İrfan Değirmenci: Kovulduğumda sessiz kalan gazeteciler bugün tazminatlarını hesaplıyor

16 Nisan referandumunda “Hayır” oyu kullanacağını açıkladığı için kendisini işten atan Doğan Medya’nın satılışını değerlendiren gazeteci İrfan Değirmenci, “insanlar yıllardır boşuna 'kurtuluş yok tek başına' diye bağırmıyor. Atıldığımda benden bir destek mesajı esirgeyen meslektaşlarım, bugün tazminatlarını hesaplama derdine düşmüş durumda” diyor.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

Bir süre öncesine kadar “daha neler göreceğiz” dediğimiz her şeyi peyderpey görüyoruz. 19 yıl önce Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okurken, bir arkadaşlarımızın “Bu ülkede yasama, yürütme, yargı ve Aydın Doğan medyası var” dediğini hatırlıyorum. Yasama, yürütme ve yargıdan sonra nihayet Doğan Medya da aynı elde toplanmış gibi görünüyor. Yandaş gazeteciler, Doğan Medya’dan atılacakların listelerini tefrika etmeye başladı bile.

Öte yandan alternatif basın kuruluşları sistematik bir baskıyla, kapatılma tehdidiyle, sansürle karşı karşıya. Özgürlükçü Demokrasi gazetesinin kapatılması, internet yasasıyla birlikte internet yayıncılığındaki denetimin yeni bir boyut kazanması, bağımsız gazeteciliğin koşullarını sıfırlama noktasına getirdi.

16 Nisan referandumunda “Hayır” oyu vereceğini açıkladığı için Aydın Doğan tarafından işten çıkarılan gazeteci İrfan Değirmenci, Doğan Medya’nın satılışı üzerine attığı bir tweette “endişeli” okura şöyle seslendi: “Ülkede basın özgürlüğü bugün itibariyle bitti’ duyarı yapacaksanız hobi olarak yine yapın ama yarın sabahtan itibaren gazete bayinizden aldığınız gazeteyi, bu akşamdan itibaren izlediğiniz televizyonu değiştirmeyecekseniz hiç kusura bakmayın kabahatin çoğu sizin kardeşim!”

Doğan Medya’nın el değiştirmesi ve geçen hafta yayınlanan Herlanda isimli romanı vesilesiyle İrfan Değirmenci’nin kapısını çaldık…

İrfan Değirmenci

Doğan Medya’nın satılması üzerine konuşmak için sizinle görüşmek istemiştik ama üstüne bir de Özgürlükçü Demokrasi gazetesinin kapatılarak kayyım atanması haberi geldi. Sizce anaakım medya el değiştirirken alternatif kanalların da kapatılması, gazeteciliğin geleceğine dair ne anlatıyor?

Herkes gibi benim de olumlu bir öngörüm yok. Doğan Medya devredildiğinde de söylediğimiz gibi gazeteler ve televizyonlar yalnızca okurun ve izleyenindir; sahip çıkmak gerekiyor. Geriye zaten üç-dört umut çiçeğinin tomurcuğu sayılabilecek gazete kaldı. Orada çok zor şartlar altında çalışan meslektaşlarımız boşuna “abone olun, destek olun” çağrıları yapmıyor. Eğer okur mevcut durumundan çok şikâyetçiyse, şimdiye kadar gazete bayiine gidip BirGün, Evrensel veya Cumhuriyet gazetesi bulamıyorsa, ısrarla talep etmeli. Özgürlükçü Demokrasi’ye gelince… Sadece bugün değil, her zaman çok ağır koşullar altında yayıncılık yaptılar. Oradaki meslektaşlarımız en ağırın da en ağırını gördü. Ama Özgür Gündem direniş ve dayanışma kültürünün çok köklü olduğu bir müessese. Elbette kapılarına kilit vuruldu diye umutlarını kaybedip vazgeçecek değiller. Yine seslerini duyuracakları bir yol bulacaklardır diye düşünmek istiyorum. Ama bu el koyma, ülkemiz adına çok kaygı verici. En ufak bir farklı sese tahammülün kalmadığı, herkesi aynı şeyi düşünmeye ve söylemeye zorlayan distopik bir romanın içindeyiz.

