Futbolun Kayıp Sanatları (12): Demir Perde deplasmanları

Seyahat tek yönlü değildi. Dinamo Kiev’in yıldızı Blokhin Batı deplasmanları için “genellikle sudan çıkmış balığa dönüyorduk” diyecekti…

Suat Başar Çağlan sbcaglan@hotmail.com

Birinci Dünya Savaşı sonrası ikiye ayrılan Avrupa’da, karşı tarafın kulüpleriyle oynanan maçlar her zaman bolca heyecan, sorun ve paranoya ile yüklüydü. Kayıp sanatlarda sıra, Demir Perde deplasmanlarında…

'DEMİR PERDE'

Bugünden bakınca, özellikle gençler için anlaşılması biraz zor. Avrupa yirminci yüzyılın ikinci yarısında ikiye bölünmüş bir kıtaydı. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Batı İttifakı NATO’yu, Doğu Bloku ise Varşova Paktı’nı oluşturuyordu ve ikisi arasındaki sınıra, Winston Churchill’in ilham verdiği “Demir Perde” adı uygun görüldü. 1947 yılında ABD ile Sovyetler Birliği arasında başlayan Soğuk Savaş bu ayrımı belirginleştirdi ve bir bakıma dünyaya yaydı. Çok kabaca anlatmak gerekirse, ilk gruptakiler kapitalist ABD’nin, ikinci gruptakiler ise komünist Sovyetler Birliği’nin arkasında birleşti.

Batı Bloku (mavi) ile Doğu Bloku (pembe) arasındaki Demir Perde (siyah) ve tarafsız Yugoslavya (yeşil). (Kaynak: Vikipedi)

Demir Perde, Avrupa’daki Doğu ve Batı blokları arasındaki siyasi sınırın adıydı ancak zaman içinde – biraz da yanlı bir tavırla – Doğu’yu anlatan bir sözcüğe dönüştü. Komünist/sosyalist rejimlerin kapalılığı ve otoriterliği üzerinden korku yaratmak için kullanışlı bir adlandırmaydı. Perdenin bu tarafındakiler olarak “Demir Perde ülkeleri” denince Sovyetler Birliği, Romanya, Doğu Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Arnavutluk ve Bulgaristan’ı anladık. Bir de tarafsız kalmasına rağmen gerek komünist rejimle yönetildiği gerekse coğrafi konumundan ötürü Yugoslavya’yı aynı blok içinde düşünmeye meyyaliz. İki taraf arasındaki milli maçların öyküsü ayrıca anlatılmayı hak ediyor; ama bizim konumuz kulüp müsabakaları.

İKİ BLOK TEK FUTBOL

Savaştan yeni çıkmış iki blok arasındaki etkileşim epey azalmışken futbol Avrupa için birleştirici değilse bile buluşturucu rol üstlendi. Henüz 1945 yılında, çiçeği burnunda Soğuk Savaş’ın ilk günlerinde Dinamo Moskova Britanya turnesine çıktı. Yerel gazetelere göre “ciddi amatörler” olan Ruslar hiç fena oynamıyordu. Dört maçta üç galibiyet bir beraberlik alırken Cardiff City’yi 10-1 ezdiler. İleriki yıllarda Doğu’daki şartlardan epey yakınacak olan Batılılar, sahanın yanı sıra misafirperverlik konusunda da iyi sınav vermemiş, Dinamo oyuncuları İngiltere turnesi boyunca Kırım Savaşı’ndan beri tadilat görmemiş askeri kışlada konaklamıştı.

Ama Dinamo’nun turnesi hazırlık maçlarından ibaretti. 1950’lerin başında İngiltere’de Wolverhampton Wanderers menajeri Stan Cullis’in üst üste lig şampiyonlukları kazanan takımını “Dünya Şampiyonu” ilan etmesi, kıtanın geri kalanında hoş karşılanmadı. L’Équipe gazetesinin efsanevi editörü Gabriel Hanot İngilizlerin kibrini kırmak üzere harekete geçerek hakiki bir şampiyon belirlemek için kıta çapında bir turnuva düzenlenmesi fikrini ortaya attı. 1955-1956 sezonundan itibaren Şampiyon Kulüpler Kupası oynanmaya başladı. Buna zaman içinde Fuar Şehirleri Kupası (1955), Kupa Galipleri Kupası (1960) ve UEFA Kupası (1971) eklenecekti.

1964-1965 sezonunda Macaristan’dan Ferençvaroş’un kazandığı Fuar Şehirleri Kupası, Doğu’ya giden ilk şampiyonluk oldu. Esas rekabet ise Sovyetler Birliği 1966’dan itibaren ülke takımlarının Avrupa’da oynamasına izin verince başladı. Komünist Blok yenilikçi hocaları, taktik ve fiziksel disiplini, bilimsel performans artırma becerileri ile oyunu zenginleştirdi. Şampiyonlar da çıktı: Dinamo Kiev 1975 ve 86’da UEFA Kupa Galipleri Kupası’nı iki kez müzesine götürdü. Aynı kupayı 1969’da Slovan Bratislava (Çekoslovakya), 1974’te Magdeburg (Doğu Almanya), 1981’de Dinamo Tiflis (Sovyetler Birliği) kazandı. En büyük zaferi ise Çavuşesku diktatörlüğündeki Rumenler elde etti. 1986’da Sevilla’da oynanan Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde, kalecisi Helmut Ducadam’ı efsanevi penaltı performansıyla Barcelona’yı mağlup eden Steaua Bükreş kulüpler düzeyinde zirveye çıkan ilk Doğu ekibi oldu. 1991 de Kızılyıldız da Marsilya’yı yenerek aynı başarıya imza attı.

