Özakça: Elinde idam ipi olan öğretmenler değildik

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “terör örgütü mensubu” ilan ettiği Nuriye Gülmen ve Semih Özakça 11 gündür cezaevinde. Kendisi de KHK’yla ihraç edilmiş olan öğretmen Esra Özakça’nın Soylu’ya yanıtı şöyle: “Biz gerçekten olduğumuz yerlerde memnuniyetle çalıştık. Dayak atan öğretmen olmadık. Elinde idam ipi olan, taciz-tecavüz eden öğretmenler değildik. Bizim nasıl insanlar, öğretmenler olduğumuzu öğrencilerimize ve velilerine sorsunlar.”

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

KHK’yla üniversiteden ihraç edilen Nuriye Gülmen ve öğretmenlikten atılan Semih Özakça 2 Haziran itibariyle 11 gündür cezaevinde. İki eğitimci direnişlerinin 205'inci, açlık grevlerinin ise 85'inci günündeler! Sayılar ne kadar da sıradan geliyor, değil mi? Oysa iki eğitimci açlık grevlerinin 60'ıncı gününe girdiklerinde toplumda ciddi bir tepki oluşmuş ve bu tepki Gülmen ile Özakça tutuklanana kadar da artarak devam etmişti.

İki eğitimci tutuklandıktan ve direniş alanı haline getirdikleri Ankara- Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı da “gözaltına” alındıktan sonra toplumsal tepki sosyal medyaya sıkışmış gibi görünüyor. Oysa Gülmen ve Özakça için takvim hızla işliyor! Her geçen gün geri dönülmez noktaya daha da yaklaşıyorlar.

Semih Özakça’nın annesi Sultan Özakça ile kendisi gibi KHK ile öğretmenlikten ihraç edilen eşi Esra Özakça ve İstanbul’da aşçılık yapan İsmail Erdoğan, hapisteki iki eğitimcinin durumuna dikkat çekmek için açlık grevine başladılar. Onların açlık grevi de 11'inci gününe giriyor ve takvim onlar için de işlemeye devam ediyor!

Hayatında hiçbir politik geçmişi olmayıp Eskişehir’de olağan bir hayat yaşarken kendisini açlık grevinde, gözaltı araçlarında, polis ablukasında bulan 50 yaşındaki anne Sultan Özakça ile Mardin-Mazıdağı’na bağlı küçük köyde öğretmenlik yaparken eşiyle birlikte Türkiye’nin gündemine düşen Esra Özakça, kendilerini bu noktaya sürükleyen şartları, Semih’i, öğretmenliklerini anlattı.

Bugün açlık grevinin 10'uncu günündesiniz. Sağlığınız nasıl?

Esra Özakça: Nuriye ve Semih 80 gündür açlık grevinde olduğu için yemek yemek zaten bizim için külfetti. Fakat günlerimiz koşturmayla geçtiği için sıvı alımlarımızı dikkatli yapamıyoruz. Sürekli efor kaybediyoruz. Ben hep Yüksel Caddesi’ndeydim, bu süreçte gaz da yedim, sopa da yedim. İsmail Erdoğan isimli arkadaşımız aşçılık yaparken açlık grevi de yapıyor şu an! Bu da dünyada bir ilk. Semih ve Nuriye’ninki de sokakta bu kadar uzun süren bir açlık grevi olması itibariyle bir ilk. Eylemcinin bir köşede oturduğu, insanların onu ziyaret ettiği tarzdaki değil, daha farklı bir eylem oldu bu.

Siz kaç yaşındasınız?

Sultan Özakça: 50 yaşındayım.

Peki 10 gündür devam eden açlık greviniz sizin sağlığınızı nasıl etkiliyor?

S.Ö: Esra’nın dediği gibi yemek bir külfetmiş. Çocuklarımız açlık grevindeyken biz onların sevdiği şeyleri zaten yiyemiyorduk. Öğünlerimizi bir çorbayla geçiştiriyorduk mesela. Çocuklarımız tutuklanınca onların serbest bırakılması ve haklarının iadesi için biz de böyle bir girişime başvurduk. Şimdilik yorgunluğum yok, tansiyonumda sorun yok.

Sizin açlık greviyle temel talebiniz ne?

S.Ö: Çocuğumun tek talebi vardı, "işimi, ekmeğimi, öğrencilerimi istiyorum" diyordu. Yani ortada bir suç veya gerekçesi yoktu, devlet bunu yaratmaya çalıştı ve açlık grevindeyken tutukladı. Ben bunu onuruma yediremedim. Madem öyle, biz de açlık grevi yapacağız, bize ne yapacaklar bakalım dedik. Çocuğum için, çocuğumun haklı taleplerinin yerine gelmesi ve hapishaneden bir an evvel çıkması için bu eylemi yapıyorum.

Siz Semih’in açlık grevi eylemine başlayacağını ilk duyduğunuzda ne tepki verdiniz?

