışmayla cevaplamaya çalışayım. Kan bankasına bağışta bulunan sağlıklı 10 bin kişinin kanında Covid-19 antikoru arandı, yüzde 3 pozitif çıktı. Hollanda’nın nüfusu 17,5 milyon, PCR testine göre pozitif vaka sayısı 30 bin. Eğer tüm Hollanda’ya antikor testi yapılsa pozitif vaka sayısı 519 bin olarak çıkmalı. Bunun önemi nedir? 17,5 milyon nüfusluk Hollanda’da 30 bin kişi pozitif derseniz ve bunun da 3 bin 500’ünün yaşamını yitirdiğini söylerseniz olgu/ölüm oranı yüksek çıkar. Ama 519 bin vaka varsa ölüm oranı düşük çıkar.

TOPLUMUN YÜZDE 60’I BAĞIŞIK OLANA KADAR BU HASTALIKLA BAŞ ETMEMİZ MÜMKÜN DEĞİL

Kitlesel test yapılmadığı sürece semptom göstermeyen kişiler hastalığı yaymaya devam edecek. Bir yandan da Almanya, Avusturya gibi bazı ülkeler Mayıs ayı başından itibaren tedbirleri gevşetmeye başlayacağını açıkladı. Bu hastalığın üstesinden gelmek için herkesin testten geçirilmesi gerekecek mi? Veya gevşetilen tedbirler ikinci dalgaya sebep olabilir mi?

Zaten herkesin korkusu da bu. Öncelikle Türkiye’nin seyahat yasağı, okulların kapatılması, 65 yaş üstünün risk nedeniyle, 20 yaş altının bulaştırıcılık nedeniyle sokağa çıkmasının yasaklanması gibi attığımız tüm adımlar doğru. Sağlık Bakanlığı böylece salgının kontrollü ilerlemesini sağladı. Ama bütün dünya gibi biz de soruyoruz, ne zaman sokağa çıkacağız? Okullar ne zaman açılacak? Hayat ne zaman normale dönecek? Bunun için herkesin hemfikir olduğu nokta 1 ayda, 2 ayda, hatta 1 yılda olacak bir şey değil. Öncelikle tüm toplumu tarayamayacağımız ortada. İlk günden beri bildiğimiz gerçek, toplumun yüzde 60’ı bağışık olana kadar bu hastalıkla baş etmemizin mümkün olmadığı. Dolayısıyla atılacak her adım çok önemli. Daha önceki korona virüsleri gibi seyrederse sıcak aylarda biraz daha bulaşıcılığının düşmesini bekliyoruz. Çünkü yaz aylarında kalabalık ortamlar azalıyor. Ama önlemler gevşetildiğinde yeni dalgalar ne boyuta gelecek, kimse bilmiyor.

Türkiye sürü bağışıklığı kazandığında ve seyahat kısıtlamasını kaldırdığında, yurt dışından gelen enfekte kişilere karşı bağışık mı oluruz?

İlk başta neden sınırları kapadık? Biz virüsle temas halinde değilken dışarıdan insanlar gelerek bize virüsü getirmesinler diye. Çünkü virüs sınır tanımıyor. Uçağa binip indiği zaman kişi virüsü başka ülkelere yayıyor. Aralık sonunda Çin’deydi, Şubat’da İtalya’da, Mart’ta Türkiye’de ve Nisan’da ABD’de. Hiçbir ülke bundan azade olamadı. 218 ülkede şu anda virüs var. Bağışıklık için de aynı şey söz konusu. Bir ülkenin bağışıklığı ancak kendi ülke vatandaşlarını korur. Aynı şekilde örneğin Ankara’daki insanların virüsle karşılaşıp bağışıklık kazanmış olması İstanbul’dan gelen enfekte kişiye karşı tabii ki Ankaralıları korur.

DÜNYANIN SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI İÇİN 4,8 MİLYAR KİŞİNİN HASTALANIP İYİLEŞMESİ GEREK

Sizce bir toplumun yüzde 60’ının enfekte olup iyileşmesi ne kadar sürer?

Çok uzun sürer. Bu nedenle aşı çalışmaları bu kadar hızlı yapılıyor. Aşı verdiğimiz zaman mikroorganizmanın bizim vücudumuzda yaptığı hastalığı taklit ediyoruz ama hastalandırıcılık özelliği azaltılmış veya yok edilmiş bir virüse karşı bağışıklık oluşturuyoruz. Dünyanın sürü bağışıklığı kazanması demek 4,8 milyar kişinin hastalanıp iyileşmesi demek. Bu kadar sayıda insanın virüsle karşılaşması yıllar sürer. Herkesi aşılamak sürü bağışıklığını hızlandırmanın tek yoludur.

Gerçi DSÖ bu konuda da epey karamsar.

Ama İngiltere de klinik aşı çalışmalarına başladı. Hiç karamsar olmayın. Şu anda 80 farklı çalışma yürüyor. Hatta Ekim’e kadar bazı aşıların rutin uygulamaya konulacağına dair umutlar oldukça üst seviyede.

Mutasyona uğraması tehlikesinden de söz ediliyor.

Bakın az önce de söyledim. Stres bizim immün sistemimizi en çok harap edecek durumdur. Tam olarak anlayamadığımız teknik bilgiler bizi daha da fazla kaygılandırabilir. Cevabını net bilemediğimiz sorulardan kaçınmayı tercih ediyorum.

Fakat insan denen canlı öngörülebilir bir gelecek olmadan yaşayamıyor. Bu nedenle herkes çok fazla şeyi merak ediyor ve biz gazeteciler de bu soruları soruyoruz.

Maalesef öngörülebilir bir gelecekten söz etmek şu an mümkün değil. Şu anda bu kadar çok antidepresan ve anksiyolitik kullanılmasının nedeni de bu. İnsanoğlu doğası gereği yarınını bilmek istiyor. Ancak bu salgında yarını öngöremiyoruz. Sevdiklerimizi kaybetmekten, senelerce bu hastalıkla savaşmaktan korkuyoruz. Detaylı bilgiye sahip olmak tabii ki herkesin hakkı. Virüs mutasyona uğrarsa yeni bir salgınla dünyada milyarlarca kişi ölür mü? Bu karamsarlık yalnızca bağışıklık sistemimize zarar verir. 2012’deki MERS salgınına dönelim: 850 kişinin ölümüne, 2 bin 500 vakaya neden oldu ve çok kısa bir sürede mutasyona uğrayarak yok oldu. Virüs artık insanlarda yaşayamaz hale geldi. Niye böyle bir beklentimiz Covid-19 için olmasın? Neden “umarım mutasyona uğrar ve virülansını kaybeder” diye düşünmeyelim. Ben böyle düşününce kendimi daha iyi hissediyorum. Kesinlikle iyimser olmak istiyorum. Evet, evde kapalı kalmak, online çalışmak, sinemaların, restoranların kapalı olması, seyahat edememek hepimiz için önemli bir sosyal test. Dünyaca böyle bir testten geçiyoruz. Ama şu aşamada kötümserlik kadar büyük bir zarar olamaz. Çok hızlı ilaç ve aşı geliştirileceğine, virüsle başa çıkabileceğimize inanmak istiyorum. Öbür türlü düşününce nasıl yaşar, nasıl çalışırım ki?

Tüm yazılarını göster