Meral Danış Beştaş: Demirtaş, Erdoğan’dan daha özgür

Yargı içindeki FETÖ’cü tasfiyesinin Ergenekon ve Balyoz sanıkları açısından pozitif sonuçlar yarattığını ama Kürt siyasetçilerine yönelik yaklaşımın aynen devam ettiğini söyleyen Anayasa Komisyonu Üyesi Meral Danış Beştaş’a göre, zihniyet açısından yargıda FETÖ-AKP ittifakı devam ediyor. Öte yandan Beştaş’a göre iktidarın hedefindeki Selahattin Demirtaş’ı cezaevinde tutmaya devam etmek kolay olmayacak.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş için “terörist” ifadesi kullanması, HDP’ye yönelik tutum konusunda yeni bir eşik anlamına geliyor. Erdoğan, Demirtaş’ı 6-8 Ekim 2014’teki Kobani olaylarının sorumlusu olarak lanse ederken, yargı da Demirtaş dosyasını bu olaylar sırasında katledilen Yasin Börü dava dosyasıyla birleştirdi. Öte yandan TBMM’nin bombalandığı darbe girişiminin yıldönümünde, AKP-MHP ittifakıyla gündeme getirilen TBMM İç Tüzük değişikliği teklifiyle milletvekillerinin ifade özgürlüğüne önemli kısıtlamalar getirilmesi öngörülüyor.

15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden bir yıl geçti. Bu süreçte darbe girişiminin baş aktörü olan Fethullahçı örgütlenmenin devlet içinde önemli ölçüde tasfiye edildiği ifade ediliyor. Peki, gerçekten de Fethullahçılar artık eski güçlerine kavuşamayacak düzeyde tasfiye edilebildiler mi? Neden yargı içinde sürekli değiş-tokuş yapılıyor, atanan hâkim ve savcılar tekrar görevden alınıyor?

TBMM Anayasa Komisyonu üyesi, HDP Adana milletvekili Meral Danış Beştaş’la kendilerini yıllarca hedef alan Fethullahçı yapılanmayı, 15 Temmuz ve sonrasını, Kobani olaylarını ve Demirtaş’a yönelik basıncı konuştuk.

HDP Adana milletvekili Meral Danış Beştaş

'MESELE KÜRTLER OLUNCA TUTUM DEĞİŞMEDİ'

Cemaatin iktidar tarafından muteber görüldüğü dönemde size yönelik çok sayıda siyasi operasyonun başını Fethullahçıların çektiği söyleniyordu. 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden geçen bir yılda devlet içindeki Fethullahçıların büyük ölçüde tasfiye edilmesinin size yönelik etkisi ne oldu?

15 Temmuz’dan sonra Fethullahçılara karşı en fazla operasyon yargı içinde gerçekleştirildi. Fethullahçıların bize yönelik operasyonlarından söz edildiğinde 14 Nisan 2009’da başlayan KCK operasyonları, Hatip Dicle ve Fırat Anlı’nın da aralarında bulunduğu meşhur kelepçeli fotoğraf akıllara geliyor. O operasyonlarda binlerce insan tutuklandı ve yıllarca hapis yattılar. Fakat o davalara bakan hâkim ve savcıların hemen hepsi FETÖ’den tutuklandı. Bazıları örgüt üyeliğiyle, müebbet hapis cezasıyla yargılanıyor. Mesela Hatip Dicle, Kamuran Yüksek gibi siyasetçilerin de bulunduğu KCK Ana Davası’nın mahkeme başkanı üç kez müebbetle yargılanıyor. Bunların arkadaşlarımız hakkında hazırladıkları iddianameler ve hatta aldıkları mahkumiyet kararları var. Biz bu hâkim ve savcıların aldıkları kararlarla ilgili yargılanmanın yenilenmesi talebinde bulunduk. Bu taleplerimizin hiçbiri kabul edilmedi. Dahası, HSYK’nın, yani aslında iktidarın atadığı yeni hâkim ve savcılardan oluşan mahkeme heyeti, FETÖ’den tutuklu savcıların iddianame ve mütalaalarına dayanarak mahkumiyet kararı verdi. Fakat Ergenekon ve Balyoz davalarında ise yeni atanan hâkimler tümüyle beraat kararı verdi. Yani Ergenekon ve Balyoz sanıkları aklanırken, mesele Kürtler olunca tutum değişmedi.