Yeni çıkan romanınız Herlanda, ismi Her Şey olan tiranın hüküm sürdüğü bir distopya. Karanlığın hüküm sürdüğü bu distopyayı neden iyi sonla bitirdiniz?

Çünkü bu aslında bir direniş, bir umut romanı. Hikâye 2141 yılında geçiyor ve 150 yıldır iktidarda olan 185 yaşındaki Her Şey, işi, ülkenin adını değiştirmeye, Herlanda yapmaya kadar vardırmış. Özel kurulmuş laboratuvarlarda sadece kendisi için geliştirilmiş ilaçlarla yaşatılan, ortalama 250 yıl yaşaması planlanmış Her Şey, 2141 yılına gelene kadar ülkede adım adım kontrolü ele geçirmiş.

Romanda aslında Türkiye’nin bugünü veya geleceğini mi anlatıyorsunuz?

Benzer sorular soran okura, bunun dünyanın her yerinde olabileceğini, Türkiye’yle birebir özdeşleştirmemelerini söylüyorum.

HER ŞEY”E KARŞI “HİÇLER

Herlanda nasıl bir ülke?

Örneğin tek bir gazete var orada. Gazetenin köşe yazılarını ve haberlerini de farklı isimlerle bizzat Her Şey yazıyor. Sadece bu gazetenin dağıtımına izin verildiği gibi yurttaşlara gazetede okuduklarını anlayıp anlamadıklarına ilişkin test de yapılıyor, testi geçemeyenler cezalandırılıyor. Elbette her baskı toplumda yanıt bulacaktır ve bu yanıtı Herlanda’da da kendilerine Hiçler diyen isyankârlar veriyor. Ellerinde fotokopi makinası dâhil hiçbir teknolojik imkân kalmadığı için, Yürüyüş Mektubu adını verdikleri gazetelerini elle çoğaltarak dağıtıyorlar.

Bir zamanlar fabrika işçilerinin, devrimcilerin, sendikacıların yaptığı gibi yani…

2141 yılından bahsediyorum deyince herkes uçan arabalar, Mars’tan gelen araçlar mı var diye düşünüyor. Oysa Her Şey, kendisi ve çevresindekiler hariç kimsenin teknolojik ilerlemeden faydalanmasına izin vermediği gibi, haberdar olmalarını da engelliyor. İnterneti de yasaklayarak ülkeyi sanal olarak dünyadan yalıtan, deniz ve kara sınırlarını devasa duvarlar örerek kapatan bir tirandan bahsediyoruz. Korkuları onu baskıcı yaptıkça, ülkeye giriş çıkışları da yasaklamış. Dahası, ülkenin her tarafı beton. Toprak bulmak, betonu delip toprağı çıkarmak, işlemek suç.

Neden?

Her Şey 150 yıla yakın iktidarını sadece inşaat sektörüyle ayakta tutmuş ama artık inşaat yapılacak yer de kalmamış. Fakat lider, insanların üretimden devşirebilecekleri gücü de sıfırlamak istediği için üretimi yasaklamış ve ekonomiyi, sadece kendi şatosunun limanından dünyaya açılmasına izin verilen büyük gemilerle diğer ülkelere kendi yurttaşlarının sağlam organlarını satarak çeviriyor. Ömrünü uzatmak için ilaçlar üretilen laboratuvarlarda yurttaşların organları çıkarılıyor.

İsyancıları harekete geçiren olay ne?

