Dört soruda Türkiye’nin otoriterliği ve kriz yönetimi

Krizin sona ermesi için esasen kredi öncülüğünde birikim modeli yerine bir model uygulanması gerekiyor. Bugünün vatan-millet-dolar üçgeninde gezinen yeni sermaye grupları ile İstanbul sermayesinin simgelediği ve açlık sınırı altında asgari ücreti savunan hâkim fraksiyonun öncelikleri farklı olabilir. Ancak kredi öncülüğünde birikimden farklı bir önerilerinin olmadığını görüyoruz.  

Ali Rıza Güngen argungen@yahoo.com

Türkiye’nin ağır krizi geride bırakılamıyor.

Geriye dönüp baktığımızda 2018 başlarında çok sayıda işaretin birden belirmiş olduğunu bugün daha net söyleyebiliyoruz. Geçtiğimiz yılın Mayıs ve Ağustos aylarındaki kur krizlerini kredi çöküşü takip etti. Enflasyon 2018 bitmeden son 16 yılın en yüksek seviyesine geldi. Sanayi üretimi geriledi, inşaat sektörü durdu ve sadece inşaat sektöründe 2018 baharından 2019 baharına kadar geçen sürede yarım milyondan fazla insan işini yitirdi. İşsizlik tarihimizin en yüksek seviyelerine fırladı.

Klişelere savrulmadan yaşadıklarımızın nedenleri ve sonuçlarını sıkça sorulan soruları cevaplayarak özetlemek istedim:

1) KRİZİN NEDENİ JEOPOLİTİK GERGİNLİKLER MİYDİ?

Türkiye’de siyasal iktisadi dönüşüm birçok alanda değişikliklere yol açıyor olabilir, ancak son otuz yılın büyüme ve çöküş döngülerinde fazla bir farklılık yok. Büyürken cari açık veren ekonomik yapı birkaç yıllık atılım sonrasında durgunlaşıyor. İçeride kırılganlıklar, uluslararası konjonktürle birleşince krizler geliyor. En son epizotlar da aynı seyri sergiledi.  Hızlı büyüme koşullarında referanduma gidilmesi için 2016 darbe girişimi sonrası kredi genişlemesi tepkisinin verilmesi de, 2018 seçimlerinden önce yinelenen zorlamalar da Türkiye’yi küresel finansal sıkılaşma koşullarında en kırılgan ülkeler arasına soktu.

ABD ile yaşanan gerginlikler zaten olgunlaşmış kavuna yemeden önce şeker ekilmesi gibi bir ayrıntı. Türkiye ekonomisi uluslararası politikada dikkatli adımlarla daha hafif kur şokları yaşayabilirdi. 2018 Eylül’ünde daha düşük bir faiz artışı gerçekleşebilirdi. Ancak mevcut çevrimlerin seyri kadar TÜİK verilerinden gördüğümüz üzere 2018 baharında ekonominin daralmaya başlaması da jeopolitik gerginliklerin neden değil şiddeti artıran birer faktör olduğunu söylemeyi gerekli kılıyor.

2) AKP OTORİTERLEŞTİĞİ İÇİN Mİ TÜRKİYE KRİZE GİRDİ?

Türkiye’nin saygın araştırmacılarından uluslararası camiada tanınan profesörlere çok sayıda gözlemci son yıllardaki “otoriter dönüş”ün krizde etkili olduğunu söylüyor.

Burada mesleki deformasyonla uzun uzun otoriterlik tartışmasına girmeyeceğim. Temel hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı, devlet ve vatandaş ilişkisinde ikincinin birinciye sürekli tabi kılındığı ve bilhassa emek örgütlenmesinin önünün kesildiği devlet biçimleri otoriter sıfatını hak ederler. Türkiye 1980’den itibaren otoriter bir devlet biçimi altındaydı. AKP döneminde 2010’larda gördüğümüz otoriter teknikler arasında bir yer değiştirme ve olağanüstü bir devlet biçimine yaklaşma doğrultusunda geçişti.

Türkiye ekonomisi, devlet daha fazla otoriterleştiği için değil kredi öncülüğünde büyüme modeli tıkandığı için krize girdi. Bu tıkanmayı Ümit Akçay’la yakın tarihli ortak çalışmamızda da yer verdiğimiz grafiği ileterek özetlemiş olayım. Çevre ekonomilerinin düşük faiz ve kredi genişlemesiyle büyüme hikâyesi 2013-15’te büyük darbe aldı. Türk Lirasının değer kaybetmesini geciktirme ve devlet destekli kredi genişleme hamlelerini her seferinde faizin artması takip etti. Aşağıda görülebildiği üzere temel bazı makroekonomik göstergelere 2018’de yansımış olsa da bu, biraz da ağır çekim bir krize sürüklenme durumuydu.

3) TÜRKİYE DEMOKRATİKLEŞİRSE KRİZ SONA MI ERECEK?

