Osman Baydemir: 'Hayır' demek onuruna sahip çıkmaktır

Kürtler referandumda nasıl bir pozisyon alacak? HDP, 7 Haziran’dan bu yana devam eden baskılardan nasıl etkilendi? Evet veya Hayır çıkması halinde iktidarın Kürt sorununa yaklaşımı nasıl olacak? HDP, “Evet” ihtimaline hazırlıklı mı? Referandum sath-ı mailinde hapishanelerde neler oluyor? Yanıtlar için HDP sözcüsü ve Şanlıurfa milletvekili Osman Baydemir’in kapısını çaldık…

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

Aylardır yürütülen referandum kampanyası boyunca Meclis’in en büyük üçüncü partisi olan HDP’ye anaakım medyanın kapıları mutlak bir biçimde kapalıydı. Öyle ki HDP’nin mevzuat gereği TRT’de 10 dakikalık propaganda yapma hakkı bile “şaşkınlıkla” karşılandı! “Hayır” cephesinin en önemli aktörlerinden biri olan HDP’ye bir-iki istisna haricinde anaakım medya “Neden Hayır diyorsunuz?” sorusunu bile yöneltmedi.

Referandum sürecinde binlerce aktivisti gözaltına alınan, yüzlercesi tutuklanan HDP, 16 Nisan akşamını belirleyecek partilerden biri olacak. Peki 7 Haziran öncesinde Tayyip Erdoğan’ın başkanlık hedefine karşı yüksek sesli ilk itirazı “seni başkan yaptırmayacağız” sözüyle başlatan HDP yoğun baskılara rağmen kampanyasını nasıl sürdürüyor?

Kürtler referandumda nasıl bir pozisyon alacak? HDP, 7 Haziran’dan bu yana devam eden baskılardan nasıl etkilendi? Evet veya Hayır çıkması halinde iktidarın Kürt sorununa yaklaşımı nasıl olacak? HDP, “Evet” ihtimaline hazırlıklı mı?

Öte yandan OHAL’le birlikte ağırlaşan koşullara ve hak ihlallerine karşı 24 farklı cezaevinde toplam 227 siyasi mahpusun süresiz-dönüşümsüz açlık grevi kritik aşamaya geldi. Referandum sath-ı mailinde hapishanelerde neler oluyor? HDP’li Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan, 7 Nisan’da Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’la bu konuyu görüştü. Bu görüşmeden nasıl bir sonuç çıktı?

Yanıtlar için HDP sözcüsü ve Şanlıurfa milletvekili Osman Baydemir’in kapısını çaldık…

Eş başkanları, milletvekilleri, yöneticileri, üyeleri hapiste olan bir parti olarak referandum çalışmalarınızı nasıl yürütebildiniz?

Hak ve özgürlük talep edenleri devlet iyi tanıyor. Bu konuda bir devlet belleği var. Ama hak, özgürlük, eşitlik ve adalet mücadelesi verenler de bu devletin reflekslerini çok iyi biliyor. 80 yıldır, hak talebinde bulunanları başsız bırakma politikasından dolayı şu an eş başkanlarımız, milletvekillerimiz cezaevlerinde. Topluma “siz kimsesizsiniz” duygusu yaşatmaya çalışıyorlar. “Biz ne yaparsak yapalım bunlar yola gelmezler” duygusu yaşatmaya çalışıyorlar.

Peki tabanınızda umutsuzluğun, kimsesizlik duygusunun hakim olduğunu gözlemliyor musunuz?