Küçük bir kızın, annesiyle birlikte bu laboratuvarlardan birinden kurtulmayı başararak diğer insanlara anlatmasıyla başlıyor isyan. Önceleri kimse küçük kız ve annesinin anlattıklarına inanmak istemese de aslında herkes liderin bunu yapabileceğini, ortadan kaybolan insanların akıbetinin buna dayandığını kısık sesle konuşuyor. Zamanla örgütlenen milyonların, laboratuvarların bulunduğu şatonun kapısına dayanması, ülke için dönüm noktası oluyor.

ZULMÜ SONA ERDİRMEK OKURUN ELİNDE

Firdevsi’nin Şehname’sinde anlattığı zalim Dehhak hikâyesini andırıyor bu. Dehhak da iki omzundaki yılanları gençlerin beyinleriyle besliyor ve nihayet Demirci Kawa’nın isyanıyla karşılaşıyor…

Bu tespiti çok önemsiyorum. İlk kitabım Bir Uyuyup Uyanalım kovulmamdan hemen sonra çıkınca insanlar kendi hikâyemi anlattığımı düşündü. Oysa o roman da Yedi Uyurlar, Eshab-ı Keyf söylencesinin günümüz versiyonuydu. Yedi Uyurlar pek çok farklı inanışta vardır. Zamanın zulmünden kurtulmak için kendilerini bir mağaraya kapatırlar ve yüzlerce yıl uyurlar. İlk kitabımın kahramanları da kendilerini bir apartmanın çatı katına kapatıp uykuya dalıyorlar. Uyandıklarında zulüm sona ermiş olur mu, bunu okura bıraktım. Çünkü zulmün sona erip ermemesi aslında okurun elinde.

Bir Uyuyup Uyanalım’da etrafları linççi grup tarafından sarılmış bu insanların maruz kaldığı saldırı Sivas Katliamı’nı da düşündürüyor…

Elbette; çünkü tüm bunlara tanık olduk, oluyoruz. Anlatılmamış öykü yok aslında. Önemli olan o öyküyü bugüne nasıl uyarlayabildiğin. George Orwell’ın kitaplarına son yıllarda Türkiye’de büyük ilgi var. Peki bugünün faşist baskısını ve alternatif bir yeni dünyayı anlatacak kitaplar yok mu? Yok mudur bunu yazacak olan? Böyle bir duyguyla yola çıkarak Herlanda’yı yazdım. “Her şeye boyun eğilen yerde bir hiç olup direnenler” yazılı kitabın afişini bir okur İstanbul metrosunda görmüş. Herhalde fotoğrafım olmadığı ve ismimi hatırlamadıkları için izin vermişler. Büyük bir iş başardım demiyorum. Yazdığım şeyin roman olduğunu söylemeye bile çekiniyorum. Kafamda kurduğum bir şeyi kâğıda döktüm ve paylaştım ve bundan büyük bir zevk aldım, hepsi bu.

Herlanda’yı nasıl bir ruh haliyle yazdınız?

Çok karanlık bir ortamda ve karamsar bir ruh haliyle masaya oturdum ve Herlanda öyle çıktı. Fakat romanın sonunda okuru karanlığın içinde bırakmak istemedim. Kendime de okura da kıyamadım. Çünkü sonuçta bir şey değişecekse, bunu her şeye rağmen umutla besledikleri cesaretle adım atanlar yapacak.

DOĞRULARI SÖYLEYENLERİN ARTMASIYLA BÜYÜYEN CESARET DÖNÜŞTÜRÜR

Umut ve cesaret sözcüklerini son yıllarda çok kullanır olduk. Sizce nedir umut ve cesaret?