Yargıtay’ın Mart ayında Van Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Bekir Kaya dosyasında sanıklar lehine verdiği karar da var ama…

Yargıtay’ın yaptığı, halen Silivri’de yatan Bekir Kaya’nın gerçek siyasi faaliyetlerini, siyasi faaliyet olarak kabul etmesinden ibaret aslında. Ama bu karar yerel mahkemelere yansımadı. Nitekim halen bu tür demokratik siyasi çalışmalardan dolayı örneğin Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, milletvekilleri, belediye başkanları hapiste. Oysa normalde bağlayıcı olan Yargıtay içtihadının hemen yerel mahkemelerde karşılık bulması gerekiyor. Sonuçta Ergenekon, Balyoz sanıkları için pozitif sonuç yaratan Fethullahçı hâkim-savcı tasfiyesi Kürt siyasetçileri açısından herhangi bir pozitif etki yaratmadı. Mesele Kürtler, talep de eşit ve özgür yurttaşlık temelinde demokratik çözüm olunca, AKP ve FETÖ ittifakı, işbirliği devam ediyor!

Nasıl yani?

Bu çok net bir tablo. 15 Temmuz darbe girişimiyle AKP-FETÖ çatışması doruğa çıktı ve şu an en büyük düşman olarak Fethullahçıları gösteriyorlar. Oysa pratikte Kürt karşıtlığında, Kürtlerin haklarını vermeme, dil ve kültürünü reddetme ve yargıdaki pratiği devam ettirmede işbirlikleri devam ediyor.

AKP’yle çatışmaya başladıktan sonra Fethullahçıların sizinle yakınlaşmak için herhangi bir girişimleri oldu mu?

Fethullahçıların bize yaklaşmasının söz konusu olmadığını söylemeyi bile zul addederim. Fethullahçıların Kürtlere, daha da ötesi demokratik muhalefete yaklaşımını herkes biliyor. Ama hükümet böyle bir algı yaratmak istiyor.

'FETHULLAHÇILAR İÇİMİZE SIZAMADI'

İktidarla çatışma öncesinde en fazla size yönelik operasyonları organize eden Fetullahçıları hâlâ bir tehdit olarak görüyor musunuz?

15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı hapse ilk atılacak olanlar bizlerdik. Ama darbe girişimi başarısız oldu, yine hapse giren bizler olduk. 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL, bize yönelik bir darbedir.

Son bir yıldır yapılan operasyonlarda görülüyor ki, hangi taşı kaldırsanız altından Fethullahçı çıkıyor. Devletin, siyasetin, sivil toplumun pek çok alanına sızmış olan Fethullahçılar nasıl oldu da Kürt hareketinin, HDP’nin, DBP’nin içine sızamadı?

Fethullahçıların bizim içimize sızmaları söz konusu olsaydı, AKP bunu binlerce kez deşifre etmişti. Fakat iktidar, devlet, tüm istihbarat kurumları bizimle ilgili böyle bir veri elde edemedi, edemez de. Çünkü yok. Biz bir halk hareketiyiz ve hareketimizden herhangi bir iktidar pastası çıkmaz. Bizde acı, mazlumiyet ve buna karşı bir direniş var. Biz siyaseti iş bulma, iş verme, ihale kapma, kariyer devşirme alanı olarak kullanmıyoruz. Ne birilerine HSYK’dan kadro verebiliriz, ne de bankaları peşkeş çekebiliriz. 85 belediye eşbaşkanımız hapiste ama hiçbiri hakkında bir yolsuzluk iddiası yok.

'O KADAR AYNILAŞMIŞLARDI Kİ, ŞU AN AYIRT EDEMİYORLAR'

Yargı konusunda hâlâ hangi yargıcın Fethullahçı, hangisinin AKP’li olduğuna dair şaibeler var. Hâlâ yaptıkları atamaları geri çekiyorlar, yer değiştiriyorlar, tenzili rütbe yapıyorlar. Nasıl oluyor da bunca istihbarata rağmen bu konudaki belirsizlik sürüyor?