12 gün içinde 28 ayrı şehir ve kasabada kitlesel buluşmalara katıldım ve parti sözcüsü olarak halka hitap ettim. Her “Selahattin Demirtaş” dediğimde, her milletvekillerimizin isimlerini andığımda insanların göz bebeklerinin, umutlarının büyüdüğünü, Demirtaş’ın her geçen gün bu halkın gözünde daha da büyüdüğünü gördüm. Dolayısıyla devletin bu politikası artık tutmuyor. Halk kendisini yalnız ve kimsesiz görmüyor. Sinmemiş ve umudunu da kaybetmemiş. Aksine, bu uygulamalar bir öfkeye dönüşmüş, hesap sorma arzusunu güçlendirmiştir. Son bir yıl içinde 10 bin 800 civarında bizatihi HDP’li veya HDP bileşenlerinin üyeleri gözaltına alındı. 750’yi aşkın yöneticimiz şu anda cezaevinde. 84 ilçe başkanımız hapiste. 37 il başkanımız tutuklu. 84 belediye başkanımız, eş genel başkanlarımız ve milletvekillerimiz tutuklu. Referandum kampanyası sürecinde 1400 aktivistimiz gözaltına alındı. 11 yerde ciddi saldırıya maruz kaldık.

Ne tür saldırılar?

Engellemeleri kastetmiyorum. Fiziki şiddetle karşılaştı arkadaşlarımız. Kimi yerde polis kimi yerde faili belli olmayan saldırılar. Bu uygulamaların çeyreği AKP’ye uygulanmış olsaydı, şu anda tarumar olmuşlardı. Demek ki bu öylesi bir hak ve halk davası ki, yürümeye devam ediyor. Az önceki sorunuza döneyim: Tüm bu tutuklamalar elbette bizi negatif etkiliyor. Her kampanyanın bir yüzü olur. Örneğin AKP kampanyasının iki yüzü var: Tayyip Erdoğan ve Binali Yıldırım. CHP’nin, MHP’nin bir yüzü var. Ama biz, tabiri caizse kolektif bir liderlik sürdürüyoruz. Her bir HDP’li Selahattin Demirtaş’tır, Figen Yüksekdağ’dır, Meral Danış Beştaş’tır, Ayhan Bilgen’dir. Biz bu bayrağı yerde bulmadık, yere düşürmeyeceğiz! Umutla, inançla ve kararlılıkla, götürebildiğimiz yere kadar götüreceğiz. Ya arkadaşlarımız özgür olacaklar, beraber özgürlük halayına duracağız ya da biz onların yanına gideceğiz, yahut daha ağır müeyyidelerle karşılaşacağız. Tüm bunların bilincindeyiz. Korku insanidir. Korku politikalarının bir tesir gücü vardır. Ama emin olun Sayın Demirtaş’ın dediği gibi cesaret de bulaşıcıdır.

'ELEŞTİRİLSEK DE YALNIZ BIRAKILMADIK'

Bu cesareti tabanınıza bulaştırabiliyor musunuz? İnsanların korkusunu yenmek için ne yapıyorsunuz, ne yapacaksınız?

Müsaadenizle sorunuzu değiştireceğim: Halka cesareti bulaştıran biz değiliz, halkın cesaretinden cesaret alan biziz. Cezaevinde sözüyle, duruşuyla dimdik duran Selahattin Demirtaş’tan, Meral Danış Beştaş’tan, Fırat Anlı’dan, diğer tüm arkadaşlarımızdan cesaret alıyoruz. Cesaret karşılıklıdır. 8 Haziran sabahından bu yana, ülkeyi kaos ve şiddetle yönetme politikasının ana sebeplerinden biri HDP’yi, HDP fikriyatını yok etmektir.

Devlet, HDP fikriyatını kendisi için en büyük tehlikelerden biri olarak görüyor. Devlet, HDP fikriyatının Türkiye’nin batı yakasında karşılık bulması fobisi yaşıyor. Fakat örneğin dokunulmazlıkların kaldırılmasından itibaren de tek bir arkadaşımız zerre-i miskal geri adım atmadı. Biz legal, demokrat siyasetçileriz. Silahımız sözümüzdür, vicdanımızdır, bedenimizdir. Ve bu halk tarafından hiçbir zaman yalnız bırakılmadık. Eleştirilsek dahi, yalnız bırakılmadık.