S.Ö: Ona “Sen benim için önemlisin, sağlığın her şeyden daha önemli” dedim. Ama o bana “Mardin Mazıdağı’nda bir tek ben ihraç edildim, arkasından Esra ihraç edildi. Mardin Mazıdağı’nda bir tek ikimiz miydik? Ben oturma eylemini yaptım ama hiçbir kazanım elde edemedik, bunu bir adım daha ileri götürmemiz lazım ve ben açlık grevine başlayacağım, hiç engellemeye çalışma. Bu iradeyle ilgili, ben bunu başarabilirim, sen sağlığımdan endişelenme” dedi.

Sizin kaç çocuğunuz var?

S.Ö: İki oğlum var, diğeri daha 17 yaşında.

Sizin atamanız ne zaman yapıldı? Semih’le nerede tanıştınız?

E.Ö: Ben 2007 yılında Sinop Üniversitesi’nde Sınıf Öğretmenliği bölümünü kazandım. Semih’le aynı sınıftaydık. 2011’de mezun olduk. O dönemde sınıf öğretmenleri Türkiye genelinde büyük bir norm fazlası durumuna düştü. Daha önce 65 puanla atamalar yapılırken 90 puanla atanamamaya başladık. Sonra Semih askere gitti, tekrar sınava girdik. Ben 90 üzeri puan aldım, Semih de 87 gibi bir puan aldı. Askerdeyken ataması oldu. Semih Erzurum- Horasan’ın Haydarlı köyüne atandı, ben de Mardin Mazıdağı Ürünlü köyüne atandım. Ben gittim, göreve başladım, Semih de askerliği bitirdikten sonra gelip Horasan’a yerleşti. Semih o köyde, zor şartlarda bir yıl görev yaptı. Çalıkuşu hikayesini bir anlamda yaşadık aslında. Daha sonra evlendik, Semih bir dönem daha Erzurum’da kaldı, sonra eş durumundan o da Mazıdağı’na geldi.

İçişleri Bakanı “çocuklarımızı böyle insanlara emanet edemeyiz” dedi. Nasıl insanlardınız, nasıl öğretmenlerdiniz?

E.Ö: Bizim nasıl insanlar, öğretmenler olduğumuzu öğrencilerimize ve velilerine sorsunlar. Semih hemen zil çalsın da kendimi eve atsam diyen bir öğretmen değildi. Okul bittikten sonra her gün mutlaka bir aktivite yapardı öğrencileriyle. Benim de çalıştığım köyle büyük bir bağım vardı. Hatta ben ihraç edildiğimde köyden cenaze çıkmış gibi bir hava vardı. Herkes beni uğurlamaya çıktı, çok duygulu günler yaşadık. Çocuklar Semih’i televizyonda görünce “öğretmenimize bir şey olacak” diye ağlıyormuş. Anneleri de çocuklara “belki akşamları yemek yiyordur, merak etme” diye teselli ediyormuş. Biz gerçekten olduğumuz yerlerde memnuniyetle çalıştık. Dayak atan öğretmen olmadık. Elinde idam ipi olan, taciz-tecavüz eden öğretmenler değildik. En son çocuklara idam ipiyle resim çektiren öğretmene kınama cezası verildi mesela. Biz en basit bir basın açıklamasına bile katıldığımızda maaşlarımızda kesintiler yapılırken bu öğretmenlere ödül gibi cezalar veriliyor.

Sultan Özakça

SEMİH IRGAT GİBİ YANIMDA ÇALIŞTI

Semih’in öğretmenlik öncesi, çocukluğu nasıl geçti? Köyde mi büyüdü, okula nasıl, hangi koşullarda gitti?

S.Ö: Biz çiftçi bir aileyiz, Semih zor şartlar altında okudu. Yaz dönemi geldiğinde ırgat gibi benim yanımda çalıştı. Daha iyi bir yerlere getirebilirdim diye sonra çok üzüldüm ama imkanlarımız bu kadardı. Öğretmenliğe de kendi emeğiyle, çabasıyla geldi.

Ailenizin politik bir geçmişi var mı?

S.Ö: Hayır, hiçbir şekilde bir politik kimliğimiz yok. Kendi halinde, sade, kendi ayakları üzerinde durabilen, dar gelirli bir aileydik.

Üniversite yıllarında sizi Semih’le bir araya getiren şey neydi? Ortak politik kimliğiniz mi?

E.Ö: Sinop küçük bir yerdi. Öğretmenlerimiz Eğitim-Sen’liydi, en fazla onların bir basın açıklamasına katılmışızdır. Onun dışında zaten Sinop’ta bir olay yaşanmıyordu. Bizi Semih’le buluşturan şey ortak hobilerimiz, kitaplar oldu aslında.

Ne tür kitaplar okuyordunuz?

E.Ö: Farklı dünyaların olduğunu gösteren kitaplar okuduk. Bunu da birlikte keşfettik. Farklı düşünce sistemlerini keşfettik. O dönemde üniversitede bizi yapılandırıcı yaklaşım çok etkilemişti.

Ne demek yapılandırıcı yaklaşım?

E.Ö: Yaparak, yaşayarak öğrenmek. Bilginin nesnel olmadığı, kişiden kişiye değişebileceğini öne süren bir yaklaşım. Şu an tüm okullarda müfredatlar buna göre yapılıyor. Bu tartışma çok ilgimizi çekmişti. Bunun üzerine diğer eğitim sistemlerini inceledik, bu sistemlerin aslında bir taraftan siyasete dayandığını fark ettik. Sonra da siyasetleri incelemeye başladık. Ben mesela bütün bu süreçlerde sudan çıkmış balık gibi hissettim.

