Galip Yalman: Merkez Bankası'nın bağımsızlığını savunanlar neoliberalizmi savunduklarının farkında değil!

Prof. Dr. Galip Yalman: Merkez Bankası ve üst kurullar aracılığı ile piyasayı etkin kılma çabalarının 1990’lardaki ifadesi “düzenleyici devlet”in oluşturulması. Süreç içerisinde bu kurgunun ne kadar boş olduğu ortaya çıktı, üst kurullardan bir çırpıda vazgeçildi. Ancak bizde şu var, muhalefet partileri de dahil Merkez Bankası’nın “bağımsızlığı” krizden çıkmanın olmazsa olmazı deniyor. Halbuki, Merkez Bankası’nın bağımsız olması demek, onun neoliberal parametrelere uygun davranması demek.

Mühdan Sağlam msaglam@gazeteduvar.com.tr

Türkiye’de 'döviz krizi' derinleştiği ölçüde öneri ve tartışmalar yoğunluk kazandı. Daron Acemoğlu’ndan Eric Zürcher’e pek çok isim bu konuda görüş ifade etti. Ancak Türkiye ekonomisinin durumu ele alınırken kapitalist sistemin dönüşümü pek ön planda tutulmuyor. Bu noktadan hareketle, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Galip Yalman ile kapitalist dönüşümü, Özallı yılları ve Türkiye’nin içinde bulunduğu krizi konuştuk.

Hocam Türkiye dövizle başlayan ekonomik bir kriz yaşıyor ve bu beraberinde hem ulusal hem de uluslararası düzeyde tartışmalar başlattı. Hatta uluslararası camiadan Daron Acemoğlu başta olmak üzere bazı isimler Türkiye ekonomisindeki kurumsal yapıya dikkat çekti ve demokrasi ile ekonomi arasında bağ kurdu. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, böyle bir tartışma var. Aslında bu güncel tartışmaları daha iyi irdeleyebilmek için biraz tarihsel arka plana ve kapitalist dönüşüm tartışmalarına bakmak gerekiyor. Akademik alanda egemen yöntemsel yaklaşımlar açısından bakarsak, derslerde kullandığım terminolojiyle söyleyecek olursam, temelde yöntemsel bireyciliği esas alarak piyasa ekonomisi-devlet ilişkisine yaklaşanlar var. Bunun örneklerine iktisat, siyaset bilimi, sosyoloji gibi yerleşik disiplinlerdeki çalışmalarda rastladığımız gibi, 1970’lerde dünya ekonomisindeki uzun süreli krizden çıkış sürecinde yeniden gündeme gelen ve klasik siyasal iktisat yaklaşımını yeniden canlandırma çabasındaki çalışmalarda da görebiliriz.

Daron Acemoğlu’nun içinde olduğu 'Kurumsalcılar' durumu nasıl ele alıyor?

Yöntemsel bireyciliği reddeden ve reddetmeyen alt dalları, versiyonları olmakla birlikte, ortak bir özellik olarak “kurum”ları temel analiz birimi olarak ele alan, bu nedenle de Kurumsalcı diye ifade edilen bir yaklaşım var. Son 40 yıllık süreçte, IMF, Dünya Bankası, OECD vb. örgütlerin politika önerilerini şekillendirmekte, belirttiğim bu iki ana akımın temsilcilerinin çok etkin olduklarını gözlemek mümkün. Yöntemsel farklılıklar olsa da, devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden kurgulanması yolu ile kapitalist sistemin reforma tabi tutulması, bu yaklaşımların ortak noktası. Amaç, kapitalist sistemi, yaşanan krizlerin üstesinden gelerek düze çıkarmak.

.

Yani bu iki yaklaşımın da kapitalizme alternatif bir sistem arayışı yok diyebilir miyiz?