HDP’nin “Türkiye partisi” olmasının engellenmeye çalışılması ve…

Müsadenizle bir düzeltme yapacağım: HDP’nin Türkiye partisi olması tabirini doğru bulmuyorum.

Doğru olan nedir?

Fikriyatıyla, paradigmasıyla, hayata ve siyasete bakışıyla, sorunları tanımlaması ve çözüm önermesiyle Türkiye’yi HDP’lileştirmeye çalışan bir siyasi akımdır HDP. Bizim genel merkezimiz zaten Ankara’dadır ve biz zaten Türkiye partisiyiz. Türkler, Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Sünniler, emekçiler, işçiler, işsizler, kadınlar, erkekler… Bizim hedefimiz Türkiye’yi HDP’lileştirmek.

Fakat 7 Haziran’dan itibaren HDP’nin büyük ölçüde yıpratıldığı, sizin de sözünüzü istediğiniz kadar yayamadığınız biliniyor. Yıpranmış, yorulmuş bir parti misiniz, yola yeni mi çıkıyorsunuz? Partinize dair nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?

HDP ilk parti değildir. Bugüne kadar Kürt halkının hak ve özgürlük mücadelesinin legal demokratik siyasetle buluşması 10'u aşkın siyasi parti içinde gerçekleşti. Mesele bir parti adı meselesi değildir. Mesele, hak olan bir davanın bayrağının tüzel bir kişilik tarafından taşınmasıdır. HDP tüzel kişiliği ve fikriyatı son iki yıldır ağır bir saldırı altında. Eşbaşkanları, milletvekilleri, yöneticileri, aktivistleri, bileşenleri cezaevinde. Bu saldırılardan etkilenmemek mümkün mü? Ama bu saldırıların toplum nezdinde bir anlamı var.

Devletin bu kez, geçmişte bir mağdur olup bugün bin mağdur eden bir yapı eliyle eski ceberut yapısına dönmüş olduğu tespitini koyalım. Halk, bu saldırıların HDP’den ziyade kendi hak ve özgürlük talebine yönelik olduğunun farkında. HDP değil de başka herhangi bir Kürdistani parti 80 milletvekili çıkarmış olsa, bugün onların genel başkanları, kadroları hapiste olacaktı. Saldırı örneğin Demirtaş’ın şahsına değil, onun dile getirdiği halkın taleplerine yöneliktir.

Az önce “eleştirilsek dahi yalnız bırakılmadık” dediniz. Ne tür eleştiriler alıyorsunuz?

Kendimizi eleştiriye kapatırsak, Allah korusun, mücadele ettiklerimize benzeriz. Gelelim bize yönelik eleştirilerin kaynağına. Bir algı operasyonu sonrası bir duygu çıkışımı mı bu eleştiriler, yoksa hakikaten biz eksik mi kaldık, yetmedik mi? Zamanında hızlı çıkış ihtiyacı varken onu yapmadık mı? Bu soruları kendimize de soruyoruz. Fakat örneğin 1970’lerden Saddam’ın kendi zulmünün kurbanı olduğu tarihe kadar, Güney Kürdistan’da kardeşlerimizin haklı bir özgürlük mücadelesi vardı. Biri çıkıp “Mela Mustafa Barzani isyan etmeseydi, mücadele etmeseydi Halepçe yaşanmazdı, Enfal olmazdı” derse onun ağzının payını veririm. Onlar hak olan bir davayı yürüttüler. Bu yüzden katliama maruz kaldılar. Bu dünyanın her yerindeki hak mücadelesi için geçerlidir.

.