Çünkü etle tırnak gibiydiler, iç içe geçmişlerdi. O kadar aynılaşmışlardı ki, şu an ayırt edemiyorlar. Hâkimin Fethullahçı olup olmadığı alnında yazmıyor. Geçmişte birlikte hareket etmişler, aynı pencereden bakmışlar. Şu anda mesela, HSYK atamalarında ölçü nedir, örneğin tutuklu milletvekilleri dosyalarına bakan Diyarbakır Başsavcı vekili Kurtçu Eker, neye göre alınıp Fethiye başsavcısı yapıldı? AKP milletvekili Şamil Tayyar mesela, Kurtçu Eker hakkında FETÖ’cülük imasında bulundu…

Tutuklu milletvekilleri dosyasına bakan savcının yerinin değiştirilmesi sizin lehinize değil mi?

Değil; çünkü diğer hâkim-savcılar aynı uygulamayı sürdürüyor.

'İKTİDAR KORKMAKTA HAKLI'

O halde niye yeri değiştiriliyor?

AKP kendini güvende hissetmiyor. Korku AKP’yi ve genel başkanını esir almış durumda.

Devlet içinde bu kadar örgütlenmiş bir yapı söz konusuyken, bu korkuyu yaşamakta haksızlar mı?

Korkmakta çok haklılar; çünkü o kadar büyük hukuksuzluklara, suçlara imza attılar ki! Bu suçları hafifletmek için yaptıkları her yeni hamlede daha büyük bir hukuksuzluğa imza atıyorlar. Bunların ortaya çıkması, onları sanık yapacak. Uluslararası Ceza Mahkemesi önünde yargılanmalarını gerektiren fiiller var. Keza şu anda, mesela Rıza Zarraf ABD’de tutuklu ama başrolde hükümet üyeleri var. Türkiye tarihinde ilk kez bu davalar kapsamında bir mahkeme kanunla ortadan kaldırıldı, savcılar değiştirildi ve atanan yeni savcılara takipsizlik kararı verdirildi. Dolayısıyla insan suçlu olunca korkar. Biz niye korkmuyoruz? Çünkü hesabını veremeyeceğimiz hiçbir şey yok.

Az önce “yargıda FETÖ-AKP ittifakı devam ediyor” dediniz. Bu iddianızı biraz daha sarihleştirir misiniz?

Oturup anlaşılıyor anlamında değil, bakışları ve yaklaşımlarının benzerliğini vurgulamak için söylüyorum. Ama bu bakış ve yaklaşım benzerliği belki de zımni bir ittifaktır. Yarın, öbür gün tekrar bir araya gelmemeleri için belki de bir sebep yoktur.

Sizce bunca tasfiye operasyonundan sonra Fethullahçıların tekrar dirilerek eski güçlerine kavuşmaları ihtimali var mı?

Bu kadar kolay bitirilebilecek bir yapı değil. Uluslararası alanda bu kadar geniş kadroları elinde tutan, yargıdan emniyete kadar devlet aygıtı içinde bu kadar örgütlenmiş bir yapı bir-iki yılda temizlenemez. Öte yandan 15 Temmuz sonrasında yapılan operasyonlarda tutuklanan herkes Fethullahçı değil. Hükümet de bu konuda, bir yönüyle amatörce, el yordamıyla, korku psikolojisiyle, bir yönüyle de son derece kurnazca hareket etti. Herkesi FETÖ torbasına koyuyorlar. Sadece 'üstünün emrine riayet etti' diye yüzlerce asker FETÖ’den tutuklandı. Ayrıca hazır böyle bir “lütuf” elde etmişken de örneğin Ahmet Şık, Kadri Gürsel gibi isimleri bile FETÖ’cü ilan ettiler. Buna benzer yüzlerce insanı da bu kapsamda hapsettiler. Bütün muhalefeti bir-iki torbaya sıkıştırmaya çalışıyorlar. Ya PKK veya FETÖ diyorlar.

'DEMİRTAŞ, AKP’Yİ İKTİDARDAN İNDİREN TEK LİDERDİR'

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz gün Almanya’daki G-20 zirvesi sırasında Selahattin Demirtaş için “o bir terörist” açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu açıklama, AKP’li olmayan herkesin terörist ilan edilmesidir.

Erdoğan bu suçlamayı, 6-8 Ekim 2014 Kobani olayları bağlamında yaptı. Olaylar sırasında öldürülen gençlerden Yasin Börü dosyasıyla Demirtaş’ın dosyası birleştirildi. Erdoğan’ın açıklaması ile yargının bu kararı, Demirtaş açısından ne anlama geliyor?

