Hışırlık, ilkellik, asma kilit ve bir de 'nezâket' üzerine...

Sağcı ve kurnaz, ezcümle 'oportünist' kişiliklerin kaçamadıkları insanlık durumlarından birinin, davranış ve kararlarına yansıyan 'ilkellik' olduğu kanısındayım. Boğaziçi'nin kapısına asılan kilidin bana hatırlattığı şeyler, o ilkel tutumla ilgili ve yalnızca bir ideolojinin gereklerini değil, eser miktar hamlık, çaresizlik ve biraz da komik bir taraf barındırıyor.

Murat Sevinç yazar@gazeteduvar.com.tr

“Meray”daki sevgili hocalarımızdan, Çelik Aruoba'nın anısına...

Hiç hesapta olmayan, son günlerde olup bitenin neden olduğu 'çağrışımlar' üzerine bir yazı...

Seyrediyorsunuzdur Boğaziçi'nde yaşananları. İstediklerini istedikleri yere atıyor, görevlendiriyorlardı; bu kez olmadı. Oldu da, olmadı. Boğaziçi'ndeki itiraz, iktidarın hayal etmediği, ummadığı bir durumdu. Kibirden burunlarının ucunu görmedikleri için 'itirazı' tam olarak anlamadıklarından ve anladıkları kadarından şaşkınlık ve öfke duyduklarından, kuşkum yok.O kibir boşuna değil, muhatabın suskunluğundan, kabullenmesinden beslenen bir insanlık ve iktidar durumu. Nasıl olur, nasıl olur da koskoca iktidar halesinin münasip gördüğü bir isim rektör olarak kabul görmez, nasıl olur bu, nasıl olur, ne hakla, kimin haddi, nasıl! Oldu ama, bu kez küçük bir aksilik yaşandı ve adının hakkını vermeye niyetlenen bir üniversite, neredeyse tüm bileşenleriyle, atamaya itiraz edip 'makama' sırtını döndü. 'Oyuna geldi', 'ilk seçimde gitmelerini beklemedi' ve protesto hakkını kullandı, kullanıyor. Yüceler yücesi, her itiraz ve şikâyetten, tüm sorumluluklardan âzade iktidarın 'kararına' karşı.

Okuyacağınız satırları yazdıran çağrışımların nedeni, cumartesi günü 'Boğaziçi kapısı' önünde yaşananlar. Yönetimin okulun kapısına kilit asıp insanların içeriye girişini engellemesi, dört küsur yıl önceki atılma anılarını depreştirdi. Farklı kampüslerde diğer meslektaşlar tarafından da deneyimlenen, nahoş anılar. Başkaca mekânlarda yaşansa da, aynı kapıya çıkan saçmalıklar. İçinde işbirlikçilerin öfkesi, şaşkınlığı, çaresizliği ve ilkellikleri olan. Atıldıktan bunca zaman sonra, bunların hiçbirini üzüntüyle hatırlamıyorum inanın; insan, yaşadığı ülke ve toplumu için hüzünleniyor yalnızca. Ayrıca itiraf edeyim, mizahi bir yan da var depreşen anılarda. Komik, saçmadan çıkar nihayetinde.

Bu işleri yapan, kenarında yer alan, kullanılan ya da kullanılmaya teşne insanların bazı ortak nitelikleri söz konusu. Sağcılık ve kurnazlık, en belirgin olanları. Sağ partilere oy verenleri değil, sağcı kişilikleri kastediyorum, zira bunların içinde sol partilere oy veren az değildir. Kasabalılık, kurnazlık, hırs, olmamışlığa/hamlığa öfke, dizginlenemeyen iktidar olma ya da kıyısına ilişme isteği var o sevimsiz sağcılıkta. Bugün AKP'ye yanaşmış görünseler de, yarın bir gün komünistler iktidar olsa hepsi ceket iç ceplerinde 'Manifesto' taşımaya başlar; Mülkiye'de de vardı bunlardan, siz de çevrenizde rastlayıp tanımışsınızdır. İşbirlikçilik, genellikle böyle bir kumaştan biçiliyor sanırım. Bizlerin atılmasında ve sonrasında yaşananlarda da sorumluluk ve pay sahibi olan bu tür, aynı zamanda en akla gelmedik, en 'ilkel' davranışları sergilemekten geri durmuyor, duramıyor, başka türlü davranamıyor.