Esra Özakça

SEMİH ROBOSKİ’Yİ ANDIĞI İÇİN BANA PLAKET VERMEDİLER

Eğitim sistemleriyle ilgili tartışmaları takip ederken daha sonra öğretmen oldunuz ve uymanız gereken bir müfredat vardı. Bu müfredatla karşılaştığınızda ne yaptınız?

E.Ö: Çarpıldık! Atanamadığım dönemde Aydın’da bir köyde ücretli öğretmenlik yaptım. Aslında ilk şoku orada yaşamıştım. Aslında fakültede öğretilenlerle öğretmenlik olmuyor, gerçek öğretmenliği yaparken öğreniyorsunuz. Bu iki yıllık deneyimle Mardin’de de öğretmenliği ilerlettim. Tabii müfredatın çok dışına çıkmadan doğru şeyleri öğretmeye çalışıyorsunuz. Ve öğrencilerin yarış atı olmadığını düşünen bir yerden bakıyorsunuz. Mardin’de benim için anadil sorunu en önemli sorundu. Çünkü çocuklar anadillerinde eğitim almıyorlar. Önce onun şokunu yaşıyorlar, travmasını atlatıyorlar. Çünkü insanlar bambaşka bir dil kullanıyor ama apayrı bir dilde eğitim alıyorlar. Bu benim açımdan gerçekten unutamadığım bir acı oldu.

Ücretli öğretmenliğin koşulları nasıldı?

E.Ö: Neredeyse diğer öğretmenleri üçte biri kadar maaş alıyorduk ama tamamen aynı işi yapıyorduk.

Mardin’e atanmadan önce hiç gitmiş miydiniz?

E.Ö: Hayır hiç gitmemiştim. Neredeyse gittiğim en doğudaki yer Ankara’ydı. Okul da çok darmadağınıktı. Önce okulu düzelttik, köylülerle iletişim kurmaya çalıştık. Zamanla bizi o kadar sahiplendiler ki, ailelerinden biriymişiz gibi davranmaya başladılar. Her öğlen mutlaka bir eve yemeğe gidiyordum. Çok misafirperverlerdi. Semih’se Erzurum’da bunun tam tersini yaşıyordu, bazen ekmek bulamadığı oluyordu.

Semih Horasan’daki köyü nasıl anlatıyordu?

S.Ö: Ulaşımı çok zor, dağların arasında, küçücük bir köy. Semih tek öğretmendi köyde. Bakkal yok, ekmek bulamıyorsun. Kaldığı lojman okulla bitişikti ve kırık masalar, fareler, böcekler vardı evin içinde. Köylüler de hiç yardıma gelmedi, ilgilenmediler. Orada yaşadığı bir yıl çok zordu. Ama öğrencilerini çok sevdi, öğrencileri de onu çok sevdi. Semih okulun hem hademesi hem öğretmeni hem de müdürüydü. Ama hiçbir şekilde ben bu koşullarda kalamam, bırakacağım gibi şeyler söylemedi. Zaten çocuklarımız öyle insanlar olsaydı baştan gitmezler, bu mesleğe girmezlerdi. Her yer bizim vatanımız diye sevgiyle gitti.

Semih Mardin’e gelince aynı okulda mı çalıştın?

E.Ö: Hayır, o Mardin merkezdeydi. Her gün gidip geliyordum. Kürtçe öğrenmeye çalıştım. Semih’i damat gibi sahiplenmişlerdi.

İki Dil Bir Bavul filmindeki öyküye benziyor muydu sizin koşullar?

E.Ö: Çok benziyordu. Milli Eğitim Müdürü geldi 2014’te. Beni de ilçede tanıyorlardı. O zaman babası ölmüş, annesinin de “ben artık bu kızı okutamam” dediği bir çocuk vardı. Ben de bunu çok dert etmiştim, kızın okumasını sağlamak istiyordum. Milli Eğitim Müdürü’ne "mutlaka bu aileyi ziyaret etmeniz gerekiyor, çok hayati bir durum" dedim. Bunun üzerine müdür ikna oldu ve gittik. Benim o çocukla ilgilenmemi başka okullarda da anlatmış. Bir gün Milli Eğitim’den gelip bana o çocuğa gösterdiğim ilgiden dolayı başarı plaketi vereceklerini söylediler. Fakat o ödül nedense gelmedi. Bunun üzerine bir arkadaşım gidip sormuş, siz ödül verecektiniz ne oldu diye. “Esra hanım çok iyi bir öğretmen ama eşinin soruşturmaları var” demişler. Semih’in, Roboski anmasına katıldığı gerekçesiyle hakkında bir soruşturma vardı. O gerekçeyle bana ödülü de vermediler. Semih’in yaptığı şey de suç değil ama eşi olduğum için bana da ödül vermiyorlar, böyle bir durum…

DİRENMEDİĞİ DÖNEMDE HASTALANIP YATAĞA DÜŞTÜ

O yardım ettiğiniz çocuk okula devam edebildi mi peki?