Bazı kamuoyu araştırmaları Kürtlerin bir kısmının Evet oyu vereceğini aktarıyor. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Elbette ezilmişliğin psikolojini yaşayanlar, menfaati peşinden koşanlar veya korkunun en ağır travmasını yaşayıp bunu aşamayanlar olabilir. Ama biz bunların aşılması konusunda var gücümüzle çalışıyoruz. Tüm kitle iletişim araçları bize kapalı olduğu halde bunu yapmaya çalışıyoruz. Düşünün, bütün kampanya sürecinde örneğin TRT’de ilk defa 10 dakika yayına katılma imkânımız oldu. Onun dışında bir dakika bile yer verilmedi bize. AKP’ye, cumhurbaşkanına ise 1000 dakika yer verilmiş. Böylesi bir realitede mücadele veriyoruz. Tüm bu baskı ve şiddet dalgası içinde elbette yetemediğimiz, ulaşamadığımız alanlar olmuştur. Buna rağmen halka neden Hayır dememiz gerektiğini anlatmaya çalışıyoruz.

'TRT’DE BİZE 10, AKP’YE 1000 DAKİKA AYRILDI'

“Evet” diyecek Kürtleri nasıl ikna etmeye çalışıyorsunuz?

Anayasa değişmeli ama bu paket anayasayı değiştirmiyor. 1982 cunta anayasasını tahkim ediyor. 30 yıl boyunca bedellerle elde edilmiş tüm kazanımları, faşizm bariyerinde açılmış tüm nefes borularını tıkıyor. Bu anayasada Kürde dair tek bir kırıntı yok. Ortaklarının da söylediği gibi bu tek bir kimliğin anayasasıdır. Kürdün varlığını reddeden bir düzenlemeye ben niye Evet diyeyim?

Meclis kürsüsünde de Kürt halkına seslendim: Benim varlığımı tanımayan hiçbir sisteme varlığımı armağan etmeyeceğim. Coğrafyamda bütünün, Türkiye’nin bir parçası olarak söz sahibi olmak istiyorum. Bundan daha aşağı bir talep olabilir mi? Bu talep ileri sürüldüğü için kentler haritadan silindi! Hayır dememizin bir sebebi de, son iki yıllık yıkımın hesabını sormaktır. Sandık başına gitmek “Ben Cizre politikanı reddediyorum, Miray bebeği, Taybet anayı katletmeni kınıyorum” demektir Hayır.

Bu referandumda Hayır oyu vermek HDP’ye oy vermek değildir. Hayır demek, onuruna sahip çıkmaktır. Evet diyecek kardeşlerime soruyorum: Siz Hakkâri’de, Cizre’de, Gever’de insanların yatak odalarına yazılan yazıları unuttunuz mu? Biz sadece Kürtlerin değil, on yıllara dayanan Türkiye toplumunun mücadele birikimi yok olmasın, heba olmasın diye Hayır diyoruz.

Hayır çıkarsa ne olur?

Bakın, Hayır çıkarsa belki bir yıl sonra birkaç rötuşla tekrar referanduma getirebilirler. Ama bir ihtimal daha var: Ezilenlerin, kendilerini içinde yer bulduğu bir toplumsal sözleşme yapma umudu açığa çıkmış olur. İkincisi, iki yıllık yıkım politikalarının toplum tarafından reddedildiği ortaya çıkmış olur. Bu da devlete, hükümete “kendinle yüzleş, kuruluş felsefene geri dön” fırsatı sunmuş olur.

Gerçi o kuruluş felsefesi tam da bu yıkım politikasının yolunu açmadı mı?

Devlet açısından değil, adalet, özgürlük, eşitlik, “devlet tarafından mağdur edildik ve kimseyi mağdur etmeyeceğiz” söylemiyle yola çıkan AKP açısından söylüyorum. Hayır çıkarsa, toplum AKP’ye “biz nerede yanlış yaptık” sorusunu sordurtma fırsatı sunmuş olacak. Kötü gidişatın en azından durması ve yeni bir başlangıç kapısının aralanması Hayır’dan geçiyor.

HER HAYIR ATEŞE DÖKÜLEN BİR KOVA SUDUR

Evet çıkması ihtimaline hazırlıklı mısınız?