Evet kapitalizm veri ama bu çerçevede uygulanacak stratejiler ve politika önerileri konusunda çok ciddi ayrışmalar söz konusu. Bu bağlamda, eleştirel siyasal iktisat geleneğinden uzak durmakla birlikte, neoliberal politikaları ciddi biçimde eleştiren ve kurumsalcı olarak tanımlanabilecek bir kesim de var. Benzer biçimde, kapitalizmin geleceği açısından küreselleşmeye o kadar olumlu rol atfetmenin doğru olmadığını savunan Kurumsalcılar da var. Türkiye'de de bunların izdüşümlerini izlemek mümkün. Biraz önce belirttim, 1970’lerdeki krizden çıkış arayışları bağlamında, siyasal iktisadın yeniden revaç bulması çarpıcı bir gelişme, özellikle ana akım iktisat açısından. Pozitivizmin bizi mahkum ettiği iktisat, siyaset, sosyoloji vb. disipliner ayrımların aşılması gerektiği, eleştirel siyasal iktisat geleneğine bağlı bilim insanlarının öteden beri vurguladığı bir zorunluluktur. Ancak, yöntemsel bireyci ya da kurumsalcı yaklaşımlar açısından siyasal iktisat, kapitalizmin karşılaştığı sorunları aşmak için başvurulan bir araçken, eleştirel siyasal iktisat açısından temel mesele kapitalizmi dönüştürmek olmaya devam etmektedir. Genel olarak, bu çerçeveyi hatırda tutarak konuşmak lazım. Medyada yapılan tartışmaları değerlendirmek için de bu arka planı hatırlamak gerekiyor.

1980’lerde kapitalist dönüşüm hem kuramlarda hem akademide bir disiplinler tartışması başlattı değil mi?

Buradan bakıldığında, iki husus dikkate değer biçimde öne çıkıyor. Birincisi, 1980'lerden itibaren toplumsal sınıfların gündemden, sadece siyasal olarak değil, akademik çalışmalar açısından da büyük ölçüde düşürüldüğü bir süreç başlıyor. Çarpıcı diğer husus ise, buna paralel olarak piyasa ekonomisi ve sivil toplumun, kapitalist düzenin temel taşları olarak, deyim yerindeyse, yeniden piyasaya sürülmesi oldu. Aynı zamanda, olmazsa olmaz haline gelen başka bir şey oldu. Herkes devleti önemsemeye başladı ve yukarıda belirttiğim egemen yaklaşımlar bağlamında devlet kuramı geliştirme girişimleri yaygınlaştı. Devletin nasıl sorunsallaştırılacağı, nasıl çözümleneceği meselesi önem kazandı. Piyasanın konumu, müdahalenin azaltılması, ortadan kaldırılması ya da piyasaya müdahalesinin olumlu sonuçlar vermesi açısından gerekli olduğuna dönük çeşitlemeleriyle beraber, tartışmaların odak noktalarından biri devlet oldu.

Peki bu iki dinamik Kurumsalcıları nasıl etkiledi?

Bu durum, Kurumsalcı yaklaşıma, tartışmalara politika önerileri geliştirerek katkı yapmak açısından bulunmaz bir fırsat yarattı. Hep anlamaya çalıştıkları şu, ekonomik gelişme sürecini ve ortaya çıkardığı tarihsel plandaki farklılıkları nasıl açıklayacağız? Dönüp dolaşıp hepsinin değilse de çoğunun kabul ettiği şey, bunu açıklamak için bir devlet kuramına ihtiyaç duydukları. Douglass North gibi İktisat dalında Nobel kazanmış birisinin, gerekli olduğunu söylemekle birlikte itiraf ettiği şeyse, bu ihtiyacı gidermekten henüz çok uzak oldukları. Rasyonel birey davranışlarını çözümleyen yöntem bireycilikle bunu yapmak mümkün olmuyorsa, farklılıkları açıklamak için neye ihtiyaç var: Kurumlara.

Kurumsalcılar devleti de buradan mı ele aldılar?

Kurumsalcılar için açıklayıcı unsur kurum. O kurumun biraz üstünü kazırsak karşımıza yine devlet olarak çıkıyor. Peki devlet nedir, diye sorduğumuzda cevabı belli: Bir kurumlar bütünü. Böylece, ekonomik gelişme süreçlerinin anlaşılması ve karşılaştırmalı bir perspektifle değerlendirilmesi açısından devlet olmazsa olmaz bir unsur haline geldi. Yani iyisiyle kötüsüyle, yerin dibine batırmak için de, başarı örneklerini açıklamak için de devlet. Peki ama A ülkesindeki kurumlar şu tür pozitif sonuçlar veriyor, B ülkesindeki kurumlar şu tür negatif sonuçlar veriyor, dendiği zaman, gerçekten bir açıklama yapılmış mı olunuyor? Zira kurumların temel açıklama birimi olabilmesi için öncelikle kendilerinin açıklanması gerek. Ne var ki, temel bir metodolojik sorunun etrafından dolanılıyor. Yani kullandıkları temel açıklayıcı kategorileri açıklamadan kullanıyorlar. Devlet kuramınız yoksa, onu nasıl temel açıklayıcı olarak kullanıyorsunuz sorusu havada kalıyor. Başka türlü söylersem, devlet sorunsallaştırılmadan, çözümlenmeden, olumlu ve/veya olumsuz gelişmelerden sorumlu unsur haline getiriliyor.