Boş umudun yarattığı hayal kırıklığı cesareti de kırdığı için bence affedilmez bir suç. Benim açımdan umudu tarif eden kişi, cezaevinden çıktığında şu sözleri söyleyen Ahmet Şık’tır: “Ben sevinmiyorum. Öfkeli olmanızı tercih ediyorum. Çünkü öfke bizi ayakta tutacak, umudumuzu öfkemizle bileyeceğiz. Bunu yapmazsak saçma sapan şeylere sevinmeye devam edeceğiz. Bugün sevineceğimiz bir gün değil. Ama bu ülkede sevineceğimiz gün gelecek.” Umudu öfkeyle bilemek… Tanıdığımız, bildiğimiz insanların başına gelenlere karşı hepimiz öfkeliyiz ama bu öfkeyi hepimizin yararına olacak bir şeye evriltmek için umutlu olmak zorundayız. Daha yola çıkmadan “bu yolun sonu bir yere varmaz” diyenin varacağı bir yer yok. Fakat bu boş bir umut değil, “harekete geçin” demektir. Kimse “ben ne yapabilirim ki” dememeli. Herkesin yapabileceği bir şey vardır. Mesela yıllardan beri alıştığınız konforu elinizin tersiyle itebilmelisiniz. “Azıcık aşım, kaygısız başım” demeden, doğru bildiğini söylemekten korkmamaktır umut. Doğruları söyleyenlerin artmasıyla büyüyen cesaret dönüştürür.

Doğan Medya’dan atılmamış olsaydınız, atıldığınızdan bu yana gerçekleşen onca şey karşısında “her şeye rağmen burada bir şeyler yapıyorum” diyerek kalmayı sürdürmeyecek miydiniz?

“Orada çalışırken iyiydi, şimdi mi konuşmaya başladın” diyorlar. Ben dönüp dönüp atıldığım o günü anlatmak istemiyorum. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okurken, önce yerel kanal olan Ostim TV’de çalıştım. Ahmet Taner Kışlalı hocamızın öldürülmesi üzerine fakültede yapılan Siyaset Meydanı programındaki konuşmamdan sonra ATV’de staja başladım. Ayşenur Aslan’ın haberlerimi beğenmesi üzerine orada kadroya alındım. Sonra Cem Uzan’ın Star’ında, ardından CNN Türk’ün, akabinde Kanal D’nin Ankara bürosunda muhabirlik yaptım. Fox TV’de çalışmak üzere İstanbul’a gelip altı ay muhabirlikten sonraki dört yılı sabah haberlerini sunarak geçirdim. Mehmet Ali Birand’ın daveti üzerine de 2010’da Doğan Medya’ya geri döndüm. Kovulduğum 2017 yılına kadar o anaakım medyada ayrık otu gibi bir kenarda tutulduk. Yaptığımız yayınlar patron katında rahatsızlık yarattığı için mobbinge uğradım, haber bültenimin saati kısaltıldı, kuşa çevrildi. Oradaki her türlü baskıya direndik. Çünkü oradan ulaşabildiğimiz kitlenin önemli olduğunu düşündük. 2013 Haziran’ında aynı kurumda penguen belgeselleri yayınlanırken biz sokakta olup bitenleri, polis şiddetine uğrayanları, hayatını kaybeden çocukların haberlerini seyirciye aktardık. Patronun veya medya grubunun tutumu ne olursa olsun, eziyet görenlerin, ezilenlerin yanında olduk. Gezi’de, Soma’da, Ermenek’te… Cumartesi Anneleri’nin, tutuklu gazetecilerin haberlerini uzun uzadıya haber verdik. O yüzden içim çok rahat.

16 Nisan referandumu öncesinde “Hayır” oyu vereceğinizi gerekçeleriyle Twitter’dan aktarmanız üzerine atıldınız. Sizi o açıklamayı yapmaya iten şey ne oldu?

