Gidenlerin ardından

Birçok insanı yarın başına ne geleceğinden emin olmadığı bir kâbusun kucağında yaşatan bu hikâyede kalemi asla elimizden bırakmayacağız.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Şahsî gündeme dair türlü sebeplerden yazılara birkaç hafta ara verdiğinizde öyle çok konu birikiyor ki, “her şey” ve “hiçbir şey” aynı ölçüde yeni yazınızın meselesi halini alıyor. Hayatınızda hem nefes almanızı hem de hayatınızı sürdürmenizi sağlayan alan kurmaca metinlerse hele, iş iyice çetrefilleşiyor. Çünkü en girift metin bile akılla, hayal gücüyle kurulabilir ve kavranabilirken gündemin iler tutar yanı yok. Neden sonuç ilişkileri, kurmacada genellikle olan, olmadığında da yokluğuyla bir şey anlatan adalet, gerçek hayatımızda neredeyse hiç yok. Az çok tatminkâr “bir son duygusu”, sürdürülebilir umut, nefes aldıran güvenlik hissi, yok. Gündem pembe dizi mantığına da sahip değil, ucunu bir kaçırdın mı kaldığın yerden devam edemiyorsun. Ancak içinde olarak ilişkilenebileceğin bir tür kâbus-metin.

Buradaki yazılarım birkaç yıldır hayatla en sıkı bağlarımdan birini oluşturuyor. Çünkü ille aynı biçimde düşünen değil ama az çok benzer “hisseden”, hayata cümlelerle, sorularla, hikâyelerle, en bulanık griliklerden filizlenen yeşil yerlerden bağlanmaya çalışan, bu bozuk düzene asla tam yerleşememiş, yine de umudu ve inadı diri tutan okurlarla ilişkilenmemi sağlıyor. Bu rutin sekteye uğradığında başka neyle meşgul olursam olayım bir tarafım hep huzursuz oluyor. Dört yılı aşan bu haftalık yazma serüvenine eşlik eden, eski demeye hâlâ dilimin varmadığı canım editörüm Emel Gülcan, bu dört yılda türlü yoğunluklar nedeniyle verdiğim birkaç yazı molasında hep “hızla geri dönmelisin, sana da çok iyi gelecek” diye dürterdi beni. Öyle de olurdu. Bir aradan sonra bu girizgâh Emel’e de selam olsun. Yeni işi iyi kalbine, çalışkanlığına, ruh temizliğine yaraşır yeni güzellikler getirsin. İyi insanların başına iyi şeylerin gelmesine çok ihtiyacımız var.

Pek gelmiyor çünkü. Onun yerine “bu kadar da olmaz ki” denilen her şey her gün oluyor. Doğru dürüst uygulansa bu ülkede kadın, LGBTİ, çocuk haklarının korunmasına yarayacak tek sözleşme, bir gece yarısının karanlığında feshediliyor. Şiddet, ölüm, istismar her gün artıyor. Kadın ve LGBTİ asla susmuyor ama. Cesaretleri başlarına herhangi bir şey gelmeyeceğine dair en ufak bir güven duygusundan kaynaklanmıyor. Korkmadıkları için değil, yaşamak, insanca yaşamak arzusu bu korkuya galebe çaldığı için cesurlar. Hayat gibi bir şey bu, durdurulamıyor.

Pandemiyle kol kola veren sosyal adaletsizlik, yeteneği, emeğiyle hayatta kalmaya çalışan pek çok insanın canına mal oldu. Adaletsizlik hissiyle boğan acılara son olarak da İzmir’de bir tezgâhta takı satan Aslı Özkısırlar’ın ölümü eklendi. “Eklendi” ne kadar fena bir tanımlama bu arada. 38 yaşında bir can, bir anda bir acılar kümesine dâhil oluyor. Ciddi bir bağışıklık sistemi rahatsızlığıyla cebelleşen, sosyal medya hesabından her gün sesini duyurmaya, son ana kadar direncini, neşesini yitirmemeye çalışan Aslı hastanede yatak bulamadığı için öldü. Son altı kelimeyi birkaç kez tekrar ettiğinizde dünya kocaman bir anlamsızlıklar yumağına dönüşüyor. Aslı hastanede yatak bulamadığı için öldü.