Demirtaş deyince, milyonlarca insanın iradesini temsil eden, ABD’nin önde gelen itibarlı dış politika dergilerinden Foreign Policy tarafından dünya lideri seçilen, insan hakları ödülleri almış ve şu anda da Vaclav Havel İnsan Hakları Ödülü’ne aday gösterilen bir liderden söz ediyoruz. Demirtaş sadece Kürtler nazarında değil, Türkiye genelinde büyük bir sempati toplamış, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’a karşı büyük büyük bir başarı sağlamış bir lider. Ama en önemlisi de 7 Haziran’da AKP’yi iktidardan düşüren tek liderdir Demirtaş. 2002’den 2015’e kadar kimse AKP’nin tek başına iktidarını engelleyemezken Demirtaş şahsında bizim siyasetimiz bunu gerçekleştirdi. Dolayısıyla Erdoğan’ın Demirtaş’a ilişkin söylediği sözü şahsi öfkesiyle açıklamak lazım. Demirtaş sadece halkın yüreğinde yer alabilen çok başarılı bir politikacı olmakla kalmadı. İyi bir baba, iyi bir arkadaş, iyi bir sanatçı aynı zamanda. Dolayısıyla hedeflenen, Demirtaş’ı ve onun şahsında da HDP’yi bitirmektir.

Peki, bunun zemini için neden 6-8 Ekim olayları ve Yasin Börü davası seçildi sizce?

Bakın, Demirtaş’ın davası şu anda Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi’nde. Normalde "tensip" dediğimiz ilk inceleme yapılır ve maksimum iki hafta içinde duruşma günü belirlenir. Demirtaş dosyası ise aylarca duruşma günü bekledi. Ve mahkeme başkanı sürekli dosyanın Yasin Börü dava dosyasıyla birleştirilmesini istedi. Yasin Börü davası Ankara’da bir başka mahkemede görüldü, karar çıktı, kamuoyuna yansıdı, bitti. Fakat dosyanın bir bölümü tefrik edildi.

Tefrik edilmesi ne anlama geliyor?

Davada üç sanık var, ikisi hakkında eksiklikler tamamlanarak karar verildi. Ama bir sanıkla ilgili eksiklikler tamamlanmadığı için tefrik edildi, ayrıldı yani. Mahkeme, birkaç defa Demirtaş’la Börü davası arasında bağ olmadığı için birleştirilme talebini reddetti. Bunun üzerine 19. Ağır Ceza Mahkemesi re’sen, yani kendiliğinden dosyayı birleştirme kararı aldı. Erdoğan da bununla eşzamanlı olarak Demirtaş’a terörist dedi ve onu Kobani olaylarındaki ölümlerden sorumlu tuttu. Şimdi kim bize, mahkeme kararıyla Erdoğan’ın açıklaması arasında ilişki olmadığını söyleyebilir!

'HDP’YE YÖNELİK YARGI OPERASYONUNU HÜKÜMET YÖNETİYOR'

Fakat Erdoğan’ın açıklaması, mahkemenin dava dosyalarını birleştirme kararından sonraydı…

Elbette; ama mahkemenin dosyaları birleştirme ısrarının arkasında bu siyasi yaklaşımın olmadığına kimse bizi ikna edemez. Mahkeme bu siyasi yaklaşımla yönetiliyor. Tıpkı 4 Kasım’daki gibi.

Milletvekillerinizin gözaltına alındığı operasyondan söz ediyorsunuz…

Evet, 4 Kasım 2016’da, aynı dakikalarda, farklı 6 ilde, 6 ayrı savcıya yaptırıldı o operasyon. Bu hukuk işlemi değil, siyasi bir faaliyettir.

Niye? Normalde tek bir savcı mı yapar bu tür operasyonları?

Tabii ki! Normalde savcılar arasında bir koordinasyon yoktur. Bingöl savcısıyla Diyarbakır savcısının veya İstanbul’dakiyle İzmir’dekinin birbirinden haberi olamaz. Zaten hukuk sistemimizde böyle bir koordinasyon mekanizması yok. Dolayısıyla karar Ankara’dan verildi. HDP’ye yönelik operasyon hükümet tarafından yürütülüyor. Başında da kimin olduğunu biliyoruz… Şimdi gelelim, neden Kobani olayları zemin olarak seçildi sorunuza. İlk günden itibaren, 6-8 Ekim’den HDP’nin ve Demirtaş’ın sorumlu olduğuna dair bir algı oluşturulmaya çalışıldı ve bunu da Yasin Börü üzerinden yaptılar.