E.Ö: Evet, şu anda lisede ve hâlâ görüşüyoruz.

İhraç edilme sürecinde neler yaşadınız?

E.Ö: Önce on bin meslektaşımızla birlikte açığa alındık. Sendikal faaliyet nedeniyle bir açığa alınmaydı zaten. Biz de çok ciddiye almadık. Sonra ihraçlar başladı. 29 Ekim’de KHK çıktı ve Mardin Mazıdağı’nda sadece Semih atıldı. Arkadaşlarımız sendikadan ziyarete geldi ve Semih daha o gün “ben direnirim, gerekirse açlık grevi yaparım” dedi. O dönem ben de açığa alınmıştım, henüz ihraç edilmemiştim. Ben sonra göreve iade edildim, göreve başladım Aralık ayında. Semih de o zaman eylemdeydi. 7 Şubat’ta çıkan KHK ile de Mardin Mazıdağı’nda bir tek ben ihraç edildim.

Semih’ten dolayı mı?

E.Ö: Neden olduğunu söylemiyorlar tabii, sadece listede adınız oluyor. Ben de bunun üzerine “devlet Ortadoğu ve Balkanların en tehlikeli ailesini ihraç ederek büyük bir tehlikeden kurtuldu” dedim.

Peki Semih’in “direneceğim, gerekire açlık grevine de girerim” sözünden sonra aranızda nasıl bir tartışma oldu?

E.Ö: İhraç edilen arkadaşlarımızın hepsi direnmek gerektiğini söylüyordu. Ama 15 Temmuz’dan sonra kimse buna cesaret edemiyordu. Emekçiler açısından büyük bir sıkışmışlık söz konusu. Semih bunu kafasında çok tartıp biçti. Nuriye Gülmen hoca oturma eylemine başlayınca o da dayanamadı ve 13 gün sonra gelip direnişe dahil oldu.

İhraç kararını duyduğunuzda Semih’le ne konuştunuz?

S.Ö: Duyduğumda çok üzüldüm tabii. Çocuğum ne yapmış olabilir, Mardin-Mazıdağı’nda neden bir tek Semih ihraç edildi diye düşündüm. Hiç mi eylemlere katılan birileri olmadı orada? Çok zor şartlar altında o günlere geldi benim yavrum. Semih bir şeye karar verdiğinde onun arkasında duran bir çocuk. Onu yapacaktır! Siz ne derseniz deyin, ikna edemezsiniz. Semih ihraçtan sonra hasta olmuş, yataklara düşmüş.

E.Ö: Direnmediği dönemde hastalandı Semih.

S.Ö: “Nasıl olur bu, ben bir şey yapmalıyım” diyor, biz de onu kısıtlıyoruz. “Senin bir suçun yok, nasıl olsa iade olursun” diyorduk. Ben çocuğumun huyumu biliyorum; bir şeyi yapamadığı zaman hasta olup yataklara düşer, ateşlenir. O, onu yapmak zorunda. Yaparsa mutludur. Kararının arkasından giderse, başarırsa mutludur. Çocukluktan gelen bir huyu var.

İKİ KİŞİ İŞE DÖNSE, KHK’LAR BOŞA ÇIKACAK

İkiniz beraber mi Ankara’ya geldiniz?

E.Ö: Evet, ben o sırada açıktaydım ve birlikte geldik. Semih de Eskişehirli olduğu için Nuriye hocayla daha önceden tanışıyorlardı. Onun oturma eylemi yaptığını ve gözaltına alınmaya başlandığını daha önce internetten okumuştuk zaten… İhraç edilmek öyle bir hâl ki, herkese bir açıklama yapmak zorunda kalıyorsunuz. Herkesin kafasında “neden Mazıdağı’nda bir tek Semih atıldı” sorusu vardı.

“Kesin bir şeyi vardır” diyor insanlar. KHK’lar aynı zamanda çevrenize terörist olmadığınızı kanıtlamak zorunda bırakıyor sizi. Çarşaf çarşaf isminizi yayınlayarak aslında sosyal bir ceza da veriyorlar. Bizim eylemimizle bu ceza kırıldı. Sözümüz ortada olduğu için herkese KHK’ların nasıl çıktığını ve bizlerin nasıl insanlar olup neden atıldığımızı ifşa ettik. Bence iktidarı en çok rahatsız eden de bu oldu. KHK’ları boşa çıkartan bir eylem bu. Birileri birilerine isim veriyor, onlar da ihraç kararı veriyor. Yoksa ortada gerçekten tespit edilmiş bir suç var da suçlular ihraç edilmiş gibi bir durum yok.

Ankara’ya gelip Yüksel Caddesi’nde oturma eylemine başladınız…

E.Ö: Ben ilk başta çıkmayıp daha ziyade izledim. Çekincemiz daha çoktu. Aslında herkesin çekincesi çoktu. Bir yandan arkadaşlar cesaret gösteriyor ama bir yandan saldırılar büyüdükçe sizin de cesaretiniz büyüyor. Bu eylemi saldırarak büyüttüler. Gezi’de de böyleydi. İnsanlar belki üç gün sonra oradan gidecekti ama çadırlar yakıldı filan ve öfke birikmesine sebep oldular. Türkiye’de zaten herkesin adaletsizliğe olan birikmiş bir öfkesi var. Semih ve Nuriye her gün gözaltına alınıyor, geri geliyorlar… Bu, insanlarda cesaret ve korku ikilemi yarattı. Cesaret ağır bastı. Ben de ihraç edilince gelip direnişe dahil oldum. Başka illerden arkadaşlarımız da sokaklara çıkmaya başladı.