'REJİM DEĞİŞİKLİĞİ BİR DIŞ POLİTİKA ARACI HALİNE GELDİ'

Oysa bunun tam tersi tartışmaların yapıldığı dönemlerde yakın tarihli, burada aslında özne devlet. Ama nesneleştirildiğini görüyoruz. Devletler ortadan kalkıyor iddiaları var, örneğin Hard ve Negri'nin İmparatorluk kitabında olduğu gibi.

Evet, onlar da var. Bir de tabii, 2000’lerin başlarındaki Anglo-Sakson dünyasının terminolojisiyle, başarısız devlet (failed state ve rogue state) tartışmaları var, hatta yok edilen devletler de var. Parçalanmış, toplumsal bütünlüğü sağlama işlevini yitirmiş, Somali gibi devletler mesela. Ya da bugün için Libya vb. örnekler. Dolayısıyla belli coğrafyalarda devlet diye bir şeyden söz edemez hale geliyorsunuz. Bazen bu belirli bir stratejinin sonucunda da gündeme gelebiliyor; meşrulaştırmak için de, ona bir isim takıldı: Böylece rejim değişikliği (regime change) bir dış politika amacı oldu bazı başka devletler için.

Şimdi, kapitalist sistemin de gelişme evreleri ve farklı ölçeklerde yaşanılan krizler var. Dünya kapitalist sistemi içindeki konumları ve jeopolitik parametreleri ile birlikte değerlendirildiğinde, krizlerin farklı coğrafyalarda yaşanış biçimleri ve sonuçları farklılıklar gösterebiliyor. Bu bağlamda, devletlere eğer bir açıklayıcı rol atfedilecekse, bunu sermaye birikim süreçlerinden ve bunların belirlediği sınıflar arası ve sınıf-içi mücadelelerden bağımsız olarak değil, tam tersine bu mücadelelerle şekillenen bir gerçeklik olduğunu saptayarak yapmak gerektiğini vurgulamakta yarar var. Tabii toplumsal sınıfların da verili, değişmeyen kategoriler olmadığını unutmaksızın.

.

Öte yandan, 1930’lar ya da 1970’lerdeki sistemsel krizlerin bir özelliği vardı. 1960 sonrasında moda olan bir deyimle ifade edecek olursak, beraberlerinde paradigma değişikliklerini getiriyorlardı. Bunun özü de, devletin ekonomiyle olan ilişkisinin yeniden teorik olarak tanımlanmasını içeriyordu. 2008 krizinin bu açıdan önemli bir farkı var, bu anlamda bir paradigma değişikliği söz konusu değil. Krizin ilk iki yılında teorik bağlamda belirli bir sorgulama yapılmış olsa da, kriz 2008 öncesi kriz yönetme ve kriz önleme stratejileri ile aşılmaya çalışıldı bugüne kadar. 1980’lerden 2008’e kadar bakıldığında mesele teorik olarak çözümlenmiş, olumsuz özellikleri olan devletler, çeşitli havuç-sopa yöntemleri, yani yapısal uyum paketleri vb. ile yeniden yapılandırılmaya çalışılmakta ki, bu devletler ekonominin gerektirdiği reformları yapacak konuma gelebilsinler. Piyasayı kısıtlayan müdahalelerde bulunan bir devletin yerine, piyasa ekonomisinin daha etkin sonuçlar vermesini sağlayıcı pozitif özellikler taşıyan bir devlet. Devleti reformdan geçirme söylemi de buradan geliyor. 1990’lardan itibaren Dünya Bankası’ndan IMF ve OECD, hatta AB’ye çeşitlemelerini görüyoruz.