İşin vak’a boyutu bu. Peki, hukuk boyutu ne?

Bir kere Demirtaş hakkında Börü davasıyla ilgili bir fezleke yok. Milletvekillerinin yargılanabilmesi için meclisin bir fezlekeyle ilgili dokunulmazlığı kaldırması gerekiyor. Şimdi mahkeme, olmayan bir fezleke üzerinden dosyayı birleştiriyor. Bunun hukukla hiçbir alakası yok. Avukatlar bu karara itiraz ettiler tabii.

'ÜYELERİMİZ KADAR YASİN BÖRÜ İÇİN DE ÜZÜLDÜK'

Selahattin Demirtaş, Erdoğan’a verdiği yanıtta Kobani olayları sırasında öldürülen 54 kişiden 44’nün HDP’li olduğunu ifade etti. Fakat İzmir’de linç edilen Ekrem Kaceroğlu gibi birkaç isim dışında bu 44 HDP’li hakkında neredeyse hiçbir bilgimiz yok. Kaceroğlu ismini hatırlamamızın sebebi de, linç edilen oğlunu korumaya çalışan baba Bedrettin Kacaroğlu’nun polise mukavemetten yargılanmış olması. Dolayısıyla biz neden öldürülen 44 HDP’li hakkında doğru dürüst bir bilgiye sahip değiliz?

Öncelikle o tarihteki gelişmeleri hatırlayalım. 15 Eylül 2014’te IŞİD’in saldırısı karşısında Diyarbakır’dan Antalya’ya, İstanbul’dan Ankara’ya kadar halk neden Kobani’ye sahip çıktı? Suruç halkıyla Kobani halkı aynı ailenin parçaları.

Ahmed Arif’in tabiriyle "birbirine karışmış tavukları…"

Kardeşimin karşı karşıya olduğu tehlike beni ne kadar ilgilendiriyorsa, Kobanilinin karşı karşıya olduğu tehlike de beni o kadar ilgilendirir. İkincisi de IŞİD o dönemde Şengal ve Musul’da insanın izah edemeyeceği vahşetlere imza atıyordu. IŞİD’in Kobani kuşatmasıyla insanlardan tepkiler, sivillerin kurtarılması için koridor oluşturulması talepleri gelmeye başladı. Sınırda nöbet tutan siviller gazlı, coplu müdahalelerle karşılaştılar. Türkiye’nin Kobani’ye yardım etmesini istedik. HDP, halka bu konuda demokratik tepki çağrısı yapmıştı. Tıpkı Adalet Yürüyüşü gibi, tıpkı 15 Temmuz darbe girişiminde bizzat cumhurbaşkanının halkı sokaklara çağırması gibi. Ayrıca o dönemde çözüm süreci, hükümetle görüşmelerimiz devam ediyordu. Salih Müslim, Türkiye’ye geliyor, resmi karşılanıyordu. Buna mukabil 15 Eylül’den itibaren halkta bir infial vardı.

Keza Kobani’den de her gün cenazeler geliyordu…

Tabii, İnsan Hakları Gözlemevi’nin raporuna göre 15 Eylül-1 Ekim tarihleri arasında 412 sivil yaşamını yitirmiş Kobani’de. 90 bin insan Türkiye’ye kaçmak zorunda kalmış. Bunun üzerine 1 Ekim 2014 günü Demirtaş, başbakan Ahmet Davutoğlu’yla görüşmek için Amerika’daki programını yarıda kesip gelmişti. Davutoğlu-Demirtaş görüşmesinde çözüm sürecinin devamının risk altında olduğu belirtilmiş, Kobani’ye koridor açılması, katliam tehdidinin bertaraf edilmesi konusunda bir “konsensüs” sağlanmış, bu da basına açıklanmıştı. 6 Ekim’de Mürşitpınar sınır kapısı IŞİD tarafından alınınca, Kobani’deki binlerce insan tehdit altına girdi. Bunun üzerine partimiz her zaman yaptığı çağrılardan birini yaparak halkı demokratik tepki göstermeye çağırdı.