Rakibin kullandığı dört penaltının tamamını kurtaran Ducadam, kupayı da bırakmıyor…

YEMEKLER VE BÖCEKLER

Doğulular çok fazla kazanmadı ancak Demir Perde deplasmanları hemen her zaman zorlu geçti. Havalimanlarındaki hasmane sınır prosedürleri, yetkililerin göz dağı veren tavırları, soğuk hava, tribünlerdeki binlerce asker ve sahanın güvenliğinden sorumlu çok sayıda polis, iki ayaklı mücadelelerde Doğu’daki maçı farklı – ve çok uzak – şehirlere taşımak gibi pratikler, Komünist Blok’un bambaşka ve korkulacak bir yer olduğu algısını pekiştirdi. Buna Batı merkezli dünyanın propaganda ve şeytanlaştırma potansiyeli de eklenince zaman zaman trajik, bazen komik, çoğunlukla trajikomik birçok olay yaşandı.

1960’larda Inter ve Real Madrid Doğu’ya giderken zehirlenme korkusu ve düzgün bir şey bulamayacakları bahanesiyle yiyeceğini yanında götürüyordu. 1964’te Partizan Tiran deplasmanına giden Köln kendi yemeğini ve aşçısını da kafileye dahil etmiş ancak ev sahibi ülkedeki yetkililer yemeğe izin verse de aşçıyı sınırdan geçirmemişti. Liverpool’un efsane hocası 1970’teki Bükreş deplasmanı boyunca “bir tane adam gibi çay içemedik” diye şikâyet edecekti. Gastronomik açıdan güzel sürprizler de yaşandı. Celtic’in büyük teknik direktörü Jock Stein, “Tiflis’teki et yemeklerini hiçbir yerde yemediğini” itiraf edecekti.

Dinamo Tiflis’in 1976 yılında inşa edilen heybetli “Vladimir İlyiç Lenin Dinamo Stadyumu”. Bugün eski yıldız Boris Paiçadze’nin adını taşıyor…

Yemek konusu önemli olsa da günün daha ciddi ideolojik meseleleri vardı. Doğu ile Batı arasındaki paranoyanın en çok gün yüzüne çıktığı konulardan biri casusluktu. Temelsiz de değildi. İki taraf da birbirinin gizemli dünyası hakkında bilgi sahibi olmak adına her yolu deniyordu. Bu pratiklerden haberdar olan ve endişe eden Liverpoollular yine Bükreş’te bir abajuru söküp içinde böcek olup olmadığını kontrol edecekti. Sporting Lizbon’un Brezilyalı hocası Otto Gloria ise bir Belgrad deplasmanında oyuncularından otelde ve otobüste “sadece şaraptan ve güzel kadınlardan bahsetmelerini, Latin erkeklerine dair olumlu izlenim bırakmalarını” istemişti. Yerel makamlarca dinlendiklerinden emindi. Soyunma odasında, görmediği ama varlığından emin olduğu cihazlar aracılığıyla Sovyet yetkililere, “Bizi dinlediğinizi biliyorum!” diye bağıran İngiliz hocalara da rastlandı.

AKLISELİMLER

Paranoyaya ve önyargılara boyun eğmeyenler de vardı. Aklı başında karakterler ötekiyle buluşmanın keyfini çıkarmayı tercih etti. Örneğin Franz Beckenbauer’e göre Doğu’ya seyahat bambaşka bir kültürü deneyimlemek için nadir bulunacak türden bir fırsattı. Jock Stein, Sovyetlerin taktiksel potansiyelini ilk fark edenlerden olmuş, oyuna ilginç yaklaşım tarzlarının hakkını vermişti.

Hollandalılar, bekleneceği gibi, daha da rahattı. Johan Cruyff, Dinamo Dresden-Ajax maçı öncesi Berlin’de dolaşıp, “Zihinlerdeki duvarların da tuğla duvarlar kadar ürkütücü ve gerçek olabildiğini” görünce efkarlanmıştı. Ertesi gün Johan Neeskens Ajax kampından kaybolunca arkadaşları Doğu Alman istihbarat teşkilatı Stasi tarafından tutuklandığını düşünüp telaşa kapıldı ancak yıldız oyuncu birkaç saat sonra çıkageldi: Leipzig’e gitmiş, “şehrin mimarisine hayran kalmıştı”. Aynı eşleşmenin Amsterdam ayağında Ajax kaptanı Horst Blankenburg rakip oyuncuları doğum günü partisine davet edecekti.