Siz de Yüksel direnişçilerinden biri olduğunuz halde neden isminiz hep arka planda kaldı?

E.Ö: Direnişteki Semih Özakça, Nuriye Gülmen, Acun Karadağ ve Veli Saçılık defalarca gözaltına alındıkları için artık herkesçe biliniyorlardı. Ben ve Mehmet Dersulu ise en son ihraç edilenlerdik. Zaten açlık grevi her şeyin önüne geçiyor. Ama burada şahsımın bir önemi yok. Orada bir kişi bile işe dönse, KHK’lar boşa çıkmış olacak. Bence zaten bu eylemimiz başarılı oldu. Saldırının bu kadar büyük ve kapsamlı olmasının sebebi de bu.

İLK GÖZALTININ AĞRISINI HÂLÂ ÇEKİYORUM

Siz de çok defa gözaltına alındınız…

E.Ö: İlk kez 11 Mart’ta gözaltına alındım. Bu, hayatımın da ilk gözaltısıydı. 9 Mart’ta Semih ve Nuriye, açlık grevine başlayacaklarını CHP milletvekili Şenal Sarıhan’la birlikte TBMM’de yaptıkları basın toplantısında açıklamış, meclis çıkışında da “açlık grevine başlayacakmışsınız” denilerek Terörle Mücadele polisleri tarafından gözaltına alınmışlardı. Onlar da “madem öyle, biz şimdi başlıyoruz” diye ilan etmişlerdi. Bunun üzerine Yüksel Caddesi’ne Veli Saçılık’la birlikte oturma eylemine başladım. Hatta Semihler serbest bırakılsın diye o zaman da açlık grevine girmiştim. 5 gün sonra serbest bırakılınca da açlık grevini bıraktım.

İlk kez gözaltına alındığınızda korktunuz mu?

E.Ö: Sonrasında defalarca gözaltına alındım ama o ilk gözaltının acısını hâlâ yaşıyorum. Kolumu değişik bir hareketle büktü polis. Ağrısı hiç geçmedi.

Semih ve Nuriye’nin tutuklanmayla sonuçlanan gözaltılarının ertesi günü yine gözaltına alınmış ve polis aracındaki biber gazı yüzünden baygınlık geçirmiştiniz. O gün orada ne oldu?

S.Ö: Basın açıklaması yapılırken polis geldi. Kalkanlarla üzerimize yürüdüler. Esra’nın yüzündeki kalkan izi hâlâ duruyor. Bizi soktukları gözaltı aracında zaten önceden gaz varmış. Sonra bir arkadaşımızın da üzerini gazlayıp araca soktular. Esra’da astım var, gidiyor elimden. Arabaya vuruyoruz ama tek biri bile açıp bakmıyor, bunlar öldü mü, kaldı mı diye. Bir müddet sonra kapıyı açtılar, kendimizi yere attık. Esra’yı ilk defa öyle görüyorum, kucağımda. Feryat ediyorum. Bir zahmet ambulans çağırdılar.

Semih ve Nuriye’nin tutuklanmalarıyla sonuçlanan gözaltının olduğu gece evinizde neler yaşandı?

E.Ö: Çok korkunç, unutamayacağımız bir geceydi. 1:30’da Nuriye hoca uyumaya başlamıştı ki, kapı çalındı. Semih’e söyledim, Nuriye hocayı uyandırdım. Bayağı dalmıştı, “ne, nereye gideceğim, ne yapayım” filan dedi. İçeri girdiler, çok kalabalıklardı. Etrafı sarmışlar, sokak başlarını tutmuşlar. Sonra bir arama başladı ama biz de bu arada türkü söylemeye başladık. Arıyorlar, kitaplara bakıyorlar. Çok sayıda hediye kitap geliyordu o günlerde. Evde her çeşit kitap var. İki kitap aldılar. Hatta evde Kur’an vardı, “bunu da alın, arada bakarsınız” demiştim. O gün Semih ve Nuriye karakola gidip imza vermişlerdi. Yani kaçacak durumları yok, zaten kaçacak halleri de yok. “Bu insanlar kaçmayacak, biz götürürüz. Bunları gözaltına almanıza, işkence etmenize gerek yok.” Kesinlikle dinlemiyorlar. “Bunlara eziyet etmeyin, biz onlara sarılmaya kıyamıyoruz. Kasları eridi artık, yürüyemiyorlar. Onlara ne yapacaksınız…” Aklımızdan o kadar şey geçiyor ki. Benim sürekli 19 Aralık 2000 tarihi ve onun videoları geçiyor. Çünkü o günlerde gazetelerde Nuriye ve Semih’i karalama haberleri çıkmıştı. O haberleri görüne “saldırı olacak, bu haberleri boşa yaptırmazlar” demiştik. 19 Aralık öncesinde de “Sahte oruç, kanlı iftar” diye manşet atıp ertesi gün operasyonda insanları öldürmüşlerdi. Önce annemi sürüklediler, bayıldı. Ambulans da getirmişler, sağlığımızı çok düşünüyorlar ya! Bu arada beni götürdüler ama tüm duvarlara çarpa çarpa götürdüler. Sonra avukatları, sonra da Semih ve Nuriye’yi almışlar. Ben izlemedim götürülüşlerini ama annem görmüş.