'SON YILLARDA YAŞANANLAR BİR KRİZ YÖNETME STRATEJİSİ'

Ancak, 2008 sonrasındaki uygulamalar farklı ölçeklerde krizin aşılmasını ve ekonomilerin yeni bir büyüme ve refah patikasına girmesini sağlamaktan uzak kaldıkça, 2008 öncesindeki reçetelerle çözümü, “kurumlar” düzeyinde yapılacak değişimlerde aramak beyhude bir çaba. Dolayısıyla, son yıllarda yaşanılanların aslında, “kriz yönetme stratejisinin krizi” olarak nitelenmesi gerekiyor. Eleştirel siyasal iktisat perspektifinden meseleye yaklaşanların, krizi giderek neoliberalizmin krizi olarak nitelemeye başlamaları da bunun bir başka ifadesi.

'AB VE IMF’Yİ SAVUNANLAR GEÇERLİLİĞİNİ BÜYÜK ÖLÇÜDE YİTİRMİŞ BİR STRATEJİYİ ÖNERİYOR'

Bizde de, 2000’li yılların başlarındaki, IMF ve AB’ye ilişkin olarak “çifte çıpa” vb. betimlemelerin, bugünlerde saygın Türkiye gözlemcileri tarafından yeniden dile getirilmeye başlanması, meselenin çözümü için, geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş kriz yönetme stratejisinden başka bir alternatifin halen düşünülemediğini göstermekte. Kurumsalcı yaklaşım açısından biraz hazin bir durum olsa gerek.

'ÖZAL’I BİTİREN ŞEYİN EKONOMİK KRİZ OLDUĞU UNUTULUYOR'

Türkiye’ye bakıldığında, yapılan analizlerde şöyle gariplikler göze çarpıyor. Bakıyorsunuz bir dönemde müthiş bir Özalizm hayranlığı var. Aynı zamanda, tüm yapılan reformlara karşın, Türkiye’de devletin, ekonomik gelişmenin önündeki başlıca engel olduğu iddiası tekrar edilmekten geri durulmuyor. Bir bakıma, 1980’lerin sonunda yaşanan ve Özalizm'in krizi olarak niteleyebileceğimiz krizin sorumlusu olarak yine devlet gösteriliyor. Halbuki Özal’ı bitiren şey ekonomik kriz. Unutulmuş olsa da 1988 ciddi bir kriz yılıydı. Bugünkü gibi dolar iniyor çıkıyor, Merkez Bankası müdahale ediyor vb.

Yani bunu hep ANAP üzerinden anlatırlar ancak arka planına girmezler, Özal’ı ve ANAP’ı bitiren kriz diyorsunuz?

Tabii, Özal neden Çankaya’ya çıktı sanıyorsunuz! ANAP, 1989 Mart’ında İstanbul ve Ankara’yı kaybetmiş bir parti. Bunun arka planında 1987’de başlayıp 1988’de belirginleşen kriz var. Bunlar unutuluyor, sanki Türkiye 2000’lerin başına gelene kadar “ceberrut devlet”in egemenliğinde. Özalizm unutuldu. Göklere çıkarılıyordu. "Özal çok güzel işler yaptı ama, teknokrat olmaktan çıkıp politikacıya dönüştü, popülist oldu" gibi açıklamalar yapılageldi. Ne oldu o devlete?

Özal’ın bir iddiası var. 1992’de İzmir’de İktisat Kongresi topluyor ve kendi ifadesiyle “devleti mutasyona uğrattık” diyor. Hiç kimse bunun üstünde durmuyor. Bunu neoliberal mantıkla söylüyor. Hantal devlet, ceberrut devlet her neyse biz onu dönüştürdük, piyasa ekonomisinin gereklerini yapan bir devlet ortaya çıkardık diyor. Bu bir başarı iddiası.

'1990'LARDAKİ KRİZ UNUTULUYOR VE BAŞARISIZ KOALİSYON DÖNEMLERİ OLARAK ANLATILIYOR'

Benzer bir hesaplaşma sanki 2000’lerde de görüldü. Orada da bir 'Kemalizm ile hesaplaşma' dinamiği üzerinden horlanan kesimlere kucak açtığını iddia eden bir retorik kuruldu?