Evet çıkarsa, tekçi bir dayatma olur ama toplumun yüzde 50’si bu dayatmaya biat etmez. Kısır döngü devam eder, dolayısıyla mücadele devam eder. Hastanın bir yanı ağrıyorsa, o ağrıyı dindirmediğiniz sürece “iyileşti” diyemezsiniz. Bu coğrafyada özgürlük, adalet, onurlu bir barış hakim olmadıkça, şahıslar veya semboller değişebilir ama hak davası devam edecektir. HDP yoluna devam edecek. Örneğin referandumdan sonra Osman Baydemir tutuklanabilir. Ama bu parti sözcüsüz kalmayacak. İnişler, çıkışlar oldu ama bu halk hiçbir zaman öncüsüz kalmadı. Keza bu halkın öncüleri de hiçbir zaman desteksiz kalmadı. Bu coğrafya yeteri kadar kavgayı yaşadı, bedeli ödedi. Daha fazla bedel vermeden, bir kez daha bu mücadele hattını şiddetsiz, müzakere yöntemine evriltebilmeliyiz. Her bir Hayır, Türkler açısından da Kürtler açısından da ateşe dökülen bir kova sudur. Her bir Hayır, hükümetin içeride ve dışarıda şiddet ve kaos üzerinden ülkeyi yönetme arzusuna dur demektir. Ve bir kez daha onu 2013-2014 ruhuna davettir.

Sizce AKP bu paketi neden gündeme getirdi?

Bunun iki önemli nedeni var. Bir tanesi cemaatle yollarını ayıran hükümet, ittifak kurma ihtiyacı duydu. Bu ittifakı da milliyetçilerle ve Ergenekoncularla yaptı. Ergenekoncuların tümüne de iade-i itibar yaptı ve yüksek tazminatlar ödedi. Kürdistan’daki iki yıllık yıkım, bu ittifakın taahhütlerindendir. Bu ittifak sürdüğü müddetçe hükümet şiddet politikasına devam edecektir. Fakat evdeki hesap çarşıya uymayabilir. Getirilmek istenen sistem gerçekten AKP’nin lehine midir? Gerçekten Erdoğan’ın şahsının lehine midir?

Değil midir?

Bu sistem kime niyet, kime kısmettir acaba? Cumhurbaşkanı her defasında “ben kandırıldım, Allah affetsin” diyor. Affedip etmeyeceğini Allah bilir. Ama Kürtlerin, maruz kaldıkları yıkım politikasını affetmeyeceklerini, sandık başında Hayır diyeceklerini çok iyi biliyorum. Geçmişte AKP’ye oy vermiş kimi seçmenin de “senin günahına ortak olmayacağım” diyeceğini de çok iyi biliyorum. Bu sayı anketlere de yansımıyor.

Neden yansımıyor?

Çünkü insanlar özgürce Hayır diyemiyor. Kürdistan’daki seçim sıkıyönetim koşullarında gerçekleşiyor.

Benim gözlemime göre ne yaparlarsa yapsınlar Kürdistan’da bu iki yıllık politikanın tartışmasız mahkûm edildiği düzeyde Hayır çıkacak. Bu elbette bir temennidir, bir çağrıdır ama aynı zamanda da bir gözlemdir. AKP, 14 yıl boyunca kiminle ittifak kurduysa, bence kandırılmadı, kendisi kandırdı. Ama ilk defa bu pakette Erdoğan ve AKP kandırılıyor diye düşünüyorum. Hayır, herkes için bir fırsattır.

Bazı AKP’lilerin “Evet çıkarsa Erdoğan güçlenecek ve federasyon ihtimali ortaya çıkacak” gibi iddialarda bulundukları ileri sürülüyor. Bu tür vaatler Kürtlerde karşılık buluyor mu?

Tam tersine, Kürt halkı bunu talep ettiği için Şırnak yıkıldı. Kürtçe şarkı yasaklanıyor yahu! 1990’ların koşullarında açılan Kürt Enstitüsü kapatılıyor. Bu bir yalan propagandadır. Ben açıkçası eyalet sistemini savunuyorum. Ama şu an senin belediye başkanının yerine kayyum atanıyor. Hendek diyorlar, barikat diyorlar. Yalan söylüyorlar! Viranşehir’de hendek mi vardı? Ağrı’da barikat mı vardı? 7-8 kentte şehir çatışmaları yaşandı evet. Peki bu 80 yeri nereye koyacaksınız?