Örneğin, o atılma listelerini hazırladılar hazırlamasına da, eğer “yapmayın” denseydi, hazırlamayacaklardı, öz saygıları ya da tutundukları herhangi bir ilke olmadığından. Dolayısıyla, aslında söz konusu insanlar hakikaten var mı, bundan dahi emin değilim! Yeryüzünde kapladıkları alandan söz etmiyorum; baksanıza, bir ara yedikleri herzeler nedeniyle çok tanınır oluyor, ardından görünmez hale gelip alaca karanlıkta, isimleri anılmadan yaşıyorlar. Bir anda unutuluyorlar, çevrelerindeki çıkarcı hale de onları hemen unutmayı tercih ediyor belli ki.

Sağcı ve kurnaz, ezcümle 'oportünist' kişiliklerin kaçamadıkları insanlık durumlarından birinin, davranış ve kararlarına yansıyan 'ilkellik' olduğu kanısındayım. Boğaziçi'nin kapısına asılan kilitin bana hatırlattığı şeyler, o ilkel tutumla ilgili ve yalnızca bir ideolojinin gereklerini değil, eser miktar hamlık, çaresizlik ve biraz da komik bir taraf barındırıyor. Hatırlar mısınız, “Uçurtmayı Vurmasınlar” adlı filmde, cezaevi müdürünün verdiği kitap yakma talimatı 'zinciri,' 'vazifesini yapan' sıradan bir hışırın gülünç halini ne güzel anlatıyordu!

Söz edeceğim ilk çağrışım, atıldıktan iki gün sonrasına ilişkin. Ertesi gün okula gitmemiştim, hem yorgundum hem de gidip ne yapacağımı bilmiyordum. Gün boyu telefonla konuşup internetten haber okumuştum. Beklediğimiz gibi, en çok sevinenler (hatta iktidar partisi mensuplarından çok daha fazla!) Akitçiler ve Aydınlık tayfasıydı. Tasfiye koalisyonu. Unutmadan, onlarca meslektaşını bir çırpıda atanların başındaki idareci (idare eden insan), ilk günlerde iktidardan istediği destek ve iltifatı bulamayınca, rivayet odur ki Ankara'daki bir büyük üniversite yöneticisini arayıp onların da imzacı akademisyenlerini atması için ısrarcı olmuş; haklı, 'yalnızlık' Allah'a mahsus! Tam da anlatmaya çalıştığım 'türe' yaraşır bir davranış değil mi sizce de? Belki Türkiye'de, bir gün bir gazeteci, bu hikâyeleri merak eder ve 'asıl nedenleri' araştırma ihtiyacı duyar!

İkinci gün fakültedeydim, okulun yaklaşık dörtte biri atıldığı için herkes birbirine “geçmiş olsun” diyordu, ben de ayaküstü sohbetlerin ardından odama gittim, kapıyı kapatıp bilgisayarımı açtım, el alışkanlığından. Bilgisayar açıldı, internet yok! Meğer hem interneti hem de üniversite e-posta adreslerini, KHK yayınlandıktan hemen sonra kapatmışlar. Muhtemelen, terör örgütleriyle yazışmayalım diye! İşte 'ilkellik' derken kastım bu; kırk yıl düşünsem, atılan insanın internetinin aceleyle kesileceğini akıl edemezdim. O gün boyunca, zaruretten, duman ve posta güvercinleriyle haberleştik. Duman için kapı önünde ateş yakıyorsunuz, isi odaya giriyor, rezalet; güvercini uçuruyorsunuz geri dönmüyor, ama haberleşmek zorundasınız, çaresiz! Beni, kimi zavallıların göze girmek ve kurumları tüketmek için hazırladıkları listelerle atılmak değil de, bu acayiplikler şaşırttı ve güldürdü. Bunlar, rejimin kullandığı işbirlikçilerin yalnızca niyet ya da ideolojisini değil, kumaşını da gösteriyor. Milattan sonra 2017 yılında internet kesti herifler!