Bunun garip bir döngüsü var. 1990’ların başındaki Özal öyle bir noktada gidiyor ki Türkiye 1993’te yeni bir krize giriyor. Ancak Bu kriz 1988’deki uygulamaların bir yansıması. 1989’da 32 sayılı kararla sermaye hareketlerinin serbest bırakıldığı dönemin ilk krizi. Ardından 1994’te IMF programı... 1990’lı yıllar, bunlar unutulup zayıf koalisyon hükümetlerinin beceriksizlikleri söylemi ile değerlendiriliyor. Özellikle Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye gibi ülkeler, kriz yaşadığında “siz yeterince reform yapmadınız, kurumsal yapılarınızı güçlendirmediniz, finansal piyasalarınızı yeterince derinleştirmediniz” ya da IMF’nin deyimiyle 'ikinci kuşak reformları yapmadınız' gibi suçlamalara maruz kalıyorlar. Bu tabii şu anlama geliyor, neoliberal uygulamalar bir istikrarsızlık nedeni değildir. İstikrarsızlık ülkelerin uyguladıkları yanlış politikalardan ya da yeterli kurumsal düzenlemeleri yapmamalarından kaynaklanır. Diğer bir deyişle, artık yapısal reformların hedefi devletin kendisi oluyor.

2001 krizinin aşılmasında da devlet yine hedefte mi?

Aslında 1998’den itibaren IMF’nin önce gözetimine, sonra denetimine giren Türkiye o güne kadarki en ciddi krizini 2000-2001’de yaşıyor. Sorumlu kim, yine devlet. Neden yine devlet, çünkü Kemal Derviş geliyor ve “15 günde 15 reform” söylemi ile hem devletin, hem de ekonominin yeniden yapılandırılması başlıyor. Bunun unsurları var, finans sektörü reel sektör ilişkilerinin yeniden düzenlemesi vb. Kamu borcunun çevrilebilmesi açısından bankalarla kamu maliyesi arasındaki ilişki yeniden yapılandırılıyor. Banka veya finans sermayesi için en kârlı işin hazine bonosu olmaktan çıkarılması hedefleniyor. Büyük ölçüde de başarılıyor. Tabii arka planında Kurumsalcıların pek tartışmadığı emek dünyasına ne olduğu da ayrı bir hikaye.

Aynı zaman diliminde, neoliberal Ortodoksiye bağlı kalarak kapitalizmin krizlerini aşamazsınız, bunun bedelleri de her düzeyde ağır olur diye özetlenebilecek bir başka Kurumsalcı damar da oluşuyor. Küreselleşme karşıtı yaklaşımlarda da bunu görmek mümkün. Bu süreç aynı zamanda, IMF’nin itibar kaybının en yüksek olduğu dönem. 2001 krizini Arjantin ve Türkiye eş zamanlı olarak ve IMF stand-by anlaşmalarına bağlı kalarak yaşadı.

1997-1998’deki Asya krizinden çıkış sürecindeki birçok ülke, IMF’ye olan borçlarını en kısa sürede ödeyip, IMF boyunduruğundan çıkma gayreti içinde, kendilerine, dünya ekonomisi içinde yer açma amaçları var. Bunun idealizmden ziyade maddi temelleri var. Çünkü söz konusu dönem kaynakların görece bol olduğu dönem. Ülkeler IMF’ye, alternatif kaynak bulamadıkları ölçüde gitmek zorunda kalıyorlar.

'DÜNYADA IMF İTİBAR KAYBEDERKEN TÜRKİYE 2008’E KADAR IMF İLE YOLA DEVAM ETTİ'

Türkiye bunu yapmadı mı?

2000’lerde Türkiye ilk krizi aştıktan sonra çok ilginç bir örnek oluşturuyor. 2002-2005 programını, yani son Ecevit Hükümeti’nin Eylül 2002’de yenilediği programı AKP iktidarı 2005’e kadar sürdürüyor. Ortalıkta ne kriz vardır, ne bir şey. Ancak Erdoğan hükümeti, programı 2005’te yeniler. 2005-2008 stand-by anlaşması, IMF için ibretlik bir durumdur. Siyasi gerekçelerle stand by yaptığını itiraf eder. "İstikrar için Türkiye ile standby yapılması gerekir" denir. 2007 seçimlerine istikrarla yani mevcut iktidarla gidilmesi için 2005’te standby anlaşması yenilenir.

Benzer bir durum 1996’da Rusya’da Boris Yeltsin’in seçimi kaybetme ihtimaline karşı yapılmıştı. Ancak sanıyorum Türkiye bunun en net örneği oldu.