AKP’nin “3 Y”si vardı. Yolsuzluğu ortadan kaldıracağız dediler, gırtlaklarına kadar yolsuzluğa bulaştılar. Yasaklarla mücadele edeceğiz dediler, şu anda ülkeyi yarı açık cezaevine dönüştürmüş durumdalar. Bir de yoksullukla mücadele edeceğiz dediler. 6 milyon 300 bin işsiz var. KHK’larla 130 bin insanın ekmeğini, rızkını elinden aldılar. Karı-koca, ikisi aynı anda işsiz bırakıldı. İnsanlar çocuklarına bez alamıyor, kirasını ödeyemiyor. Bu zulmün haddi hesabı yoktur. Ama AKP bu 3 Y’ye bir tane Y daha ekledi: Yalan. En başarılı oldukları şey de budur.

'EVET ÇIKSA DA MÜCADELE SÜRER'

Size gelen kamuoyu araştırma sonuçları ne diyor?

Hayır önde gidiyor. Hayır çıkacağından ve bunun da ateşi söndüreceğinden eminim. Tek bir şartla: Ey kardeşlerim, sandık başına gidin! Sandığa giderken lütfen Selahattin Demirtaş’ın sözünü ve sazını yüreğinize koyun. Miray bebeğin, Taybet ananın ahını da sandığa koyun. “Ben senin zulmüne boyun eğmiyorum” deyin. Hesap sormanın bir yolu da sandıktır. Eğer bu paket tasdik görürse, dönüp pişkince, gözlerimizin içine baka baka diyecekler ki, “biz şehirleri yakıp yıktık, demek ki bunlar sindiler.”

Peki AKP bölgedeki referandum çalışmalarını nasıl, hangi söylem ve vaatlerle yürütüyor?

Öncelikle AKP’ye bir kez daha şiddetle arasına mesafe koyması çağrısı yapıyorum. Topluma gerçeklere ulaşma hakkını, imkânını ver ey AKP! AKP referandum çalışmasını silahlı propaganda araçlarıyla yapıyor. Bölgedeki kırsal alan operasyonlarının tek amacı referandum sonucunu olabildiğince etkilemek. Kaymakamlar muhtarları çağırıyor, “Hayır derseniz, devlete karşısınızdır” diyor. “Hayır derseniz, Şırnak’ta yaraları sarmayacağız” diyorlar. Ama emin olun Hayır çıkarsa, tüm yaralarımızı saracağız. Evet çıkarsa, yaralarımıza yeni yaralar ekleyecekler. Ve bu şiddeti anayasallaştıracaklar! Şu anda fiilen yürüttükleri her türlü hukuksuzluğu hukuka büründürmüş olacaklar. Bu artık kalıcı bir faşizmdir. O faşizme karşı da elbette mücadele edilecektir ama mücadele çok daha çetin olacaktır.

Cezaevlerindeki sorun bir an önce çözülmeli

İki gün sonra Türkiye’nin geleceğinin belirleneceği referandum yapılacak ama tam da bu sürece denk gelen çok hayati bir olay yaşanıyor. Çeşitli cezaevlerinde devam eden açlık grevleriyle ilgili yaklaşımınız nedir? Siz bu grevi destekliyor musunuz?

Cezaevlerinde bulunan insanlar, etnik kimliklerinden, siyasi düşüncelerinden ve inançlarından bağımsız olarak, tamamen devletin sorumluluğundadır. Tutuklu veya hükümlüleri belirlenmiş süre boyunca dört duvar arasında tutmak başlı başına bir cezalandırmadır. Bundan fazla yapılan her uygulama kinciliktir, intikamcılıktır ve insan hakları ihlalidir.