Sosyal medyada çok sevilen Aslı’nın ölümü derin bir hüzün ve acı dalgası yarattı. Aynı gün bir Covid'li “vatandaş” Londra’dan uçakla getirilirken, ölmek istemediğini onuru elverdiğince haykıran Aslı’nın bedenini hastanede bir yatağa sığdıramayan haksızlığın dehşetiydi biraz da bu dalgayı yaratan. Ünlüsü, ünsüzü, yakından uzaktan tanıyan herkes aynı zamanda bir “yandaş olmamak” kırılgan ortaklığından da ses verdi galiba. Aslı’nın ölümü dünya görüşü, hayat duruşu, kadın oluşu “gibi” nedenlerle kendini güvende hissetmeyen milyonlarca kişiyi, şu an daha korunaklı bir konumda olsa da, “benim de başıma gelebilir” hissiyle kavrayacak cinsten. Yasaların, sistemin sağlayamadığı adaleti vicdanlar sağlayamaz. Sağlayamadı.

Aslı’nın gidişi bir başka açıdan da tartışıldı. Son zamanlarda ölenlerin arkasından giderek bir gelenek halini alan tanışlık, bağ gösterme telaşı, bu ölümle ayyuka çıktı. Pek çok kişi Aslı’yı ne kadar sevdiğini, ne kadar üzüldüğünü, fizikî olarak acı çektiğini tweetlerle, fotoğraflarla, hatta özel yazışmaları paylaşarak anlatmaya çalıştı.

Hiçbir şeyin kalıcı olmadığı duygusunun bizim ölümlülüğümüzle birleşerek her gün etimize battığı bir dünya aslen içten duyguları sade biçimde, kendini fazlaca dâhil etmemeye çalışarak gösterme becerisini giderek daha çok alıyor elimizden. En trajik gidişin bile birkaç hafta sonra eski haber olacağını bilmek var. Art arda yaşanan dehşet deneyimlerinin sözün gücünü azaltması var. Merhamet yorgunluğu, memleket yorgunluğu var. Var da var. Yakın/uzak tanıdığımız insanların yasını tutarken türlü biçimleriyle hepimiz cebelleşiyoruz bu duyguların. Bu açıdan yargılayıcı olmamak gerekiyor bence. Yine de gidenin mahremiyetini ve “esas yakınları”nı gözeten bir ölçü, rehberlik edebilir bu konuda. Bu durumlarda samimiyet sorgusuna girişmeyi pek samimi bulmuyorum ama mahremiyete gösterilen özen sorgulanabilir. Artık burada olmayanın mahremiyetinin talan edilmesi yaşayanınkinden daha üzücü. Daha önce paylaşılmış, ölenin paylaşılmasında bir sakınca görmeyeceği bir ortak fotoğrafın paylaşımını anlıyorum mesela. Ölenin ardından kalan şeyi, yok olmayacak “sevgi”yi, bağı yansıtmak isteyebilir insan. “Ben de tanıyordum” telaşının baskın çıkmadığı herhangi bir şey, yasa eşlik edebilir. Özel görüntüler, özel yazışmalar, sırlar, detaylar buna dâhil değil. Siyasî görüşü, sosyal statüsü, ırkı, cinsiyeti bakımından kendini görünürde bir kalabalıkla çevrelenmiş de olsa illa ki “yalnız” hissedenlerin mahremiyetini korumak hele, yasa dair mühim meselelerimizden biri olmalı.

Birbirimize, birbirimizin hikâyelerine, umuduna, direncine tutunarak, birbirimizden güç bularak hayatta kalacağız. Salt hayatta kalmak için değil, bu hayatı umudumuzla, neşemizle, olabildiğince dolu dolu, insanca yaşamak için de direneceğiz. Her gün daha törpüleyici hale gelen hayatın dikenlerine takılmayan yeni tanımlar, duygular, yeni dayanaklar inşa edeceğiz belki de. Birçok insanı yarın başına ne geleceğinden emin olmadığı bir kâbusun kucağında yaşatan bu hikâyede kalemi asla elimizden bırakmayacağız. Bugün yazabildiğimizce, bir gün mutlaka, sonuna kadar hikâyeyi bizler yazacağız. Sadece hayatta kalma değil “iyide kalma” direncimiz hiç solmasın.

 
 
Tüm yazılarını göster