Tabii bunun başka örnekleri de var. Örneğin 2002’de Brezilya’da Lula seçilmeden önce diğer adaylar IMF’yle stand-by’ı devam edeceklerine söz verdiler. Lula da bunu söyledi. Hatta bu nedenle çok da eleştirildi. Ancak seçildikten sonra Lula 12 ayı dolmadan IMF ile ilişkisini kopardı. N. Kirchner yönetiminde Arjantin ise bambaşka bir yola girdi. 2000’li yıllar en azından 2007-2008’de Amerika’da başlayan krize kadar finans piyasalarında bolluk yılları. Latin Amerika’dan Türkiye’ye isteyen istediği kadar borçlanabiliyordu. Ciddi bir biçimde dış kaynak kullanarak ekonomik büyüme sağlanıyor. İçeride bu kaynakların nasıl kullandığı ayrı bir mesele. A ülkesi B ülkesi farklıklar gösterebiliyor. AKP iktidarının 2008’de stand-by bittiği zamanda IMF ile doğrudan bir anlaşmaya gitmemekle, bundan bir siyasi puan toplama çabasının olduğunu gözleyebiliriz. Kriz sürecinde Türkiye’ye dış kaynak girişi olduğu da bir gerçek.

'BÜYÜME 2000’LERİN BAŞINDAN İTİBAREN BORCA DAYALI GERÇEKLEŞTİ'

2000’lerde temel hedef haline getirilen bir kavram var büyüme. Türkiye bunun nasıl yapıyor?

Eğer 2008 krizine kadar dış kaynak kullanımına bağlı bir büyüme sağlandıysa, bu kaynakların nasıl kullanıldığı da önemli. “Nitelikli” büyüme gibi kavramlarla tartışmanın anlamı yok, zira bu büyümenin niteliklerini ortaya koyduğunuz takdirde, çok da övünülecek bir tablo ile karşılaştığınızı söylemek zor. Özelleştirmeler ve ona bağlı olarak banka sermayesinin büyük ölçüde yabancı sermayenin kontrolüne girmesi gibi olgular da var, ki bu hâlâ devam ediyor. Ama bir de şu var: Somut saha araştırmalarının ortaya koyduğu gibi otomotiv ve beyaz eşya gibi sektörler gerçekten 2001 sonrası büyük bir dönüşüm yaşıyorlar ve ihracat odaklı bir yapı oluşuyor. Onun temel unsuru da emeğin görece baskı altında tutulduğu bir dinamikte olması.

'KATMA DEĞERİ DÜŞÜK SANAYİ SORUNUNU AKP DE ÇÖZEMEDİ'

Yani ucuz işgücüyle mi büyüyor?

Nitelikli bir işgücü olsa bile onun baskı altında olduğu bir süreç yaşanıyor. Metal ve beyaz eşya gibi sektörlerde bu çok belirgin bir biçimde yaşanıyor. Ayrıca reel ücretlerin en iyimser bakışla sabit kaldığı bir süreçte büyüme büyük ölçüde, hem özel sektör ağırlıklı dış borca bağımlı ya da borcun itici güç olduğu hem de hane halkı borçlanmasına bağlı bir tüketimin teşvik edildiği bir yapıda gerçekleşiyor. Kaynaklar ne kadar etkin kullanıldı? İstanbul Sanayi Odası'nın 2013’te yayınladığı bir raporda, “sanayisizleşme” tehlikesine karşı acil önlem alınması için çağrı yapılıyordu. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın 2011’de yayınladığı, 2011-2014 Türkiye Sanayi Stratejisi Belgesi başlıklı çalışmada da, 2001 sonrası gerçekleşen hızlı büyümeye karşın, küresel ölçekte rekabet gücü beklentilerin altında kalan bir ekonomik yapıdan söz edilmekteydi. Aslında, katma değeri düşük mal üreten bir sanayi yapısı ve bundan kurtulmak gerektiği, 1980’li yıllardan beri, başta sanayi burjuvazisi, çeşitli kesimlerin dile getirdiği bir yakınma. AKP iktidarı da buna bir çözüm getirebilmiş değil.

2000’lerin başından 2010’a kadar olan büyümeyi IMF ve AB ile ilişkiler üstünden açıklayanlar var. Sizce bu açıklama doğru mu?

