Büyük resmi görüyorum, ressamı açıklıyorum!

Her ne yapıyorsanız iyi yapmaya çalışın. Arkadaşlarınıza, sevgilinize, annenize, babanıza iyi bakın. Ayakta durun. Ve neşenizi felaket tellallarına kaptırmayın.

Metin Solmaz msolmaz@gazeteduvar.com.tr

“Her şeyi birlikte kabullenmek, güzel ve iyi bulmak gerekiyor. En azından ben öyle yapıyorum. Rafine bir bilgelik sayesinde değil, yalnızca doğal güdülerimden hareket ederek. İçgüdüsel olarak hayatı doğru yaşama şeklinin bu olduğunu hissediyorum ve bu nedenle her durumda mutluyum. Hayatımın hiçbir parçasından vazgeçmek veya bir parçasını olduğundan farklı yaşamak istemiyorum. Keşke sizi bu hayat görüşüne ikna edebilsem!”

“Temel mesele, insan olmak. Bu ise kararlı, dürüst ve neşeli olmak demek, evet, herkese ve her şeye rağmen neşeli olmak, çünkü sızlanmak zayıfların işidir.”

Rosa Luxemburg

İstanbul’a iki yahut üç ayda bir geliyorum ve dört beş hareketli gün geçiriyorum. Bu da şehirdeki değişiklikleri aralıklarla gözleme ve karşılaştırma şansı veriyor. İstanbul, pek çok başka şehir gibi bir bütünlüklü ruh haline sahip. Sıkıldığı, bunaldığı, kendini iyi hissettiği vakitler var. Ankara hep biraz serttir. İzmir hep biraz yumuşak. İstanbul’un vakitleri vardır.

Örneğin Kasım seçimlerinden hemen sonra İstanbul’u tarihinde olmadığı kadar gergin görmüştüm. Herkes birbirine yumruk atmaya hazır bekliyordu sanki. Alay eden çok çıkacaktır, buyursun ama ben Reina alçaklığından hemen sonra İstanbul'u uzun zamandır ilk defa huzurlu gördüm. Aklına güvendiğim, (fikirlerine dübelle değil de aklıyla bağlanmış) arkadaşlarıma sordum, neredeyse hepsi aynı şeyi gözlemişti. Bir Gezi’de bir de deprem sonrasında böyle bir nezaket gördüklerini söylediler.

Reina müsibeti sonrası kutuplaşarak, düşmanlaşarak gidilecek yer bir çok insana daha yakından görünmüş olabilir belki.

En sevdiğim lûgat olan Kubbealtı’nın kriz tanımı şu: “Olayların güç ve tehlikeli bir durum almasından doğan genel sıkıntı, buhran”. Sanırım bu tanıma pek çok açıdan uyuyoruz. Bir de derin belirsizlik var ki o da katmerliyor konuyu. Geçen gün internette bir yerlerde bir astroloğa denk geldim, o dahi geleceği uydururken tekliyordu. İşkembei kübra için bile belirsiz yani önümüz.

Bugünü anlamak için bildiğimiz anlamda akıl yeterli değil. Çünkü anlayacak bir şey yok. Anlayacak şeyler bir mantık çevresinde olur. Her günün öncekini yalanladığı, muktedirlerin günü kurtarmak üzere koşturduğu vakitlerin nesini anlayacaksın?

Peki, biz ne yapacağız?

Haddimizi yeterince bildik. Biraz da kıymetimizi bileceğiz.

Büyük resim var ya, her taşın altından çıkan. Onu biz çiziyoruz bir kere. Bizler büyük ressamlarız. Bütün dünyayı isteyen, yeni bir dünya kurmaya çalışan, hergün üşenmeden büyük büyük resimler çizen insanlarız.

Allah için ülke yönetmenin ne bileyim bir kuruyemişçi dükkanı işletmekten daha zor olduğunu mu düşünüyorsunuz? Kimlerin ne ülkeler yönettiğini bir düşünün. “Günün Bush’u” sayfası vardı, hergün Bush’un yaptığı bir aptallığı anlatıyordu ve yıllar boyu Bush o sayfayı hiç boş bırakmadı.

