Orta sınıfın büyük şehirlerde yaşaması hâlâ mümkün mü?

Şehirleri ve toplumu ayakta tutan birçok insanın, mesela öğretmenlerin, hemşirelerin, bilimum memurların gelirleri büyük şehirlerde yaşamaya yetmemeye başladı. Sistem insanlara iki seçenek sunuyor. İki negatif seçenek: Ya beklentilerinden ve hayata dair hedeflerinden ya da büyük şehirlerden vazgeçeceksin. 

Yenal Bilgici yenalbilgici@gmail.com

1.

Bu hafta başında ilginç bir tweet’e rastladım. Muş Malazgirt’te genç bir öğretmen, okulun tam karşısında tuttuğu yeni evinin fotoğrafını takipçileriyle paylaşmış, kirasından haber vermiş ve yaşadığı yerde hayat pahalılığı olmadığı için memnun olduğunu anlatmıştı. Ne güzel, yolu açık olsun. Mesleğini kafası rahat bir şekilde icra edecek demektir. Hayatta en çok aranan imkân da bu değil midir zaten? 

Bu tweet’i alıntılayan bir başka kullanıcı da, öğretmene güzel temennilerini ilettikten sonra bu rahatlıktan yola çıkarak önemli bir konuyu sorguluyor; “bölgesel maaş uygulamasına mı geçilmeli acaba” diyordu. 

İstanbul

Neticede İstanbul’daki öğretmen de aynı maaşı alıyor. Ama aynı maaşla çok daha büyük bir canavarla boğuşmak zorunda. Diğer büyük şehirler de aynı. Kira, ulaşım, yeme içme… Her şey, her şey çok daha pahalı. Hayat çok daha masraflı. Biriktirmek, kenara koymak, yatırım yapmak, ev araba almak zaten artık mümkün değil de, sadece ayakta durmak, yaşamaya devam etmek bile bir memur maaşıyla müthiş zor. Mutlu olmak, keyif almak, işini gönlünce yapmak zor. 

Hele İstanbul’da… 

2.

İstanbul bu konuda yalnız değil. 

Müreffeh Avrupa ülkelerinin rahat görünen şehirlerinde de güzel manzaraların üstünü kazıyınca alttan başka bir gerçeklik çıkıyor. Öğretmenler, hemşireler, memurlar… Orta sınıf için hayat büyük şehirlerde zorlaşmaya başladı. Şehirleri çekip çeviren sabit gelirli insanların standartları ile şehrin yeni standartları paralel ilerlemiyor. Kiralar artıyor, pahalılık artıyor ama maaşlar artmıyor. Londra, Paris, Amsterdam… Devletten maaş alarak yaşayan çalışanlar için şehirlerdeki mücadele giderek zorlaşıyor. Hele de sendikaları yoksa ya da var olan sendikalar iş yapmıyorsa. 

Amsterdam’dan iyi bildiğim bir örnek vereyim. Şehirde giderek kendini hissettiren bir öğretmen açığı var. En merkezi mahallelerdeki okullar, öğretmen bulamıyor. Bazı dersler boş geçiyor. Bazı haftalar çocukların evde kalması için velilere mesajlar gönderiliyor. Öğretmen yok, çünkü öğretmenler Amsterdam’da yaşayamıyor. Gelirleri, gitgide yükselen kiralara yetmiyor. Canavarla boğuşamıyorlar. Mücadeleye karar verdiklerindeyse hayattan keyif alamıyorlar. 

Müreffeh Batı’da dillendirilen birçok sorun “Bu da sorun mu” dedirtir bize. Adı üstünde, first world problems (birinci dünya sorunları)... Ama kapitalizm, o “first world”ün içinde de çok kıyıcı işliyor; toplumu ayakta tutan sabit gelirli insanların aleyhine çalışıyor.

Sistem bu insanlara iki seçenek sunuyor. İki negatif seçenek: Ya beklentilerinden ve hayata dair hedeflerinden ya da büyük şehirlerden (hatta bazen Amsterdam gibi büyük olmayanlarından da) vazgeçeceksin. 

Bunun, üzerine sayfalarca yazacak iki temel sebebi var ama her şey temelde bir iki cümleye dayanıyor. Birinci cümle: Adına kapitalizm denen, esasen sadece sermayeyi koruyan sistemin açmazları ve acımasız yapısı. İkinci cümle: Şehirlerin doğal sınırlarına çoktan ulaşmış olması. 

3.

Brexit’le, vergi kolaylığıyla ve beyin göçüyle nüfusu bir tık şişen Amsterdam’da belki biraz daha konut yapılsa sorun çözülecek ama coğrafi yapı ile hukuki düzenlemelerin katılığı buna izin vermiyor. Sadece 800 bin nüfuslu Amsterdam’ın çapı, Avrupa’nın büyük şehirleriyle karşılaştırılmayacak derecede küçük. Neticede çalışan ve maaşla yaşayan kesim kendine orada bir yer ve gelecek bulmakta giderek zorlanıyor.

Paris’in, Londra’nın, Berlin’in kendine göre sorunları var. Onlar da birinci sıraya göçü yazıyorlar.