Referandumun Türkiye için dönüşü olmayan bir yol açacağını düşünen bir yurttaş olarak o tweet’leri attım. Üstelik ben o mesajları yazmadan hemen önce, Ankara Üniversitesi’nin kapısında, aralarında Korkut Boratav’ın da olduğu hocalar içeri alınmadı, bazısı tartaklandı. Aralarında arkadaşım olan hocalar cübbelerini kaldırıma koydular ve o cübbeler orada ezildi. Ağır geldi bu bana. Sana biat etmeyen herkesi düşman belleyemezsin, barış dâhil, bütün kavramların içini boşaltıp anlamının tam tersi uygulamalar için kullanamazsın! Pazartesi günü ekrana çıksaydım da aynı şeyleri söyleyecektim ama onu beklemeden, Cuma akşamı “Hayır”ımın gerekçelerini sıraladım. Birkaç tweet attıktan sonra o zamanın genel müdürü arayıp “hacklendin mi” diye sordu. “Hayır” deyince, “ne yapmak istiyorsun” diye sordu. Ben de bu mesajlarımı olabildiği kadar fazla insana ulaştırmak istediğimi söyledim. Bu mesajları attığımda kovulacağımı biliyordum. Ama bu kadar hedef göstererek, arkamdan bildiri yayınlayarak, tazminatım ödenmeyerek kovulacağım aklıma gelmemişti. Fakat iktidara yaranırım diye düşünen Doğan Medya, beni göndererek Evet cephesinde olduğunu, biat etmeye devam edeceğini göstermek istedi. “Hayır” diyenlerin vatan haini, terörist olarak sunulduğu bir ortamda beni parmakla gösterip “bu arkadaş kışkırtıcıdır” dedi Doğan Holding. Ahmet Hakan köşesinde ismimi vermeden “ben Hayır militanı olmayacağım” diye yazdı, kendisini tarif etti.

BENDEN DESTEĞİNİ ESİRGEYEN GAZETECİLER ŞİMDİ TAZMİNAT HESAPLAMA DERDİNDE

16 Nisan akşamı çıkan sonuç karşısında ne hissettiniz?

17 Nisan’da Ankara’da YSK’nın önüne itiraz dilekçemle gittim. Yanımda birkaç emekli Ankaralı ve cesur öğrenci dışında kimse yoktu. Muhalefet ne o gece sandığa sahip çıkmıştı ne de ertesi gün gerekeni yaptı. Kendimizi yapayalnız hissediyorduk. Ertesi gün İstanbul’a, 11'inci kattaki evime geldim. Penceremden içeri kurşun girip duvara saplandı. Polis geldi, “serseri kurşun sizi bulmuş” dedi. Oysa ben o kurşunu “daha fazla bu işin peşinden gitme” uyarısı olarak algıladım. Yine de korkmadım, ertesi gün Adana’da söyleşime gittim. Korka korka bir yere varılmıyor. Ne yazık ki tüm bu yaşadıklarıma rağmen bazı insanlar çıkıp “İrfan da sahte bir mağduriyet oynuyor” diyor. Hadi sizi de bir görelim! Ben çalıştığım televizyonda komik hayvan videoları yayınlayarak, etliye-sütlüye bulaşmadan devam edebilirdim.

Doğan Medya’da bu şekilde devam edenler de oldu…

İnsanlar yıllardır boşuna “kurtuluş yok tek başına” diye bağırmıyor. Ben kovulalı bir yıl oldu ve bizi kovan kurumun genel müdürü ayrılmak zorunda kaldı. Sosyal medyada benden bir mesajlık desteğini bile esirgeyen meslektaşlarımız, bugün kendi tazminatlarını hesaplama derdine düşmüş durumdalar. Oysa o güzel maaşlarını ilelebet alabileceklerini düşündüler. Aklının köşesinde “yeni patron beni severse çalıştırmaya devam eder” düşüncesi olanların yaptıkları da çok utanç verici. Yeni patrona yaranmak için yazı yazanlar, ona haber salanlar utanmıyorlar. Çünkü bu yaptıklarının unutulacağını sanıyorlar. Halbuki sayısı az da olsa dikkatli okur neyin niçin yapıldığını, yazıldığını biliyor. Unutmayan unutmuyor.

CEYLAN ÖNKOL’UN KOCA GÖZLERİ HÂLÂ AKLIMDA

Anaakım medya, gazetecilere nasıl bir vazgeçilmez konfor sağlıyor?

