Gelecek dikensiz gül bahçesi vaat etmiyor!

Yolsuzluklarla boşaltılmış hazine, hortlamış bir enflasyon, derin bir üretim krizi, emeği değersizleşmiş açlık sınırında yaşayan milyonlar, bilgi üretemeyen bir toplum, soru sormayan, sorulanı da anlamayan kültürsüzleştirilmiş kuşaklar, eğitimle yaygınlaştırılan hurafelere kurban edilmiş çocuklar, depremini bekleyen beton ormanlarına dönüşmüş kentler, ekilemez hale getirilmiş topraklar…

Nur Betül Çelik nbcelik@gazeteduvar.com.tr

Sadece çok soru sorduğu için birine hayran olabilir misiniz? Yoksa genel eğilime uyup sorgulayana karşı hafiften bir husumet mi geliştirirsiniz? Sizi bilmem, ama benim gördüğüm bu ülkede soru sormaktan alabildiğine kaçınanların sayıca çoğunluğu oluşturdukları. Sırf çok soru sordukları için yadırganan, acayip kabul edilen arkadaşlarım, yakınlarım da var. Elbette saatin kaç olduğunu, bir adrese nasıl gidileceğini sormaktan bahsetmiyorum. Bu türden sorularla ilgili pek bir problemimiz olduğunu sanmıyorum. Tersine, bazen burnumuzun dibinde olanı bile sormak konusunda yüksek bir medeni cesaret sergilediğimizi düşünüyorum. Yeter ki bizi kestirmeden sonuca götürsün. Ama iş derin mevzulara gelince sormak, sorgulamak yerine tevekkülle kabullenmeyi tercih ediyoruz gibi geliyor bana. Sorgulayanı da sevmiyoruz sanki. Mahalde oyalanmanın, her şey tıkırındayken işleri karıştırmanın ne lüzumu var değil mi ama? Aman ha zülfiyare dokunulmasın. Herhangi bir şey sakın ola derinliğine irdelenmesin. Araştırma soruşturma için zamanımız da yok. Anlamak da zahmetli ne gerek var! Sosyal medya ne güne duruyor, hızla enformasyon akıyor. Zahmetsiz.

Herhangi bir mecradan bize ulaşan bilgi, fikir vs.ye katı bir gerçeklik yükleyerek onları sorgusuz sualsiz benimsemek konusunda pek çekincemiz yok gibi. Kulağımıza bir yerlerden çalınan enformasyon kırıntılarına güvenerek konunun uzmanlarına bile taş çıkartacak analizler yapanımız ise hiç az değil. Yüzüne bilmiş bir ifade yerleştirip mümkünse tek kaş havada karşısındakine delici bakışlarını dikerek akıl verenlerin çoğuna tek bir soru sorabilsek, o derme çatma analizimsiler deprem görmüş İstanbul gibi yerle yeksan olacak ama işte mesele (doğru) soru(ları) sorabilmekte. Tabii bir de sorunun muhatabının sorulanı işitmeye, işitmek yetmez anlamaya hazır olması lazım ki böyle birilerini bulmak için elinde feneri Diyojen imdada gelse yetmez.

Soru soramayınca soyutlama da yapılamıyor tabii. Olgular arasındaki ilişkiler kurulamıyor. Gerçekçi sonuçlar çıkarılamıyor. Dünyanın uzak köşelerinde olup bitenler, mesafenin göreliliği nosyonu olmayınca bizi hiiiççç ilgilendirmiyor. “Dünya küçük” deyişi sözgelimi, gerçekten kavranabilse kutuplarda eriyen buzulların tepemize düşen çakıl taşı büyüklüğündeki dolu taneleriyle bağını da kurmak daha kolay olacak ama… Yok… Mesela biraz araştırsak, azıcık sorgulasak, dünyada et tüketiminin artmasıyla iklim değişiklikleri arasındaki bağı daha kolay kuracağız. Et yememeyi öğütleyenlere ifade özgürlüğü gibi alakasız bir zeminden yekten saldırmak yerine onların ne demek istediğini kavrayabileceğiz. Vejetaryenliği, veganlığı etik bir duruş, bir tavır alış olarak daha iyi anlayabileceğiz. Ama yok…

Yine sorgulayıcı bir bakışımız olsa, yargı reformu adı altında yapılacak düzenlemelerin ifade özgürlüğünü güvenceye alacağına, yok edilen yargı bağımsızlığını yeniden inşa edeceğine öyle kolay inanmayacağız. Bütün erklerin tek kişinin eline teslim edildiği bir rejimin tanımlayıcı unsurunun keyfilik olduğunu anlayabileceğiz. Cumhurbaşkanı emir verir vermez özel araçlarında sigara içtikleri için cezaya çarptırılanlar durumun sandıkları kadar basit olmadığını belki o zaman fark edebilecekler. Meselenin sigaranın sağlığa zararının çok ötesinde bir anlamı olduğunu kavrayabilecekler. Yasakla birlikte iktidarın totaliterleşerek sınırlarını genişlettiğini görebilecekler.

Sorgulamayı, soru sormayı hayatımızın doğal bir parçası haline getiremediğimiz için umutlarımız da gerçekten almıyor temellerini. Balon gibi sönüveriyorlar. Üstelik kolay kandırılıyoruz. Her şeyin yolunda olduğuna veya olabileceğine inanıyoruz. Oysa hiçbir şey hem yolunda değil, hem de yolunda olabilmesi ancak durumumuzun farkında olarak harekete geçmemize bağlı. Bütün kurumları çökertilmiş bir Türkiye’de sadece iktidarın değişmesine bel bağlayıp ertesi gün gül bahçesinde uyanacağımıza inanacak saflık, ancak sorgulamaktan kaçınan gözündeki at gözlüğünden memnun bir halka özgü olabilir. Oysa sorun büyük. Yolsuzluklarla boşaltılmış hazine, hortlamış bir enflasyon, derin bir üretim krizi, emeği değersizleşmiş açlık sınırında yaşayan milyonlar, bilgi üretemeyen bir toplum, soru sormayan, sorulanı da anlamayan kültürsüzleştirilmiş kuşaklar, eğitimle yaygınlaştırılan hurafelere kurban edilmiş çocuklar, depremini bekleyen beton ormanlarına dönüşmüş kentler, ekilemez hale getirilmiş topraklar… Kafası karışık insanlar… Hayatı cehennem kadınlar… Kadınlı erkekli erkeklik-seviciler... Savaştan haz duyan, hayatı değil her gün ölümü kutsayarak halkına seslenen yöneticiler… Topluma trilyonlarca liraya mal olan bir rejim… Paçalardan akan yüzsüzlük… Manipülasyonlar, yalanlar…

Nasıl olacak? Nasıl bitecek bunlar? Bu hafta hem konuşamadığımız ama konuşmamız gereken sorunlara, bu anlamda özellikle Kürt sorununa dair yazısında Murat Sevinç, hem de politik meselelerle ilgili tartışmalarımızın gündemin sığlığında boğulduğunu ifade eden yazısında Kemal Can bu soruna değiniyorlar. Uzunca bir süredir zihnimi kurcaladığı için ben de onlarla birlikte sormak istedim. Gerçekten bu koşullarda doğru soruları sormanın önemli olduğu kanısındayım. Şu aralar en önemli soru ise bu: Deprem oldu, bazılarımız hissetmemeyi yeğledi, ama hepimiz enkaz altındayız. Kurtulmak bize bağlı, o halde ne yapmalıyız?

Tüm yazılarını göster