S.Ö: İki kişi kollarından, iki kişi bacaklarından, tek kişi de pantolon kemerlerinden tutmuştu.

BİR SEMİH, BİR NURİYE BİR DAHA DÜNYAYA GELMEZ

E.Ö: Zaten belleri şu kadarcık kalmış…

S.Ö: Konuşmaya, bir slogan atmaya veya kendini savunmaya hiç dermanı yok zaten. “Bırakın, sabah savcılığa ifadesini versin” diyoruz, dinletemiyoruz. Nereye gidecek? 6 aydır orada, kaçacak mı? Nereye kaçacak? Direnen adam kaçar mı? Kaçacaksa neden dirensin? Hiçbir şekilde dinlemediler bizi ve sırf amaçları baskı, işkence yapmak ve çocukların sağlığını daha da kötüye sürüklemek…

Açlık grevi devam ederken, çocuğunuz, eşiniz gözlerinizin önünde eriyor. Hiç bıraktırmaya teşebbüs ettiniz mi?

S.Ö: Başladıklarında “size 40 gün müddet veriyorum, sonrasında bırakacaksınız” dedim. Tabii ben böyle söylüyorum da, benim politikayla, siyasetle hiçbir ilgim yok. Ölüm oruçlarıyla, direnişlerle hiç alakası olmayan biriyim. İlk defa Semih’te yaşıyorum bunları. 40 gün olunca, Nuriye’nin annesi de vardı, “artık bırakın” dedim. “Ne kazanım elde ettik de bırakacağız? İşimizi geri mi verdiler?” dediler. Tabii çocukların haklılığına inanıyoruz. Ama bir anne olarak da çocuklarını düşünüyorsun. Hayatına bir şey olursa, organlarına bir şey olursa… Bir Semih daha dünyaya gelmez. Bir Nuriye daha dünyaya gelmez annesi için. Ama onlar bizi ikna ediyordu, “hiç merak etmeyin, biz bunu beynimizde bitirdik. İrademiz kuvvetli, gayet iyiyiz” diyerekten devam ettiler.

E.Ö: Ben hiç “bırak” demedim. Bu onun iradesine saygısızlık olurdu. Semih kazanacağına kesinlikle çok emin. Cezaevinde ziyarete gittiğimde Filistinli tutsakların açlık grevinin başarıyla sonuçlandığını söyledim, çok mutlu oldu. “Siyonizm dize geldi, açlık grevi çok güçlü bir eylem, biz de kazanacağız” dedi. Ben de kazanacaklarına çok eminim. Ama belli bir sınıra mı getirmeye mi çalışıyorlar, ya da kafalarında daha korkunç şeyler mi var, bilemiyoruz. O açıdan endişeliyiz. Başlarken herkes diyordu ki, “iki kişi ölürse AKP’nin umurunda olmaz.” Nuriye ve Semih hep “AKP’nin umurunda olmayacak ama sizin umurunuzda olacak” diyordu. Son zamanlarda gerçekten de insanların sahiplenmesini gördük. Zaten o sahiplenme olunca da başlarına bunlar geldi. Daha kötü bir şey olduğunda, herkes hesap etmek zorunda kalacak diye düşünüyorum.

YARIN BELKİ NURİYE VE SEMİH İÇİN GEÇ OLACAK

Nuriye ve Semih tutuklandıktan sonra size olan desteğin azaldığını gözlemliyor musunuz?

E.Ö: Sahiplenmenin bittiğini, azaldığını kesinlikle düşünmüyorum. Koca İçişleri Bakanı yarım saat bir açıklama yapıyor ama kimse gelip “biz size inanıyorduk ama bakan böyle deyince size inanmıyoruz” demedi. Elbette insanlar plastik mermi, gaz, cop yemek istemiyor. Bugün bunu göze alamıyorlar ama yarın kimin neyi göze alabileceğini bilmiyoruz. Biz de açlık grevine girmeyi göze alamıyorduk mesela. Ben eşimin yapmasını göze alamıyordum şimdi kendim açlık grevine girmeyi göze alıyorum. Bize mesaj veren çok sayıda ünlü oldu. Ama kimse “Bakan Soylu böyle bir açıklama yaptı, meğer siz de böyleymişsiniz” demiyor. Herkes Nuriye ve Semih’in sağlığından endişe duyuyor. Bize sordukları tek şey “ne yapabiliriz” oluyor. Bugün yapmamız gerekeni yapmak zorundayız. Çünkü yarın belki Nuriye ve Semih için geç olacak.