Cezaevlerinde “intikamcı” veya “kinci” dediğiniz ne tür uygulamalar var?

Tutuklu veya hükümlüler, cezaevine giriş anından başlamak üzere her saat, her dakika hak ihlali zinciriyle karşılaşıyor. Örneğin mahkemeden cezaevine veya cezaevinden mahkemeye, hastaneye götürülürken akla hayale gelmeyecek işkencelerle ilgili yakınmalar geliyor bize.

Ne gibi yakınmalar?

Bir kişi A kentinden B kentine mahkemeye götürülüyor. 8 saat boyunca tuvalet ihtiyacını karşılatmıyorlar. O süre boyunca sıcağın veya soğuğun ortasında bekletiliyorlar. 8 saat boyunca kelepçesini gevşetmiyorlar. Girişte ve çıkışta çırılçıplak soyuluyor.

KENDİM DIŞINDA KİMSE İÇİN AÇLIK GREVİNİ DOĞRU BULMUYORUM

Bu uygulamalar yeni mi başladı?

Hayır, sadece bugüne özgü değil. Siyasal atmosfer farklılaştığında, çetinleştiğinde devlet, tabiri caizse iradesi ve bedeni dışında elinde hiçbir savunma mekanizması olmayan bu insanlara zulüm uyguluyor. Bir insan hakları savunucusu olarak kendim dışında hiç kimse için doğru bulmadığım açlık grevine başvurmaya mahkûm ediliyor bu insanlar. Mahkûmlara bedenlerini ortaya koymak dışında bir çare bırakmıyorlar. HDP sözcüsü olarak, açlık grevini asla kutsamam. Ama insanı kıymetli yapan özellikleri nelerdir? Özgürlük tutkusu, aklı, vicdanı ve onurudur. Birisinin onurunu, haysiyetini çiğnerseniz ve onun hiçbir savunma aracı yoksa, ortada sadece ve sadece bedeni ve iradesi varsa, bununla karşı koyacaktır. Zulme, onursuzlaştırmaya karşı insani bir çığlıktır bu aslında.

Açlık grevinin başlamaması veya bu boyutlara ulaşmaması için ne tür çalışmalar yürüttünüz?

Biz, bu son açlık grevlerinin büyümemesi için önce mekik diplomasisi yürüttük. Cezaevinin yakınmalarını aldık ve bunları soru ve araştırma önergeleriyle Meclis gündemine taşıdık. Toplantılarla, basın açıklamalarıyla yaşananları kamuoyuna ilettik. İnsan hakları örgütlerine çağrı yaptığımız gibi Adalet Bakanlığı’na da cezaevlerini işkencehaneye çeviren uygulamalara son verilmesi çağrısı yaptık.

Hükümetten bu çağrılarınıza yönelik herhangi bir geri dönüş oldu mu?

Hükümet en az bir yıldır bizimle temas kurmamak konusunda açık bir politika sahibi. HDP olarak cezaevlerine talimat gönderme hakkı ve haddine sahip değiliz. Ama hükümetin tüm kitle iletişim araçlarını susturduğu, kalanları da kendi zurnası haline getirdiği bu atmosfer içinde açlık greviyle seslerini vicdanlara ulaştıramayacaklarına dair gözlemlerimizi mahpusların ailelerine, insan hakları örgütlerine aktardık.

MAHPUSLAR İNSANCA MUAMELE İSTİYOR

Peki milletvekilleriniz Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’in 7 Nisan’da Adalet Bakanı’yla yaptığı görüşmeden nasıl bir sonuç çıktı?