'KOBANİ OLAYLARINDA ÖNLEME DEĞİL TEŞVİK VARDI'

Ne oldu da o tepkiler onlarca insanın ölümüne sebep olacak bir çatışmaya dönüştü peki?

6 Ekim’de Varto’da bir genç polis tarafından öldürüldü. Sonra Batman’da Hüda-Par’lı olduğu iddia edilen kişilerin saldırısıyla bir kişi daha hayatını kaybetti. Devamında da Yasin Börü’nünki dahil dehşet olaylar, ölümler yaşandı. İddia ediyorum, ispat da edebilirim, polisin görevini yaptığı hiçbir toplumsal olayda ölüm olmamıştır. Sokağa çıkanları, o etkinliği korumak, demokratik tepkinin ortaya çıkmasını sağlamak ama şiddeti de önlemektir polisin görevi. Bir milyon insan Newroz’da toplanıyor, kimsenin burnu kanamıyor. Adalet Yürüyüşü’nde örneğin, niye kimsenin burnu kanamadı? Çünkü orada polis müdahale etmedi. Çünkü içeriye provokatörler girmedi, kimse tahrik etmedi. Polis koruma görevini yerine getirdi. Demek ki isteyince oluyor. Şunu da özellikle söyleyeyim ki, biz HDP’li üyelerimiz için ne kadar üzüldüysek Yasin Börü için de o kadar üzüldük. İlk günden itibaren de o konudaki düşüncemizi söyledik. Sonradan da Hüda-Par Genel İdare Kurulu Üyesi Şeyhmus Tanrıkulu, iktidarın Yasin Börü cinayetini kullandığını ifade etti.

Peki siz 44 üyesini kaybetmiş bir parti olarak, söylemsel düzeyde de olsa, neden bu karşı propagandanın üstesinden gelemediniz?

Gelemedik, bunu kabul ediyorum. Ama bunun gerekçeleri de var. Basın bize kapalı, suç duyurularımız sonuçsuz kalıyor, takip ettiğimiz davalarda genellikle ceza verilmiyor. Polislerin ve HDP’ye karşı olanların korunma zırhı çok yüksek. Bu olaydaki davalara baktık, Yasin Börü dışında sadece Şehriban Sertkal’ı bulduk. Antep’te sağır-dilsiz bir kadın Kobani olayları sırasında yoldan geçerken yaralanmış ve bu olayın sanığı yapılmış. Sonra bakmışlar ki bir şiddet aracı elinde yok, bu sefer de propagandadan sanık yapılmış.

Yani 6-8 Ekim olaylarında öldürülenlerle ilgili hukuki bir takip olmadı mı?

Devlet o zaman ortadan çekilmişti. Kimseye müdahale edilmemiş, kimlik sorulmamış, bir nevi “ne yaparlarsa yapsınlar” denilerek bir ortam yaratılmıştı. Önleme çabasından çok saldırıya teşvik vardı. Bildiğim kadarıyla Yasin Börü ve Şehriban Sertkal dışında açılmış bir dava yok. Yargılanan kimse yok! Soruşturma var ama duruyor, ilerlemiyor. Meclis’te bu ölümlerle ilgili 11 soru önergesi verdik, hiçbirine yanıt verilmedi. 5 tane araştırma önergesi verdik, komisyon kurulsun ve bu ölümler araştırılsın istedik, hepsi de AKP tarafından reddedildi. Olaylar sırasında Bingöl’de emniyet müdür yardımcısı Ali Şahin ve komiser Hüseyin Hatipoğlu kimliği belirsiz kişiler tarafından öldürüldü. Bunun üzerine bir araçta dört kişi öldürüldü ve Davutoğlu “sorumlular cezalandırıldı” dedi. Fakat bu dört kişiyle ilgili balistik inceleme yapıldı ve polislerin ölümünde fail olmadıkları ortaya çıktı. Peki, kim öldürdü emniyet müdür yardımcısını? Meçhul, hâlâ bilinmiyor. Tıpkı Yasin Börü dışındaki diğer vatandaşların faillerinin bulunmaması gibi bu olayın da failleri bulunmadı. Peki diğerleri bu ülkenin yurttaşları değil mi?