Bu söyleşi yayınlandığında, umarız bırakmanızı sağlayacak bir çözüm bulunur ama açlık grevinin 12'nci gününe girmiş olacaksınız. Siz açlık grevini ne kadar sürdürmeyi düşünüyorsunuz?

E.Ö: Eşimin başına ne getireceklerse, benim de başıma onu getirsinler. Eşim ne zaman ki “belli bir kazanımım oldu ve bıraktım” der, ben o gün açlık grevini bırakırım. Şu anda Yüksel’de yapmaya çalışıyoruz ama otobüs durağında bile olsa ben bunu devam ettireceğim. Ya da Nuriye ve Semih gibi tutuklanırsam, orada da devam ettireceğim. Onların akıbetine bir şey mi oldu, bana da olsun.

BİR CANIM VAR, SEMİH İÇİN FEDA OLSUN

Aileniz ne diyor bu kararanıza?

E.Ö: Ailem benim için de Semih için de çok endişeli. Ama eşimin canı söz konusuyken zaten yemek yemem mümkün değildi. Eşimin canı tehlikedeyse, ben de canımı ortaya koyarım. Bir canım var, eşim için feda olsun.

Yüzbinlerce insan ihraç edildi fakat sadece iki kişi açlık grevi yaptı. İnsanların bu yöntemi tercih etmemesini nasıl yorumluyorsunuz?

E.Ö: Sendikalar bu eyleme yeterince sahiplenmediği için zaten eylem yalnızlaştırılıp saldırıya açık hale getirildi. Herkes 60. günden sonra sahiplenince sendikalar gelip sahiplendi. Bir emek örgütüsün, üyen olsun olmasın, doğal olarak sen taraf olmalısın. Korku duvarları çok büyük. Cüret ve irade isteyen bir eylem biçimi tabii.

Fakat açlık grevi, sizinle duygudaş olanlar da eleştiriyor. İnsanları çaresiz kılan bir eylem olduğu söyleniyor. Bu yönde size telkinler de eleştiriler de yapıldı. Bu eleştirileri nasıl yanıtlıyorsunuz?

E.Ö: Peki ne yapalım?

BİZİM AYDINLARIMIZ HÂLÂ AÇLIK GREVİNİ TARTIŞIYOR

Başka bir direnme yolu yok mu?

E.Ö: Biz zaten 120 gündür direniyorduk. Birden bire “hadi açlık grevi yapalım” demedik. Oturma eylemini uzatmayı, imza toplamayı, kitleselleşmeyi denedik. Ayrıca şu an Semih, Nuriye, ben, annem ve İsmail Erdoğan olmak üzere beş kişi açlık grevinde. Madem başka bir yol var, o zaman insanlar da onu yapsınlar. Kamuoyu vicdanı bence bunu sormalı. Tamam, bunlar açlık grevinde, peki biz ne yapalım? Açlık grevini reddetmekle yetinmek, sorumluluğu üstünden atmak gibi geliyor bana. Niye yüzbinlerin sorunu iki insanın üzerinde olsun ki! Dünya genelinde destek mesajları alıyoruz. En son Costa Gavras’tan bir mesaj aldık ki, Nuriye ve Semih çok mutlu oldu. Dikkatimi çeken şey şu: Onlar hiç açlık grevini tartışmamışlar. Bizim aydınlarımız ise daha açlık grevini tartışıyor. Dışarıdan gelen desteklerde ise “onlar böyle bir yola başvurmuş, ne yapılacaksa yapılsın” diyor. Açlık grevini tartışmak bu zeminde bence çok doğru değil. İktidarın ne yapacağını tartışmak gerekiyor. Biz bu mücadeleyi kaybedersek Türkiye demokrasisi ne halde olacak, esas bunu tartışmak bence daha doğru olur.

Nurettin Canikli’yle yaptığınız görüşmede ne konuşuldu?

E.Ö: Açlık grevinin 69'uncu günü, yani Nuriye ve Semih’in alınmasından 6 gün önce yaptık görüşmeyi. Yasin Aktay da vardı. Fakat Nuriye ve Semih’in alınmasıyla ilgili dosya 2 Mayıs’ta açılmış. Yani biz Canikli’yle görüşürken bu dosya açılmış meğer. Bu beni çok etkiledi. Demek ki bizimle görüştüklerinde bile tutuklanmaları yönünde bir karar varmış. “Ben size örgüt üyesisiniz demiyorum” dedi Canikli. “Biz zaten ihraçları tekrar araştırıyoruz. Semih ve Nuriye’nin dosyası titizlikle inceleniyor. Komisyonda bu dosyaları öne alacağız” dediler. Ben de dedim ki, “Dosyada, katıldığımız basın açıklamaları dışında ne olabilir? Biz zaten ne yapıyorsak alenen yaptık. Biz bunları saklamıyoruz ki, savunuyoruz. İş güvencemizi istiyoruz eylemleri yaptık. Sendikal eylemler yaptık ve bunlardan terör çıkmaz. Bunlardan FETÖ veya başka bir terör örgütü çıkaramazsınız.” Bunun üzerine “bakın komisyon ileri bir tarihte kurulacakken öne çekildi” dedi. Nuriye ve Semih ise komisyon için değil, işleri için açlar. Kendilerine de bunu söyledik. Yasin Aktay biraz açlık grevi üzerinden tartıştı, bunun dine uygun olmadığını söyledi. Filistinlilerin yaptığını da doğru bulmadıklarını söyledi. Canikli, “Siz evet, hak arama yollarınız olmadığı için bunu yaptınız ama bakın komisyon kuruyoruz” dediler.