Kuruyemişçi dükkanını Bush’a verseniz çekirdek sayısı kadar danışman ister yine yönetemezdi. Ama dünyanın en büyük ülkesini uzun yıllar yönetti.

Siz Kenan Evren’in anılarını okudunuz mu? Okuyun. Müthiş bir mizah eseridir. Kürt meselesine “Ben söylemiştim” der misal. Efendim yaveri gitmiş Güneydoğu’ya dönerken otobüste Türkçe dışında bir dil konuştuğunu fark etmiş. Sonra bu anlamadığı dilde bir ayrılık, yeni ülke planlaması (şehirlerarası otobüste ve yüksek sesle) yapıldığından şüphelenmiş. Adam bunu oturmuş anılarına “ben söylemiştim” diye yazmış. Aynı muhterem bakarak çizdiği saçmalıklarla sergi açıp Picasso aşağılamıştı.

Adil bir dünyada, ancak toplumun şefkatiyle temel ihtiyaçlarını görebilen zavallı insanlar olması gereken Kenan Evren, Bush filan ülke yönetti bu dünyada.

Bunlara muktedir denir. Vasatlar arasından çıkar. İktidar yolu uzun, yorucu, ilkesiz, zevksiz, yaratıcılığa uzak ve kirlidir. Akıllı insan yolunu değiştirir. Muktedir iktidara, akıllı insan dünyaya talip olur.

Şu geçenlerde işten attıkları ve işten atarak hepimizi cezalandırdıkları akıllı ve güzel kadın Nilgün Toker Kılınç var ya, Ege Üniversitesi felsefe bölümü başkanı(ydı). Bakın Birikim Yayınları’ndan çıkan kitabı Politika ve Sorumluluk’ta büyük resmi ne biçim çizivermiş:

“Politikayı, bir tahakküm, yönetme sanatı, bir teknik uzmanlık olarak değil de insanların bir arada yaşama etkinliğinin kendisi olarak tanımlayan ve bu nedenle de sorumluluğu bu etkinliğin temel niteliği olarak gören bir bakış açısından düşündüğümüzde, artık politika üzerine düşünen değil, kendisi politik olan bir düşünme etkinliğinden bahsediyoruzdur. Bu anlamda düşünme aslında doğrudan eylemenin kendisidir; çünkü kendisi dışında olanı nesneleştirerek düşünme, dolayısıyla bir tasarım değil, tersine dünyaya katılmadır.”

...

“Kar beyazdır gülüm…” diye avaz avaz bağırıyor Kerim Tekin, kız nasıl ağlıyor şapkanız uçar. Hıçkıra hıçkıra. Gözyaşları topuklarından ivmelenip gözüne geliyor gibi fışkırıyor. Aynı şarkı Amsterdam’da aynı ambiyansta çalsa DJ’e yumurta atarlar. Ağlayanı da hastaneye götürürler nöbet geçiriyor diye. Kimse şarkıdan ağlamışlığını tahmin edemez.

Yerellik budur. Daha yakından bakın, daha da yerelleşir her bir şey. Aynı ev içinde herkesin kendi yerelliği vardır. Aynı insan gün içinde bile başka şeyler haline gelebiliyor. Ben misal, gündüzleri sigaradan bir Tayyip Erdoğan sertliğiyle tiksinirken akşamları ona ulaşmak için kilometrelerce yürüyebilirim.

Herkes farklı herkes eşit. Bunun için çok zor şey bir arada yaşamak, berabere kalmak. Bunun için çok güzel bir şey bir arada yaşamak, berabere kalmak.

Misal, ben şarkıları şöyle dinler ve yorumlarım: “Aaa ne güzel şarkıymış.” yahut “Aaa amma berbat şeymiş.” Yarım yüzyıla yakındır işleyen kulaklarım bu işi hep böyle yapageldi. Fakat görüyorum ki şu günlerde bu kadarı bir marifet olmak üzere.