Aslında Doğulular için durum çoğu zaman daha zorluydu. 1970’lerde Paris’e giden Dinamo Tiflis kafilesine kentte dolaşmaları yasaklanmış ve otelde kalıp iskambil oynamaları emredilmişti. Josef Masopust (1962), Lev Yaşin (1963), Flórián Albert (1967) ve Igor Belanov (1986) ile birlikte Ballon d’Or kazanmış beş Doğu Bloku yıldızından biri olan Oleg Blokhin (1976), Dinamo Kiev formasıyla Batı’ya gittiği deplasmanlar için, “Genellikle sudan çıkmış balığa dönüyorduk” diyordu. Yine de kimileri Amerikan filmlerini görmek için sinemaya, kimileri alışveriş için mağazalara kaçıyordu.

1975 Dinamo Kiev kadrosu: Blokhin sol başta oturuyor...
OYUNCULAR VE HOCALAR

Komünist Blok futbola kendi yorumunu kattı. Organizasyon tarafı pek tatlı değildi. Genel teamül uyarınca hemen her ülkede bir kulüp orduya, bir kulüp emniyete veya istihbarata, bir kulüp de partiye ait oluyor, aralarındaki rekabet rejimin içindeki güç dengelerine göre şekilleniyordu. Oyunculara fazla para verilmediği için Doğulu yıldızlar ya devletin üst kademelerinden Batı’ya gitmek için şahsen izin istiyor, ya kaçıyor, ya da halihazırdaki bir kurumda, örneğin ordu veya emniyette yüksek bir rütbe verilerek geliri ve saygınlığı artırılıyordu. Neticede Doğu’nun futbol ortamı büyük ölçüde nepotizmle, şaibeli şampiyonluklarla ve devletin görünen eliyle belirlendi.

Ama saha tarafı tatlı meyveler verdi. Ballon d’Or kazanan futbolcuların yanı sıra Doğu Bloku özellikle iki teknik direktörüyle güzel oyuna öncülük etti. 1960’larda Viktor Maslov, 1970-80-90’larda ise Valeri Lobanovski özgün fikirleriyle Demir Perde’yi araladı. Dinamo Kiev hiçbir zaman Kupa 1’i kazanamasa da dünya futbolunun elit kulüpleri arasında kendine sarsılmaz bir statü edindi.

Doğu Bloku’nun en büyüğü Valeri Lobanovski…

Futbol dışı icraatları ve hikayeleriyle öne çıkan futbol insanları da görüldü. Doğu Almanya’da ünlü golcü Ulf Kirsten ve bir dönem Galatasaray forması da giyen Torsten Gütschow’un Gizli Polis adına Informelle Mitarbeiter (Gayriresmî İşbirlikçi) olarak bilinen muhbirlik görevi yürüttüğü ortaya çıktı. Bazıları rejime kurban gitti. Dinamo Berlin’de forma giyerken bir Kaiserslautern maçı sonrası karşı kulüpte oynamak üzere Batı Almanya’ya iltica eden Lutz Eigendorf, Stasilerin yakın takibiyle geçen dört yılın ardından oldukça şüpheli bir trafik kazasında hayatını kaybetti.

KAPİTALİZMİN ZAFERİ VE ENDÜSTRİYEL FUTBOL

9 Kasım 1989 tarihinde Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Almanya birleşti. İki yıl sonra Sovyetler Birliği dağılınca Doğu Bloku fiilen berhava oldu. ABD hakimiyetindeki tek kutuplu dünya doğdu. Soğuk Savaş denen yarım asırlık maçtan kapitalizm galip ayrıldı. Hakem taraflı mıydı, şike var mıydı, şartlar eşit miydi, sonuç adil miydi, rövanşı oynanır mı gibi büyük sorulara herkes kendi meşrebince cevap veriyor; vermeye de devam edecek.

Ama Demir Perde deplasmanları bittiğinden beri oyun epey değişti. Sovyetler dağıldıktan hemen sonra, 1992 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası’nın Şampiyonlar Ligi’ne dönüşmesi – ve İngiltere’de Premier Lig’in kurulması – ile birlikte kıta futbolunda yeni bir çağ başladı. Zamanın ruhuna uygun endüstriyel futbol hızla serpildi. Yeni dünya, futbolu önce paraya boğdu; şimdiyse bildiğimiz oyun, paranın içinde boğulmamak için çırpınıyor. Tuhaftır, bu çürüme eski Doğu Bloku ülkelerinden çıkan oligarklar ile bulduğu her şeyi paraya dönüştürme tutkunu Amerikan spor aklının senteziyle mümkün oldu. Neticede aylık abonelikle satılan maç yayınları, sınırsız bahis bültenleri, fahiş bilet fiyatları, on saniyede bir şekil değiştiren dijital reklam tabelaları ve lisanslı ürün satışlarıyla futbol, kapitalizmin zaferinin en net görüldüğü alanlardan biri haline geldi…

Tüm yazılarını göster