Yine de tüm bu sorunlar İstanbul’unkilerin yanında son derece hafif kalıyor. İstanbul’un meselesini ifade etmek için sayılar yetmiyor. Mantık da yetmiyor. “Mantık” denince akla gelen ilk isim Aristoteles, bir şehrin kendine yeterlik ve toplumsal ilişkilerdeki uyumun dengesini sağlaması gerektiğini yazmıştı. Ona göre şehir ne küçük ne de büyük olmalıydı; çünkü küçük şehirler ekonomik açıdan sürdürülebilir değildi; büyüklerse siyasi istikrarsızlık, toplumsal huzursuzluk gibi tehlikeleri barındırıyordu. 

Aristoteles, kendi çağına göre düşünüyordu. İstanbul’u görse ağzı açık kalırdı; bütün görüşlerini de şöyle bir gözden geçirirdi.

Yıllardır iç göçle, şimdilerde dış göçle nüfusu hep artan İstanbul artık şehirden öte, bir fenomen. 

İstanbul esasen kendi için yaşıyor. İstanbul’un ürettiği işler, büyümeden kaynaklı işler. İnşaat, hazır yemek, servis… Şehir esasen sadece kendini doyurmaya çalışıyor. Ama hiç tatmin olmuyor; üstelik sakinlerini de gitgide çaresiz bırakıyor.

Evet, Malazgirt’te insan kafası rahat bir şekilde mesleğini icra edebilir, öğretmenlik yapabilir ama İstanbul’da bu gerçekten mümkün mü? İnsanın kendini gerçekleştirmesinin koşulları kaldı mı? Sadece öğretmenler için değil, maaşla yaşamaya çalışan ya da serbest piyasada teknesini yüzdürmeye çalışan hemen herkes için…

İstanbul artık mümkün mü?

4.

Bunca nüfusun, bunca gücün, bunca sermayenin, bunca paranın tek bir şehirde yoğunlaşmasının stratejik sıkıntıları üzerine konuşuldu. Çevre sorunları dillendirildi; onlarca şehri beslemesi gereken su havzalarının sadece İstanbul’a yönlendirilmesi sorgulandı. Fabrikaların başka şehirlere kaydırılması, sanayinin Anadolu ve Trakya’ya dağıtılması çokça önerildi ama rüzgâr hep tersine esti; bunlar olmadığı gibi Kanal İstanbul, yeni havalimanı, üçüncü köprü gibi çılgın projelerle şehre şehir eklendi, ekleniyor. 

Ama İstanbul mümkün mü sahiden? Eskiden olduğu kadar cazip mi? Yetişmiş ve kendini yetiştirmek isteyen insanlara hayal sunuyor mu? 

Hep fabrikaları, hep sanayiyi konuşuyoruz ama başka birçok sektörün de İstanbul’da olmasına gerçekten ihtiyaç var mı? 

Biraz fikir jimnastiği yapalım.

Basının tümüyle İstanbul’da olmasına artık gerek var mı? Basının beraber yaşadığı, her bir gazetenin aynı bedenin kolunu bacağını oluşturduğu Babıali günleri zaten çoktan geride kalmıştı. Şimdi hiçbir gazetenin, televizyonun, web sitesinin, platformun; kısacası hiçbir mecranın birbiriyle ilgisi yok. Dahası, gazetelerde örneğin, departmanlar arası ilişkiler azaldı; hatta gazetelerin kendi personeliyle ilişkisi de azaldı. Eşyanın doğasına aykırı ama birçok gazete uzaktan hazırlanıyor. İş tanımı değişmedi belki ama işi yapma biçimi değişti. Gazeteler insansızlaştı, küçüldü; ufukta geriye dönüş de görünmüyor. Bu yeni biçim, yeni yaşam, yeni iş performansı ileride illa İstanbul’da mı yaşanacak?  

Yayınevlerinin İstanbul’da olması sahiden kârlı mı? Özellikle de sektöre yeni girenlerin? 

Eğlence sektörü İstanbul dışında var olamıyor mu? (Hollywood’un Los Angeles’ta olması gibi; sinema, dizi işinin büyük oranda taşınmasının zamanı gelmedi mi? Mesela Antalya’ya?)

Belki başka türlüsü olamıyordur; cevabını bildiğim, retorik sorular değil bunlar. Bildiğiniz, tanıdığınız sektörler üzerinden soruları çeşitlendirebilirsiniz, olası cevaplar üzerine düşünebilirsiniz. 

İstanbul İstiklal Caddesi

5.

İstanbul hep zor bir yerdi. “Ama mekânlar tıklım tıklım, demek ki para var” diyenlere bakmayın; İstanbul hep yoksuldu. 16 milyonluk şehirde mekânları dolduracak kadar insan da çıkıyor sonuçta. Ama mekânları doldurmayanların, evlerinde oturanların, “ileride oturacak evim olur mu” diye düşünenlerin sayısı daha çok. Hem de ne çok. 

Yoksulluk büyüyor; orta sınıfı da ele geçiriyor artık; hatta çoktan ele geçirdi; orta sınıf diye bir şey bırakmadı. Birinci Dünya’da yavaş yavaş ama gayet kıyıcı bir şekilde işleyen sistem bizde muazzam bir hızla işliyor.

Şehirler giderek mutsuzlaşıyor. Belki birdenbire boşalmıyor ama giderek mutsuzlaşıyor. Bu mutsuzluk sistemin eseri. Bir de şehrin kendi sınırları meselesi var… O sınırları da biz yeniden düşünmeliyiz. 

Büyük şehrin, İstanbul’un artık mümkün olup olmadığını düşünmeliyiz.

Tüm yazılarını göster