Kimine göre başını sokacağı bir evinin olmasıdır konfor, kimine göre Boğaz'da yalı almak. Kiminin altındaki makam arabası, kiminin de Avrupa’da konut almasıdır konfor. On yıl muhabirlik yaptıktan sonra Fox TV’de sabah haberleri sunmaya başlayınca, reyting rekorları kırdığımız halde banka kredisi çekip bir ev alma cesareti gösteremedim. Evimin kirasını ödeyip Ankara’daki anne-babama bir miktar para gönderdiğimde geriye pek bir param kalmıyordu. Mehmet Ali Birand’ın Kanal D için bana sunduğu teklif, Fox’ta aldığım paranın iki katıydı ama sonrasında hiç zam almadım. Fakat o parayla cesaret edip kredi çekerek ev aldım. Kovulduktan sonra da o krediyi ödemeye devam ediyorum. Benim konforum, başımı sokabileceğim bir ev alıp Ankara’daki aileme para gönderebilmekti ve elimin tersiyle ittiğim konfor da buydu. Kalanların vazgeçemedikleri konforları nedir, bilmiyorum.

Anaakım medyada patronun ve iktidarın baskıları gazetecilerin, sunucuların olayları görme biçimini nasıl dönüştürüyor sizce?

Düşünsel yetilerini daraltıyor. Ama gazeteci düşünsel yetilerinin daralmasına engel olmak için farklı özelliklerini geliştirmelidir. Yeryüzündeki her canlının acısını kalbinde hissedebilen bir insan olmalısınız. Acıları yarıştırmamalısınız. “Acaba hangi acıyı anlatmama izin verilir, hangisine verilmez” kaygısı gütmeden yayın yapabilmek önemlidir. Fox’ta seyirciyi, o zaman Twitter olmadığı için SMS’le programa dâhil etmiştik. İnsanların yaşadıklarına ilişkin yolladıkları hiçbir şeye kayıtsız kalmamaya dikkat ediyorduk. Bu memlekette ölen çocukların acısı yarıştırılıyor! Ölen bazı çocukları anlatıyor, bazılarını anlatmıyorlar. Kanal D’de Ceylan Önkol özel yayını yaptık. Ceylan’ın koca gözleri hâlâ aklımda. Yaşanan acıları yarıştırmadan, hepsini kalbimizde hissederek insanlara aktarmaya gayret ettik. Oysa Gezi döneminde kimin ne olduğunu net olarak gördük. Taksim Meydanı’na gidip polisle fotoğraf çektirerek “bir sıkıntı yok” diyen şovmeni mesela…

Kim?

Okan Bayülgen.

Ama o da ekrandan gitti…

Gider tabii, aksi mümkün değil! Bu bir ırmağın akışıysa, kapılanı götürür. Irmağın akışını belirleyen, set çekmeye çalışanlardır, direnenlerdir. “Direnenlerin kazanımı ne oldu ki” diyorlar. Olur mu öyle şey! Bu ülkenin direniş tarihinin bir kazanımı olacaktır muhakkak. Ortadoğu coğrafyasında olabiliriz ama bu ülkenin en büyük kazanımının laik cumhuriyet olduğunu düşünüyorum. Bence bu topraklarda toplumsal barışın güvencesi, bir zamanlar kendine aydın diyenlerin burun kıvırdığı, “laikçi” diye küçümsediği kesimin birikimidir. Elbette bu kesimin eleştirdiğimiz yanları var.

Ne gibi yanlar?

Bazı acıları görmezden gelmek gibi. Açıkça adını koyalım: Bu ülkenin Kürt vatandaşlarının başına gelenlere duyarsız kalmak. Yahut kendilerine anlatılanların doğru olduğu ön kabulüyle yola çıkıp kulaklarını tıkamak gibi alışkanlıklardan vazgeçmek lazım. En nihayetinde bu ülkede herkesin güvende olduğu bir geleceği seküler Kürtler ve seküler Türkler kurabilir.