Özetle, nitelikli büyüme denen olgunun hiç de öyle olmadığını, bu günlerde yeniden öykünüldüğü üzere AB-IMF’nin çifte çıpa terminolojisiyle açıklanacak bir şey olmadığını vurgulamak gerek. Zaten AB ile ilişkiler 2005’ten itibaren bozuluyor. Dahası ekonomik gelişmeyi de buna bağlı olarak açıklamak çok kolaycı bir yaklaşım. Dolayısıyla hem dışsal faktörler, dünya ekonomisinde kaynak bolluğu olması ve bizimkiler hariç IMF’nin itibar kaybı, kamu borcunun yapılandırılması noktasında AKP’nin meyveleri sadece toplaması değil, hem emek üzerindeki baskıcı düzenlemeler, hem de özelleştirmelerle artı kaynak yaratmasının imkan sağladığı bir süreç söz konusu.

'MERKEZ BANKASI'NIN BAĞIMSIZLIĞINI SAVUNANLAR NEOLİBERALİZMİ SAVUNDUKLARININ FARKINDA DEĞİL'

Dolayısıyla 'mesele kurumlardı demek, açıklayıcı olmaktan çok uzak ve yetersiz'. Özal’dan gelen bir anlayışla siyasi otoritenin yasamayı bir şekilde by pass ederek kaynak dağıtım mekanizmalarını kontrol etmesi diye bir şey var. Bu da yine bize özgü değil. Yürütmenin öne çıkıp yasamanın geri planda kaldığı bir durum. Merkez Bankası ve üst kurullar aracılığı ile piyasayı etkin kılma çabalarının 1990’lardaki ifadesi “düzenleyici devlet”in oluşturulması. Süreç içerisinde bu kurgunun ne kadar boş olduğu ortaya çıktı, üst kurullardan bir çırpıda vazgeçildi. Ancak bizde şu var, muhalefet partileri de dahil Merkez Bankası’nın “bağımsızlığı” krizden çıkmanın olmazsa olmazı deniyor. Halbuki, Merkez Bankası’nın bağımsız olması demek, onun neoliberal parametrelere uygun davranması demek. Bunun siyasi rasyoneli olabilir. Ancak insanların ne dediklerini bilmeleri lazım.

Türkiye krizine AB ve IMF çözüm olabilir mi?

Geldiğimiz noktada çifte çıpaya dönelim denmeye başladı. Ancak AB ile ilişkileri yeniden geliştirebilmek için, AB’nin de kendi adına beklentileri var, ama tam üyelik perspektifi olduğunu söylemek pek de kolay değil. Ayrıca IMF’nin böyle bir gücü var mı?

Sanıyorum, Türkiye gibi krizde olan Arjantin’in yaşadığı bu söylediklerinizi destekliyor?

Evet, Arjantin’in bugün yaşadığı kriz öğretici olmaya aday. Türkiye ile beraber beş kırılgan ülkeden birisi Arjantin. Neden Arjantin kırılgan bir ülke? 2002-2015 arasında Arjantin küresel piyasaların yaramaz çocuğu. 2015’te iktidar değişiyor, yaşasın Arjantin finans piyasalarıyla yeniden bütünleşti diye alkışlanıyor. Şimdi durum ne? Arjantin yine krizde. Arjantin pesosu dolar karşısında Mayıs’tan bu yana bize göre, çok daha hızlı biçimde değer kaybediyor, IMF ile anlaşma yapacağını belirtmesine rağmen. Dolayısıyla IMF ile anlaşma yapmanın krize karşı bir güvence olup olmadığını bu koşullarda yeniden tartışmamız da gerekiyor.

'IMF’YLE ANLAŞARAK SORUNU ÇÖZERİZ DEMEK GERÇEKÇİ DEĞİL'

Aslında merak edilen bir konu Arjantin. Arjantin’de neler oluyor?

Arjantin hızla bir değişim geçiriyor. Kirchner iktidarlarında döviz cinsinden borçlanmasını azaltmış bir ülkeyken, Macri döneminde küresel finansla ve piyasalarla bütünleştiği ölçüde yeniden döviz cinsinden borçlarını artıran bir ülke haline geliyor. Bunu yaptığı ölçüde ne beklenir? Ne güzel piyasaların güvenini kazandı denmesi gerekir, ama ne oluyor insanlar dolara koşuyorlar. Dolara koştukları ölçüde, rezervler azalıyor. Ciddi anlamda bir sermaye çıkışı başlamış durumda. Latin Amerika’nın tarihsel özelliklerinden birisi yeniden yaşanıyor. Dolara talep artıyor, para değer kaybediyor. Tabii Arjantin’de halk yine sokaklarda IMF’yi protesto ediyor. IMF yeniden itibar kazanıyor iddialarının Arjantin’de olanları dikkate aldığımızda gerçekçi olmadığını söylemek gerekiyor. IMF’ye rağmen Arjantin’de kriz büyüyor. Dolayısıyla, IMF ile anlaşırsak meseleyi çözeriz demek de gerçekçi değil. Yukarda değindiğim, kriz yönetme stratejisinin krizi olgusunu doğrulayan gelişmeler yaşanıyor Arjantin’de.