Kabuk değiştirse de esası aynı olan son otuz yıllık modelin sorunlarına bakmamız gerekiyor. Türkiye’deki birikim ve bölüşüm ilişkilerine atıfla krize açıklama getirmeye kalktığımızda aslında üçüncü sorunun yanıtını vermiş oluyoruz.

Öncelikle kredi öncülüğünde büyüme modelinde ısrar nedeniyle 2019 Şubat ayında “en kötüsü geride kaldı” diyenlerin, bugün yeni kredi kampanyalarına sevinip “acaba 2019 sonunda toparlanır mıyız?” diye düşündüklerini ifade etmeli. Rejim biçimi politika yapımını dar bir kadronun eline sıkıştırarak kurumsal kapasiteyi de ortadan kaldırdığı için herkes diken üstünde. Kolay açıklanamayacak ve krizin ömrünü uzatacak ya da orta vadede büyük hasara yol açabilecek kararlar peş peşe alınabiliyor. Bu nedenle, ufukta görünmese dahi Türkiye’nin demokratikleşmesi arka kapıdan dolanmaları ve riskin yaygınlaşmasını engelleyebilecek mekanizmaların sağlıklı tartışılması, uygulanması bakımından faydalı olacaktır. Ancak bugünün hâkim sermaye grupları da yeni palazlandırılmış gruplar ve onların yardakçıları konumundaki işletme sahipleri de alternatif bir birikim ve büyüme modeli tasavvuruna sahip değiller. Bunların düşünce yapısının egemen olduğu başka bir ekonomik kadronun alacağı kararların bugünün yönetiminden farklı unsurlar sergileyeceğini iddia etmek pek mümkün görünmüyor.

Elbette iktidar değişikliği durumunda, politik kampanyalara iliştirilmiş kredi genişleme hamlelerini ikide bir görmeyebiliriz. Demokratik bir cephenin rasyonel eğitim politikasını hayata geçirmesinin ve yeni kurumlar inşasının çeşitli katkıları olabilir. Toplumsal rahatsızlıkların demokratik kanallarla ifade edilebilmesi ve demokratikleşmeye insanca yaşayabilmek için zaten ihtiyacımız bulunuyor. Ancak konu parlamenter ya da demokratik bir rejime geçişle sınırlı değil ki… Sürekli yabancı sermaye çağıran, dışa bağımlı, yüksek teknoloji kullanımını artıramayan, rekabet için emeği bastıran, halk borçlanamayınca duran mevcut modeli yerinden edemezsek “demokratik” bir rejim ihdası sonrasında da yaşayacağımız şey en iyi ihtimalle birkaç yıllık yeni bir çevrim ve çöküş olacak. Bu alternatif senaryodaki birkaç yıllık büyümeye krizden çıkış demek su götürür.

4) PEKİ, BU KRİZ NE ZAMAN SONA ERECEK? YA DA ÇIKIŞ YOLU YOK MU?

Krizin sona ermesi için esasen kredi öncülüğünde birikim modeli yerine bir model uygulanması gerekiyor. Bugünün vatan-millet-dolar üçgeninde gezinen yeni sermaye grupları ile İstanbul sermayesinin simgelediği ve açlık sınırı altında asgari ücreti savunan hâkim fraksiyonun öncelikleri farklı olabilir. Ancak kredi öncülüğünde birikimden farklı bir önerilerinin olmadığını görüyoruz.

Sıklıkla karşılaştığım yukarıdaki soruya kısaca şu yanıtı veriyorum: Krizin bugünkü halinden daha farklı bir biçime bürünerek uzunca bir durgunluğa evrilmesi son derece olası. Teknik olarak 2020’de kriz sona erdi demek, yani pozitif büyüme ihtimaller dâhilinde. Uluslararası kuruluşların da Türkiye sermayedarlarının da beklentisi bu. Ancak düşük büyüme ve durgunluk bütün toplumsal sorunların ağırlaşarak devam etmesine katkıda bulunacaktır. Türkiye’deki ekonomik modele ve kriz yönetimine dair sorunlar nedeniyle daha uzun süreli ve derinleşen bir kriz ya da kısa toparlanma evrelerini takip eden mükerrer çöküşler de olasılıklar arasında.

Çıkış yolu mevcut. Küresel Güney’de geçmiş bölüşümcü iktidar pratiklerinden, Anglosakson ülkelerde filizlenen “yeni sol iktisat” araştırmalarından, yerel hizmetlerle başlayan ancak çeşitli sektörlere dair ipuçları barındıran kamusallaştırma tartışmalarından süzülecekler var. AKP belini kırmakta mesafe kat etmişse de beğenelim, beğenmeyelim bu ülkede güçlü denilebilecek bir eleştirel sosyal bilim geleneği mirası var. Çareyi sermaye örgütlerinde ve uzmanlarında arayanlar son otuz yılın tekrarını öneriyorlar. Onların çıkışı orta vadede biz bu filmi görmüştük demeye yol açacak bir çıkış. Exodus’un öylesi, kör kuyularda merdivensiz kalmakla eşdeğer.

Tüm yazılarını göster