KHK’yla üniversiteden atılan Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Süreyya Karacabey, Dünya Tiyatrolar Günü vesilesiyle bir bildiri yayınladı. Bildiri üzerine yaptığımız söyleşide Karacabey, “Seyircilik pasif bir bakma edimi değil” diyordu. Bir süredir sahnelerde “Anne ben artist oldum” adıyla gösteri yaparak seyirci karşısına çıkan biri olarak bu cümleden ne anlıyorsunuz?

Hocamız doğru söylemiştir demek haddim değil. Sekiz aydır hasbelkader sahnede, ironi içeren, iki perdeli, müzikli bir gösteri yapıyorum. Kendimle de dalga geçerek, bu ülkenin işsiz gençlerinin, KHK’larla işlerinden edilmişlerin, okuduğu bölümle ilgili mesleğini icra etme şansına erişememişlerin, yıllarca çalıştığı fabrikada sendikalı olmak istediği için işten atılmışların sesini de sahneye taşımaya çalışıyorum ve sekiz ay içinde bu oyunu 24 bin kişi izledi. Gittiğim her yerde insanların salondan umutlu ayrıldıklarını ve bu umudun da boş olmadığını gördüm. Benim kimseden bir farkım yok ama televizyon insanı popüler hale getiriyor ve popüler bir figür olarak otuzdan fazla şehirde insanların karşısına çıkıp “bu böyle gitmez” diyebildim. Sanırım Levent Üzümcü söylemişti: “Tiyatro sizi eğlendirir, düşündürür, hüzünlendirir, umuda da sevk eder. Ama ne yapmanız gerektiğini dikte etmez.” Ben tiyatro sahnesine çıkıp “şunu yapmalıyız” demiyorum. Fakat herkesin kendi adına yapabileceği bir şey olduğu umudunu ve cesaretini insanlara aktarmaya çalıştım. Bu ülkede sesini yükseltmekten korkmayanların yüzde 80’i kadın! 8 Mart’ta İstiklâl Caddesi’ni mora boyayan kadınlar ve LGBTİ bireylerdir bu ülkenin cesur insanları… Her alanda dertlerini anlatmaya çalışıyorlar. Bildiğim ve okuduğum kadarıyla tiyatro, insanların tarih boyunca dertlerini en iyi anlatabildikleri yer. Dünyayı değiştirmek isteyenlerin mutlaka olması gereken, çok güçlü bir mecradır tiyatro. Ülkemizde ne kadar budanmış olsa da hâlâ güçlü.

HER EVİN OĞLU DEĞİLİM

Söyleşinin başında okurların alternatif basına sahip çıkması gerektiğini söylediniz. Milyonlarca insanın izlediği bir televizyon programı yaparken işten kovulunca, seyirciden herhangi bir sahiplenme gördünüz mü?

Şubat ayında kovulduğumda, mart ayının faturasını ödeyecek bir gelirim yoktu. Fakat 13 aydır iyi-kötü İstanbul’da yaşamaya devam edebiliyorum. Burası bizim ülkemiz, gidecek başka bir yerimiz yok, burada yaşayacağız. Avrupa’ya, Amerika’ya gidip oradan bize “cesur olun” diyenler oluyor. Ee buyrun gelin, beraber cesur olalım! Niye gittiniz? Hadi gelin, korkmayın, beraber cesur olalım. Ben 13 aydır buradayım, direnmeye devam ediyorum ve seyirci de beni sahiplendi, yalnız bırakmadı. Oyunuma geldi, kitabımı aldı. Bundan daha âlâ sahip çıkılmaz zaten. “Her evin oğlusunuz” lafına çok kızıyorum, çünkü her evin oğlu değilim! Ben ancak komşusunun derdiyle dertlenen vicdanlı insanların, ailelerin oğlu olmayı kabul edebilirim. Ama gözü paradan başka bir şey görmeyen, sürekli güçlü olanın yanında saf tutmaya çalışan evlerin oğlu olamam. Popüler bir iş yapmanın yan etkisiyle popülerdim. Ama hiçbir zaman popülist olmadım. Bugün hâlâ medyada kendisini var etmeye çalışan pek çok kişinin, kritik anlarda nasıl popülistleştiğini, biraz da onlar adına utanarak izliyorum.