Birçok arkadaşım şarkıları şöyle dinliyor artık: “Bunu söyleyen referandumda evet verecekmiş, kaynı da ihale almış. Amcaoğlu da kazağını pantolonunun içine sokuyormuş.”

Berabere kalmanın koşulu hoşgörü değildir. Ben Ferhat Göçer’e Yavuz Bingöl’e Mustafa Ceceli’ye katlanamıyorum. Evimde bunların dinlenmesini neden hoş göreyim Allah için? Rahatsız oluyorum yahu. Olmuyor gibi mi yapayım? Ama varsın çalsınlar her yerlerde. Gitmeyiveririm oralara.

Ben milliyetçiliği, türcülüğü, ayrımcılığı niye hoş göreyim? Bütünüyle bir sperm ve yumurta marifetiyle olup biten bir şeyden dolayı kendini iyi hissetmeye dayalı bir fikrin neyini kabul edeyim? Peki, ben bunu hoş görmüyorum diye milliyetçiler yokmuş gibi mi davranacağım?

Berabere kalmanın koşulu sevgi değildir. Bu hayatta sevmediğim bir yığın kedi, köpek, at, Laz, Türk, Kürt, Boşnak, Pomak, Arap, Arnavut filan falan yaşıyor. Bu neyi değiştirir? Bunların haklarını tanımak, aynı oksijeni yaktığımı kabul etmek için niye sevmem gereksin?

Berabere kalmanın koşulu kardeşlik hiç değildir. Niye olsun allasen? Bu ülke ne çektiyse kardeşlikten çekti. Önce kardeşimiz denip sonra eziyet edilen insanlar diyarı burası.

Beraber yaşamanın yolu sevgi, kardeşlik, hoşgörü gibi oyunlu kelimelerden geçmez. Beraber yaşamanın yolu regülasyondur. Kimseye zarar vermediği sürece herşeyin serbest olduğu bir hukuktur.

Uzundur yazmıyorum, uzun yazmışım. Buraya kadar katlandıysanız az daha katlanırsınız bana. İyimserliğime kafayı takmış tipler var. İstiyorlar ki kendileri gibi felaket tellallığı yapayım. Savaş kapıda diye ağlayayım. Referandumda evet çıkarsa biteriz diyeyim.

Sanki ben böyle deyince savaş kapıdan gidecek, evet çıkmayacak. Ağlayana meme yok lafını kim demişse halt etmiş. Ağlayan ancak huzursuzluk verir. Mücadele etmeyene meme yok.

Önce şu evet mevzuuna değineyim. Evet çıkması düşük olasılık. Çıkabilir. Çok üzülürüm çıkarsa. O kadar milyon insan asla sürdürülemez, totaliterlik, otoriterlik içinde dahi sürdürülemez bir “şeye” vesile oldukları için çok mahçup olacaklardır, buna üzülürüm. Çok günah. Hemen atlamayın, “onlar mahçup olmaz” diye. Ben evet diyenlerin gelecekte mahçup olacak kısmına hayır dediği için (sadece söylemesi gerekeni söylediği için) kendini önemli bir şey zannedenlere açık ara tercih ederim.

Elbette hepimiz yüz bin kere hayır çıkması için canla başla çalışmalıyız. Hatta bence %60’ın altında bir hayır dahi gerçek bir başarı sayılmaz. Ama memleketin problemi bu referandumdan daha derin. Ortalama batı usulü demokrasiyi anlamış, peşinden sürükleyecek bir hareketin, fikrin, zikrin, partinin, derneğin, oluşumun hatta kıraathanenin, kitabın olmayışından daha büyük dert var mı?

Evet, savaş kapıda. Düne kadar beslediğin kargaların bugün karşısına geçtin. Orası Suriye, orası Irak. CHP mi çak ağzına al lokmasını? O hurmalar bizi tırmalayacak elbette. Aptal mıyım bunu görmeyeyim?