'HALK DEMİRTAŞ’I YALNIZ BIRAKMAYACAK'

Bu olaylardan sorumlu tutulan ve bir cinayet davasıyla dosyası birleştirilen Demirtaş için nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?

Demirtaş’ı halk yalnız bırakmayacak. Çok sevilen ve sahiplenilen başkanımızla partililerimizin, vatandaşlarımızın hiçbir zaman bağı kopmadı. Bu devam edecek. Ama içeride ama dışarıda, kesinlikle Demirtaş, Erdoğan’dan daha özgür. Dört duvar arasındasın ama düşüncen, inancın, mücadele azmin, asıl özgürlüğü sağlayan unsurlardır. Ben başkanımızın da orada Erdoğan’dan da, Binali Yıldırım’dan da ve dışarıda kendilerini özgür zannedenlerden de çok daha özgür olduğunu vurguluyorum. Tabii hükümet HDP’yi kendisine bir engel olarak görüyor. Çünkü biz "radikal demokrasi" diyerek, "büyük insanlık" diyerek yola çıktık. Sünniyse Sünni, Aleviyse Alevi, kadınsa kadın, eşcinselse eşcinsel, Kürtse Kürt, Türkse Türk… Birlikte yaşam tahayyülünü temsil ediyoruz. Bu da iktidarın savunduklarının tam tersi. Bizim yükselişimizi durdurmak için muazzam hukuksuzluklara imza atıyorlar. Amaçları bizi eritmek, tasfiye etmek, konuşamaz hale getirmek.

Peki, eriyor musunuz?

Erimediğimizi gördükçe daha çok öfkeleniyorlar. En son çıtayı “terörist” demeye kadar vardırmanın sebebi bu. Niye erimiyoruz, çünkü bizim üyelerimizin bir çıkar beklentisi yok. Haksızlığa, baskıya ve sömürüye "hayır" dedikleri için siyasetteler. Bu mücadelede bir şey aldıkları için değil, hep verdikleri için yer alıyorlar. Bu haksızlığın, zulmün bitmesi için de vargüçleriyle yaşamlarını ortaya koyuyorlar. Demirtaş içeride de olsa dışarıda da olsa bu mücadeleye özgür bir birey olarak devam edecek. Ama Demirtaş’ı cezaevinde tutmaya devam etmek o kadar kolay olmayacak. HDP kursaklarından geçmez. Çünkü biz gerçekten büyük bir dirence sahibiz. Neyle terbiye edecekler bizi? Cezaevinden, ölümden ötesi var mı?

Meclis’in önümüzdeki günlerde temel gündemi İç Tüzük değişikliği olacak. 18 maddelik bu değişiklik paketinin milletvekillerinin ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı unsurlar içerdiği ifade ediliyor. Örneğin “Kürdistan”, “Kürt illeri”, “Ermeni Soykırımı”, “Soma katliamı” deyince para cezasına çarptırılabilecekler. Bu değişiklik de geçtiğinde Meclis, milletvekilleri için nasıl bir yer olacak?

İç Tüzük değişikliğiyle muhalefet sadece göstermelik olacak ve iki partinin ittifakını izleyecek. Muhalefet kendi sözünü söyleyemeyecek, para cezası tehdidiyle karşı karşıya olacak. “İşkence yapılabilir, ben de bunun önlenmesi için bir şey yapmam ama sen de 'işkence var' diyemeyeceksin” demektir bu. Soma’da 301 insan yaşamını yitirdi ama sen 'Soma katliamı' diyemezsin. Kürt halkı diye bir halk var, Kürtçe diye bir dil var, oturdukları bir coğrafya var ama 'Kürdistan' veya 'Kürt illeri' diyemezsin diyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kürtçe konuşana para cezası veriliyordu. Şimdi vatandaşa değil, vatandaş şahsında milletvekiline para cezası vermek istiyorlar. Kürtçe konuşana para cezası öngören 2932 sayılı yasa 1991’de kaldırılmıştı, Şimdi milletvekillerine bu yasağı getiriyorlar ki, vatandaş ifade etmeye cesaret dahi edemesin. Çünkü vekillik düşünce-ifade özgürlüğünün maksimum düzeyde korunduğu bir görevdir, Meclis de böyle bir yerdir. Biz sorunları parlamentoda konuşamayacak, çözemeyeceksek nasıl çözülecek?

Tüm yazılarını göster