Türkiye bu krizi aşmak için ne yapmalı?

Türkiye’ye yönelik tartışmalarda Tayyip Erdoğan’ın zaman içinde ona atfedilen demokrasi önderi ve piyasa ekonomisinin gereklerini yerine getiren siyasetçi kimliğinden giderek uzaklaşmasının, krizin başlıca nedeni olduğu şeklinde bir izlenim yaygın. Bir İslam ülkesinde piyasa ekonomisi ve demokrasiyi bir arada gerçekleştiren bir “istisna” olarak sunulan “Türk modeli”nin simge ismi, bir anda, Trump, Putin, Orban vb. ile birlikte yükselen otoriterleşmenin sembollerinden biri haline gelmiş durumda.

'OTORİTER DEVLET BİÇİMİ 1982’DE GELDİ'

Türkiye’de 1982 Anayasası ile birlikte hayata geçirilen otoriter devlet biçiminin, 16 Nisan 2017 – 24 Haziran 2018 sürecinde gerçekleştirilen rejim değişikliğine karşın, halen geçerli olduğunu hatırlatmakta yarar var. Emek sermaye ilişkileri temelinde, yapılan sermaye lehine düzenlemeler - ki Erdoğan iktidarında da bu katmerlenerek sürdürüldü – bu devlet biçiminin tanımlayıcı omurgasını teşkil etmekte. Bu bağlamda, rejimin otoriterleşmesi ne ifade ediyor? Otoriter bir devlet biçimi ve sınırlı özgürlüklerin olduğu parlamenter rejimden, 12 Eylül Anayasası çerçevesinde bugüne gelirken sadece bir rejim mi değişti, yoksa bu otoriter devlet biçimi, kendi içinde bir deformasyona uğradı mı? Bunları tartışmak gerekiyor. Bu da çok kapsamlı yapısal bir analiz gerektiriyor.

.

'YAPISAL SORUNLAR TÜRKİYE EKONOMİSİNE HAS DEĞİL'

Yapısal derken bunun Türkiye ekonomisine has olmayan noktaları da var. Türkiye ekonomisinin kaynak dağılım mekanizmalarının nasıl kullandığına bağlı olarak kendine özgü sonuçları elbette var. Ancak bir bütünselliği koruyarak da bakalım. Mevcut koşullarda nasıl bir anti-kriz stratejisi olabilir? Emek dünyasına olan baskıları artırmayacak yumuşak bir geçiş, dolayısıyla bunu hayata geçirecek siyasi özne nasıl oluşur bunu düşünmek lazım. Dolayısıyla ikisi iç içe olmakla beraber, Türkiye’de alternatif bir şekilde krizi aşma mücadelesini ikiye ayırarak düşünmek lazım. Ancak söylediğim gibi ilkini hipotetik olarak düşünmek için bir engel yok.

Erdoğan son dönemde yaşanan ekonomik kriz karşısında bir ikinci bir Kurtuluş Savaşı retoriği kullanıyor. Sizce neden bunu yapıyor?

İşine geliyor. Türkiye gibi ülkelerin sorunları veriyken, krizi tetikleyen unsurları kullanarak, yapısal nedenlerin göz ardı edilmesi için bir fırsat doğduğu düşünülüyor. En azından belki de kendi kitlesinin arkasında durmasını sağlıyor.

Galip Yalman kimdir?

Doç. Dr. Galip Yalman: ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde uzun yıllar Devlet Teorleri, Türkiye Ekonomi Politiği, Karşılaştırmalı Siyasal Teoriler dersleri veren Galip Yalman, 2018’de emekli oldu. Emekliliğinin ardından meslek hayatıyla ilgili paneller düzenlenen ve "ODTÜ’nün efsane hocalarından" birisi olarak tanınan Yalman, hâlâ bu üniversitede ders vermeye devam ediyor. Yalman’ın Türkiye’nin neoliberal dönüşümü, devlet kuramları ve Türkiye ekonomisi üzerine pek çok kitabı ve makalesi mevcuttur.

Tüm yazılarını göster