YURTDIŞINA GİDENLER BİZE “NİYE CESUR DEĞİLSİNİZ” DEMESİN

İnsanların baskılar karşısında ülkeyi terk etmesine tepkili misiniz?

Melike Demirağ’ın “Yayılmışız dünyanın dört bir yanına/ Kimisi ta Kopenhag’da kimisi Paris/ Bedenimiz orda burda dolanır amma” diye başlayan Şimdi İstanbul'da Olmak Vardı Anasını Satayım şarkısını dinlerken hâlâ gözlerim yaşarır. Bu ülkede düşünen insanlar çok çekti. 12 Eylül döneminde de gittiler İsveçlere, Almanyalara, Hollandalara. Dağıldılar dünyanın dört bir yanına. Ülkeyi terk etmek zorunda kalıp yıllar sonra dönen insanlara söyleyecek hiçbir lafım yok. Önlerinde saygıyla eğilirim. Ama bugün baskılardan dolayı oralara gitmişsen, en azından burada kalmayı tercih edenlere saygı göster. Akıl vermeye kalkma. Sonucu ne olursa olsun burada kalmaya devam edenlere sitem etme. “Niye cesur değilsiniz” deme.

Sohbeti ilk sorudaki bahisle kapatalım. Özgürlükçü Demokrasi gazetesinin kapatılmasıyla birlikte sıranın diğer gazetelere gelebileceği söylendi. Doğan Medya’nın satılmasıyla anaakım tek elde toplandı. İnternet yayıncılığında denetim RTÜK’e verildi. İnternet haberciliği hem ekonomik hem yasal kısıtlamalarla karşı karşıya. Sizce bu ülkede gazetecilik yapmanın ne tür koşulları kaldı?

Bir yol kalmadıysa, yeni bir yol bulmak veya yol açmak gerekiyor. İnsanların haber alma ihtiyacı var ama bu ihtiyacı gidermeyi talep ediyorlar mı? Evrensel, BirGün, Cumhuriyet, Özgür Gündem gazetelerinin toplam tirajına bakınca, ister istemez “bu iş nasıl değişecek” diye soruyor insan. “Endişeli yurttaş” bu gazeteleri satın alırsa, destek verirse, gerektiğinde dağıtımını üstlenirse, reklam ve ilan vermekten korkmazsa değişecek bu medya düzeni. Yan yana durularak bir şeyler değiştirilebilir. Referandum öncesinde “Hayır” cephesinden kim varsa, beni söyleşilere davet ediyordu ve gidebildiğim her yere gidiyordum. İstanbul-Maltepe’de gençler çağırmıştı. Yerleri yok diye sokakta masa kurdular ve çocuklar balkonlardan sarkarak söyleşimizi dinledi. Arka mahallede Atatürkçü Düşünce Derneği’nin temsilciliği varmış. Dernekte, çoğu emekli ve Sözcü gazetesi okuru olan insanlar “bize de uğrasın” diye haber salınca, kalkıp gittim. İçeri girdiğim anda sadece iki kişi beni fark ederek “hoş geldin” dedi, diğerleri ise “memleket nasıl kurtulur” sohbetine kendi aralarında devam etti. Yan mahallenizde gençler balkondan sarkarak dertlerini haykırırken siz de o lokallerinizden çıkıp, sizinkinden farklı gazeteler okusalar da o gençlere buluşmalısınız. Ne zaman farklı gazeteleri okuyanlar ortak dertlerde buluşur, o zaman kendimizi güçlü hissedeceğiz. Beni en çok kızdıranlar, muhalif gibi görünüp kritik anlarda iktidarla ortaklaşarak “bu bir devlet meselesidir” diyenlerdir.

Tüm yazılarını göster