Evet, iyimserim. Salak değilim ama. İyi şeyler olacak demiyorum. İyimserim diyorum. İyimser olmalıyız, ayakta durmalıyız, eski alışkanlıklarımızı terk etmeli, akılların birlikte yaşayacağı bir dünyaya inancımızı yitirmemeliyiz, onun için mücadele etmeliyiz diyorum. Gücümüzü haklılığımızdan alıyoruz, onu örselemeyelim diyorum. Yoksa az buçuk tarih biliyorum. Bugünküler diktatör de Pol Pot, Stalin, Hitler, Franco filan rock yıldızı mıydı? Şunun şurasında 70 sene önce çıkan savaşta 60 milyon kişi öldü yahu. Dünya nüfusu üç katına çıktı şimdi. Maazallah o tekerrür edip duran tarih o şekil tekrar etse bugün 180 milyon kişi ölecek demektir. Şu gidişata bakınca mümkün değil mi? Yahudiler, Saraybosnalılar, kıyıma uğrayan kimse mahallesi yanana kadar kondurmamış kendine.

Bir de bugün yeni bir şey daha var diktatörleri filan aşan... Kimse sağcıların, lümpenlerin de devrimci olabileceğini, değişim isteyeceğini hesaplamamıştı. Bizler Yippilerin San Fransisco şehir suyuna LSD karıştırma tehditlerini “yaratıcı devrimcilik” diye yüceltirken herifler 5 milyon kişinin suyuna hakikaten mazot karıştırdı yahu. IŞİD sosyal medyadan topladığı insanlarla alan tutuyor, şov yapıyor, caniliğin kitabını yazıyor. Nükleer silah edindiklerini düşünsenize bir… Bunları ben görmüyor olabilir miyim? Ko-Phangan adasında mantar partisinden çıkmayan freak bile farkında berbat gidişin ben mi görmeyeceğim?

Evet, iyimserim. İyimserliği ödev görüyorum hatta. Ayakta ve moralli olmayı emek sermaye çelişkisine takılı kalmaktan daha devrimci görüyorum üstelik. İnsanlığı kölesiz efendilerin kurtaracağına inancım tam. Çok şükür çok bilmiş de değilim. Nihai bilgi yok bende. Çok bildiğim şu: Akıllar birlikte yaşayabilir.

Herkesin yapacak bir şeyleri vardır. Rahmetli Cohen olsaydı “dans edeceğiz” derdi. Benim şu sıra dans etmeye çok halim yok. Ama bu kesin olarak iyi bir fikir. Böyle zamanlarda akıl ve moral sağlığını yüksek tutmak tek başına önemli bir direniş biçimi.

Bugünler nasıl geçerse geçsin yarına kalacak olan haysiyetimizdir. Birbirine yahut efendilerine bakarak hareket eden insanların, bizim yarışamayacağımız özellikleri vardır. Pespayelik gibi.

Cumhuriyet alın. Ahmet Şık’a, Selahattin Demirtaş’a, Cumhuriyet yazarlarına, unutulmaya yüz tutmuş Sevan Nişanyan’a, pek az insanın sahiplendiği şahane insan Atilla Taş’a ve diğerlerine kart yazın. Herşeye rağmen politika üretmeye çalışan hak mücadelesi yürüten insanlara güç verin. Her ne yapıyorsanız iyi yapmaya çalışın. Arkadaşlarınıza, sevgilinize, annenize, babanıza iyi bakın. Ayakta durun. Ve neşenizi felaket tellallarına kaptırmayın.

Vicdanın izanın aklın diğer adı Rosa Luxemburg’dan yaptığım alıntıyı tekrar ederek bitirelim:

“Her şeyi birlikte kabullenmek, güzel ve iyi bulmak gerekiyor. En azından ben öyle yapıyorum. Rafine bir bilgelik sayesinde değil, yalnızca doğal güdülerimden hareket ederek. İçgüdüsel olarak hayatı doğru yaşama şeklinin bu olduğunu hissediyorum ve bu nedenle her durumda mutluyum. Hayatımın hiçbir parçasından vazgeçmek veya bir parçasını olduğundan farklı yaşamak istemiyorum. Keşke sizi bu hayat görüşüne ikna edebilsem!”

Tüm yazılarını göster