CANİKLİ’YLE GÖRÜŞMEDE NURİYE’NİN ÇEVİRİLERİ KONUŞULDU

Peki komisyonun kurulması ve dosyaların incelenmesi neden sizi tatmin etmedi?

E.Ö: Çünkü komisyon yine savunma hakkı vermiyor. Komisyon sana “işine dönebilirsin” de diyebilir, “dönemezsin” de. Ama sen bu kararın nasıl ve hangi gerekçeyle alındığını yine bilemeyeceksin. Komisyon reddedince mahkeme hakkın var ama biz komisyonun reddettiği bir dosyanın Türkiye mahkemelerinde kabul edilmesi bizim demokrasimizde çok da mümkün değil. Komisyon, KHK’nın bir benzeri aslında. KHK’yla atanlarla komisyonda karar verenler aynı kişiler.

Bütün bunları Canikli ve Aktay’a aktardınız mı?

E.Ö: Tabii. Görüşmemiz çok uzun ve sıcak geçti. “Görüşmeyi devam ettirelim, siz bunları Semih ve Nuriye’ye aktarın, sonra tekrar görüşelim” dediler. Gayet ılımlı geçti görüşme ama sonuçta altı gün sonra Semih ve Nuriye alındı.

Sonrasında herhangi bir temasınız oldu mu?

E.Ö: Hayır. Çünkü biz çok içerledik açıkçası. Yüzümüze böyle sıcak davranırken… Nuriye hocanın çevirdiği kitaplardan bile bahsedildi o gün. Süleyman Soylu’nun ifade ettikleri o görüşmede söz konusu bile olmadı. Soylu’nun dili ve üslubuyla Canikli’nin üslubu çok farklıydı.

DİRENMEK ÇOK GÜZELMİŞ

Bunu neye bağlıyorsunuz?

E.Ö: Ya AKP içinde bu işi çözmek isteyenlerle istemeyenler var ve şu an çözümü istemeyenler kazandı. Ya da bu “iyi polis-kötü polis” oyunuydu. Biz bugün bunu böyle konuşuyoruz ama tarih bunu böyle yazmayacak. Ya bu iş bizim canımıza mal olacak ya da alt tarafı bizi işimize döndürecekler. Yahut “bunların ailelerini çağırıp böyle böyle konuşmuşlar ama sonra da onlara şunu yapmışlar” diye yazacak tarih. Yasin Aktay ve Nurettin Canikli bunu akıllarından çıkarmamalı bence.

Eskişehir’de olağan bir hayat yaşarken bir anda kendinizi Türkiye’nin gündeminde olan bir direnişin içinde buldunuz ve şu anda açlık grevindesiniz. Son birkaç aydır yaşadıklarınızı nasıl tarif ediyorsunuz?

S.Ö: 50 yaşımda ilk kez bana gözaltı yaşattılar. İlk gözaltında, saldırmasınlar diye direniyorsunuz. Etkiye tepki gösteriyorsunuz. Direnmek çok güzelmiş diyorum. Eskişehir’de yakın veya uzak çevre, “oğlunuz FETÖ’cü mü” diye sorduğunda çok ağırıma gidiyordu. “Mutlaka bir suçu vardır” diyorlar. “Çocuğumun hiçbir suçu, hiçbir davası yok” diyorsun ama yine de ikna edemiyorsunuz insanları. Öyle bir zihniyet var. Bu zihniyete karşı dil dökmek çok zor bir şey. Çocuğunun hiçbir suçunun olmadığını bilmen, sadece işi, ekmeği, öğrencileri ve onuru için savaştığını bilmen sana bir direnme gücü veriyor. Ben Semih’in yanından ayrılmak istemedim ama 17 yaşında, lisede okuyan bir oğlum daha var. O zaman ikiye, Esra da olduğu için üçe bölünüyorum. Ama ben Semih’ten direnme gücünü, güçlü olmayı öğrendim.

KAPIMIZI FAŞİZM ÇALDI

E.Ö: Faşizm kapınıza gelene kadar yokmuş gibi davranırsınız. Bizim de kapımızı faşizm çaldı. Belki izole hayatımızı bir süre daha yaşardık ama başka bir şekilde yine karşımıza çıkacaktı. Eşim bir mücadele kararı aldı, buna destek oldum ve kendimi açlık grevi yaparken buldum. Açlık grevi yapmaya gerçekten yakın olan bir insan değildim. Ama hem eşimin mücadelesindeki haklılığı, meşruluğu, hem ona sevgim, iradesine olan saygım bende de bir irade yarattı. Bunu hangi devlet, hangi iktidar kırabilir? Kendimizi eskisinden daha güçlü, daha sevgi dolu, daya iyi bir yerde görüyoruz. Aç da olsak, ruhumuz doyuyor.

Tüm yazılarını göster