Sadece bu konuyu konuşmak kaydıyla, bir ay boyunca Adalet Bakanı’nı görüşmeye zorladık. Sonunda bir randevu alabildik ama görüşmenin olacağı gün, Adalet Bakanı randevuyu gerekçesiz iptal etti. Hapisteki insanlara, hapiste tutmak dışında verilen her türlü cezai müeyyide suçtur. Eziyet, işkence, tehdit etmek, insani ihtiyaçları karşılamamak, revire veya hastaneye götürmemek suçtur. Bütün bu suçların işlenmemesi ve bu açlık grevine başlanmaması için görüşmek istedik Adalet Bakanı’yla. Zaten açlık grevleri ilk etapta süreli ve dönüşümlüydü. Yani üçer-beşer günlüktü. Ayrıca henüz tüm cezaevlerinde yaygınlaşmamıştı. Şakran’da ilk başladı. Çünkü en ağır tecrit ve gayri insani muamele şikâyetleri oradan geliyordu.

Sonuçta bir hafta gecikmeyle Adalet Bakanı görüşmeyi kabul etti. Bakana, sayılarla hangi cezaevinde ne tür gayri insani muamele olduğunu iletti arkadaşlarımız. Mahpuslarla cezaevi yönetimleri arasında, mevzuat dışı uygulamaların yapılmaması konusunda bir mutabakata varılmasını önerdik. Referanduma sayılı günler kala, neden illa bir cezaevinden acı haber gelsin? Hükümet neden bunu bekliyor? Kaldı ki hükümlüler “kapıları açın, evimize gideceğiz” diye başlatmadılar ki açlık grevini. “Biz burada insanca muamele görmek istiyoruz” diyorlar.

Mahkumlara yönelik uygulamalarda bir ayrım yapılıyor mu? Neden sadece belli bir grup mahkum açlık grevine girdi?

Her cezaevinin bir “anlayışı” var. Mevzuat eşit değil, keyfi uygulanıyor. Var olan haklar kısıtlanabiliyor veya farklı zorluklar çıkarılabiliyor. Bunun kendisi bile haklarda belli bir standardın olmayışı anlamına geliyor. İkinci bir husus ise şu: Kürt sorununun çatışmalı olduğu dönemlerde, Kürt mahpuslar hangi sebeple hapiste olursa olsun, birer intikam öznesi olarak görüldüler. Diyelim ki bir kentte patlama oldu, bu olay cezaevi personelinin mahkumlara yaklaşımına anında yansıyor. Bir kere bir insan hüküm giyip hapse girdikten sonra artık devletin güvencesi altındadır. O insan, demokratik, adil bir devletin şerefi, namusu ve haysiyetidir. Sen eli kolu bağlı, himayende olan bir insana nasıl eziyet edersin, işkence yaparsın! Bir devletin imanı, onun adaletidir. İnançlı bir insan buna itiraz ediyorsa, ettiği secdeyle çelişir.

BOZDAĞ GÖRÜŞMESİNDEN SONRA POZİTİF GELİŞME OLMADI

Gelinen aşamada bir çıkış yolu görünüyor mu?

1999’daki Hayata Dönüş Operasyonu hafızamızda duruyor. Bir katliam gerçekleşti o zaman. Cezaevlerinde tek bir insanın hayatını yitirmemesi için elimizden gelen çabayı sarf edeceğiz. Ama karşımızdaki hükümet, devlet aklı, en az iki yıldır ölümden beslenen, ölümü kutsayan bir noktada duruyor. Maalesef şu an toplumun kahir ekseriyeti, bu hükümetin kontrolündeki kitle iletişim araçlarıyla besleniyor. Dolayısıyla bir vicdan çağrısının geniş yığınlar içinde bir karşılık bulacağından kuşku duyuyorum. Bakın, cezaevleri çok bedel ödedi. Bir kez daha söylüyorum: HDP olarak kimseye talimat verme haddimiz yok. Ama bu sorun bir an önce diyalogla, müzakereyle çözülmelidir. Tek bir insan hayatını kaybederse, sorumlusu hükümettir, Adalet Bakanlığı’dır.

Bekir Bozdağ’la yapılan görüşmeden sonra herhangi bir gelişme yaşanmadı mı?

Şu ana kadar bize yansıyan herhangi bir pozitif gelişme maalesef yok.

Tüm yazılarını göster