Kırık kalkan kokusu...

Kırılan plastik kalkan parçaları uçuşuyordu havalarda. Daha çok kızdı çiftçiler. Pirinç rakıları arasında kırılanlar oldu, yemekler saçıldı, çatışanların bacaklarının arasında sürüklendi balıklar.

Metin Yeğin myegin@gazeteduvar.com.tr

Onu ilk polis otobüsü yakarken görmüştüm. Diğerlerinden daha ufak tefek görünüyordu. Diğerleri ellerindeki uzun ve kalın demirle otobüsün camlarını kırmaya çalışırken, elinde ucundan bir paçavra sarkmış şişeyle kenarda bekliyordu. Uzun sürdü camların kırılması. İçinden ince teller geçen özel bir camdı galiba. Boş boş sesler çıkartıp içine doğru göçüyordu. Hızla yayılan çatlakları oluyordu ama kırılmıyordu cam.

Çok iyi görünüyordu her şey, bulunduğumuz yerden. Kürsüdeydik biz ve ‘Via Campasina’* başkanı bir konuşma yapıyordu. Endonezya dillerinden biriyle konuşuyordu. Yine Endonezyalı bir kadın çiftçi onu İngilizceye çeviriyordu. Hemen ardından bir Koreli çiftçi de onu Korece’ye çeviriyordu. Bayağı boş zamanımız vardı yani kürsüde. O sırada biz de polis otobüsü yakma etkinliğini seyrediyorduk.

Polisin bir şey yapmışlığı yoktu aslında o sırada ama kendilerini engellemek istediklerinde çok kızdı Koreli çiftçiler. Otobüsün parasını kendileri ödemişlerdi. Pek haksız sayılmazlardı, onların verdikleri vergilerle alınmıştı otobüs.

İnsanın kendi aracını yakmasına karşı değilsinizdir herhalde.

Son bir hamle ile delindi cam. Fazla değil ama bir karış kadar. O sıçrayıp, içine attı molotofu. Pek umurunda olmadı meydandaki çiftçilerin. Bağdaş kurup yere oturmuşlardı. Pirinç rakısı içiyordu çoğu. Sendika dağıtmıştı. Yemek de dağıtmıştı sendika. Sıkı örgütlüydüler yani. İki tane de benzin istasyonu vardı sendikanın. Örgütlenme masraflarını karşılıyoruz bu gelirle demişlerdi bana. Sendika başkanları filan maaş almıyordu. Sonra polis saldırdı herkese. Henüz bitmemişti halbuki bizim konuşmamız, pirinç rakıları ve bazılarının yemeği, balık ve pirinç, yağsız oluyor pilav, ekmek gibi.

Otobüsün yanması da bitmemişti. Oyunbozanca bir davranıştı bizce.

Birbirlerine girdi polis ve çiftçiler. Yine en iyi gören yerde bizdik, kürsüde. Uzun kalkanlar ve uzun sopalarıyla polisler, uzun demir çubuklarıyla Koreli çiftçiler, keskin kısa çığlıklar atıyorlardı. Kırılan plastik kalkan parçaları uçuşuyordu havalarda. Daha çok kızdı çiftçiler. Pirinç rakıları arasında kırılanlar oldu, yemekler saçıldı, çatışanların bacaklarının arasında sürüklendi balıklar.

‘Hadi yemeğe gidelim’ dediler bize. Polisler meydanı ele geçirecek gibi görünüyordu. Kırmak isteğini uyandıran bir sürü yeni kalkan katılmıştı çatışmaya. Kimse kürsüye dokunmuyordu. Her zaman misafirperverdi doğu. ‘Yok biz burada kalıp tutuklanmak istiyoruz’ dedik. Bayağı havalıydık. Jose Bove filan vardı aramızda, bir gün önce meclis başkanı saat hediye etmişti her birimize, neden bilmiyorum. Meydanı polisi eline geçirmişti artık. Ortalarında iskeletine kadar yanan bir otobüs vardı ve havada kırık kalkan kokusu.

‘Yok biz hallederiz’ dedi çiftçiler. Pek özgürlük yoktu dünyada. İnsan istese bile tutuklanamıyordu. İnsan memleketini özlüyordu.

Gittiğimizde hazır bir masa bizi bekliyordu. Sonra ufak tefek gülümseyen bir kadın çiftçi, pilavları ve pirinç rakısı koyup, oturdu masamıza. Onu kürsüden tanıyorduk biz ve şişelere benzin kokusu sinmişti, biraz…

Tüm yazılarını göster