İkinci çağrışım ise, okula girememekle ilgili. Daha önce başka bir vesileyle yazmıştım. Yine bir cumartesi günü eşyalarımı toplamak için aracımla gittim kampüse, yaklaşık 30 yıl girdiğim kapıdan almadılar. Yasakmış girişimiz. “Şeker kardeşim eşyalarımı nasıl toplayacağım?” diyorum, yanıt yok, ne diyeceğini bilmiyor güvenlikçiler. Eşyayı da posta güverciniyle aldırtamam ki! Öylece kaldık kapı önünde, birbirimizin yüzüne bakıyoruz. Sonunda güvenlikçilerden biri, “Hocam buradan girerseniz başımız derde girer, her yerde kamera var, sizi arka kapıdan alalım,” dedi, kampüsün arka kapısına gittim, yerdeki bariyerin yönünü değiştirdiler, içeri girip odama varabildim. Bu arada, arka kapıda da kamera vardı ve ters yönden giren bir aracın daha fazla dikkat çekeceği kuşkusuz. Ancak bunu güvenliğe söyleyip o arkadaşın moralini ve giriştiği küçük maceradaki gizemi bozmak istemedim! İçeri almamak, kapıyı kilitlemek, asma kilit... İlkellik, bu rejimlerin işbirlikçilerinin alametlerinden. Rejimle birbirini besleyen haller bunlar, böyle bir uygulama ancak bu insanlarla mümkün ve ancak bu insanların süfliliği böylesi uygulamaları akıl edebilir.

Çağrışımlar...

Çelik Aruoba

Çelik Aruoba'nın dersini almadım, iktisat bölümü hocasıydı ve özellikle tarım ekonomisi üzerine çalışmıştı. Türlü ilkelliğin verimli toprağında, başka bir insanı, kuşağı ve akademiyi temsil ediyordu. “Meray” odası, Mülkiye'nin öğretmenler odası, adını çok sevilen Seha Meray'dan almış. Yemek sonrası kahve mekânıydı. Herkes için ve her zaman değil kuşkusuz; üzerine ayrıca yazılması gereken, darbelere ve işbirlikçiliğe tanıklık etmiş bir odadır Meray. Ben de yıllar sonra gidip oturabildim, hiç oturmayanlar oldu... İşte o Meray'da çok sohbet ettik Çelik Hoca ile. Genel kültürü geniş hoca neslindendi. O insanlardan, hatta aralarındaki konuşmalardan ne kadar çok şey öğrendim. Memleketteki en ilkel, en berbat işleri yapanlarla aynı toprağın insanları, inanması güç de olsa. Şimdi İstanbul'da haber almak, muzip gülümsemesini hayalimde canlandırırken, göçüp giden diğerlerini hatırlamak... Yaşlanmak böyle bir şey sanırım, birini düşünürken diğeri giriyor odaya.

İyi bir insandı. En son 2017 Şubat'ında görmüştüm. Geçen yıl, kardeşi Oruç Aruoba'yı toprağa verdi. Çok üzgünüm. Muhtemelen çok insan, öğrenci ve meslektaşı gibi, iyi, gülümseyerek ve sevgiyle hatırlayacağım. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.

Kazık çakmayacağımıza göre, bir gün hepimiz göçüp gideceğiz. Birileri sevgi ve gülümseme, birileri de iyi ihtimal, nalburda kırk-elli liraya satılan o asma kilitlerle ve akademisyen cüppelerini ezen polis postallarıyla anılacak gelecekte. Yaşamın, hiçbir muktedirin müdahale edemeyeceği, adaleti sayesinde.

Tüm yazılarını göster