Elmaya bakmak üzerine

Vergi ödemeleri, bu iktidar günleri -17 yıl…şimdilik-, yeniden ve yeniden oy sayımları seyretmek, yalanlar dinlemek -gazete de yalan radyo da yalan oligarşik dikta zehirli yılan-, alçaklığın maarif takvimleri, mutlaka mesai saatleri, başkanlar, başkamayanlar taksitli kredi kartları ödemeleri… Bu mu? Bu mu yani hayat?

Metin Yeğin myegin@gazeteduvar.com.tr

Zamanlara çok takıntılıyım zaten. Ne bileyim 6 bin 817 yaşındayım filan diye düşünüyorum. Belki biraz daha fazla. Saymadım rakamlara göre değil zaten bu, kilise çanlarına, akrep ve yelkovana ya da kum saatlerine göre de değil.

İnsan yaşadıklarına göre yaş almalı.

Fabrika üretim bandında kendisine yaklaşan, diyotlardan, renkli kondansatörlerden, -çoğu turuncu-, karınlarından çıkmış bir sürü kablodan en kalınını, hangi televizyon tüpüne bağlayıp, 11 saniye içinde lehimleyip, duraksayan banda ısınmış elektrot kokusuyla terk edip, yenisini beklemek hayattan sayılır mı sizce?

Mecburi ceketi ve kravatı ile mecburi müfredatın, uyduruk tarihlerinin kahramanlıklarını, tek düze sesiyle vaaz eden öğretmeni dinlemek peki?

Sadece öğrenciler için değil, hoca için de hayattan sayacak mıyız? Maaş alıyor diye tahammül mü etmeli kendine?

Ya da karşılıklı ve yan yana oturup, hiç konuşmadan, trafiğin müsaade edeceği kadar gidebileceğimiz toplu taşıma araçlarında sallanarak sarf ettiğimiz günler, aylar, yıllar…

Ve vergi ödemeleri, bu iktidar günleri -17 yıl…şimdilik-, yeniden ve yeniden oy sayımları seyretmek, yalanlar dinlemek -gazete de yalan radyo da yalan oligarşik dikta zehirli yılan-, alçaklığın maarif takvimleri, mutlaka mesai saatleri, başkanlar, başkamayanlar taksitli kredi kartları ödemeleri…

Bu mu? Bu mu yani hayat?

.

Yukarıdaki fotoğrafa bakın. Küçük çocukların isimlerini yazmıştım bir kağıda iyi hatırlıyorum ama kaybetmişim her zamanki gibi. Ortadaki annelerinin adı Cecilia’ydı. Üstüne oturdukları yatağı bir saat önce içeri almıştık birlikte. Ortadaki evi ayakta tutan direği, 10 gün kadar önce dikmiştik, bir Hindistan cevizinden kesilmiş. Kızlar koşturuyorlardı sağda solda, ayaklarımızın altında, güneş henüz yeni parlıyordu, sabahtı. Toprağı o gece işgal etmiştik. 70 aile. Hava parçalanmış mülkiyet kokuyordu hâlâ, ‘Taze ceviz içi gibi’…

O soldaki tek kapılı gardırobun, ortadaki ev duvarının yani siyah naylonun, sağda içinde çocukların, -henüz su iki kilometre öteden kovalarla taşınsa da- her zaman kıyafetlerinin tertemiz olduğu yerin, yüzlerindeki güzelliği görürsünüz.

Fakat siz baktığınızda göremediğiniz, o an için çitin dışında kalmış, polisler, askerler, toprak sahibinin parayla tutulmuş silahlı adamları yani kirli olan ne varsa.

‘Bir elmanın birbirinden farklı görünüşleri olabilir: Masanın üzerindeki elmayı, bir an olsun görebilmek için, boynunu uzatan çocuğun görüşü ve bir de, elmayı alıp, yanındaki arkadaşına rahatça veren evin efendisinin görüşü’ diyordu Kafka.

Bu yüzden nasıl ve ne kadar yaşadığınıza ve yaşayacağınıza siz karar verin. Neresinden bakarsanız artık. Ya bakışınızda bir ‘sahip’ olacak ya da bu çocuklar gibi bakacaksınız, istediğiniz her yere…

Robert Redford'un son filminde dediği gibi ben hayatımı idame ettirmek istemiyorum ki yaşamak istiyorum.

Tüm yazılarını göster