Borç

Tüm ülkece geri dönmekten bahsettiğimiz bir normal var. Nedir bu normal? Hangi normal? 5 Şubat Pazar günü müdür normalimiz? Seçimde ne olur diye merak ettiğimiz, Süper Lig’de puan tablosunu ezberlediğimiz, gelecek planları yaptığımız, rutini kanıksadığımız 5 Şubat’a sahiden dönebilir miyiz? Depremlerde ölenlere, yitenlere ve geride kalanlara borcumuzu 5 Şubat’a dönerek ödeyebilir miyiz?

Yenal Bilgici yenalbilgici@gmail.com

Öyle çok an var ki… 

Kucakladığı ceset torbasındaki bedeni arabaya koyduktan sonra kameraya dönüp “yayınlayın bunları, sizden rica ediyorum” diye kimsesizliğini haykıran ama yine de belli ki hep terbiyeli ağzından kötü söz dökülmesin diye kendini zorlayan yaşlı, mütevazı adam… 

“Yaşlı olmasam bunu yine atlatırım ama yaşlıyım bu sıkıntıları atlatamıyorum” diyen ve sadece sobalı bir çadır bekleyen kadın…

Tozun toprağın yokluğun içinde dükkânını bir özen ve gayretle açık tutan, Pink Floyd’un “Wish You Were Here”ının notalarını, yanmış yıkılmış Antakya’dan emsalsiz bir inatla tüm evrene gönderen genç adam…

Depremin en ücra noktasında çadırsız, hijyensiz, mahremiyetsiz, bir serada yaşama tutunan, bebeğini emzirmek için nereye gideceğini bilemeyen genç kadın… 

Çöken hastanelerde enkaz altında kalan gencecik hemşireler…

İskenderun’da Rum Ortodoks Kilisesi’nde nöbetteyken şehit olan polis memuru…

Bölgedeki binlerce yıllık tarihi tükenmeye yüz tutan Yahudi toplumu…

Günlerce yardım bekleyenler… 

Battaniyelere sarılıp yan yana uzatılmış insanlar, insanlarımız… 

Bir battaniyeye bile sarılamamış olanlar, enkaz altında kalanlar, yitenler…

Onları bekleyenler. Onları özleyenler. Bu yeni hayatta ne yapacağını bilemeyenler. İşsiz, evsiz kalanlar. Sakat kalanlar. Hastanede yatanlar…

Hepsine, hepsine borcumuz var.

Başlarına gelen bu afetin ürettiği hasarın ne kadarı insan kaynaklı bulmak, bilmek ve yaşadıkları her şeyin hesabını sormak zorundayız. Onları bu yolda yalnız bırakmamak, seslerini yükseltmek, yaralarını sarmak zorundayız. 

Biz bir toplumsak eğer, Jean-Jacques Rousseau’nun dediği türden bir “sözleşme”miz varsa sahiden, sözleşmenin bize düşen kısmında şu an borç yazıyor.

Bu borcun geri dönüşü yok. 

*

Yine de biz bugünlerde hep geri dönmekten bahsediyoruz. İki geri dönüşü konuşuyoruz. Bir yandan Cumhuriyet tarihinin en hızlı, en karmaşık, sonucu en belirsiz iç göçü yaşanıyor. On binlerce insan, sırtlanacak bir bohçaları bile olmadan, havasını suyunu bilmedikleri, kendilerine bir iş garanti etmeyen ve açıkçası onları pek de sarıp sarmalayacağa benzemeyen kentlerin yolunu tutuyor. 

Bir gün geri döneceklerini söylüyorlar. Geri dönmek istiyorlar. Umarım dönecekler.

Bir de tüm ülkece geri dönmekten bahsettiğimiz bir normal var. Nedir bu normal? Hangi normal? 5 Şubat Pazar günü müdür normalimiz? Seçimde ne olur diye merak ettiğimiz, Süper Lig’de puan tablosunu ezberlediğimiz, gelecek planları yaptığımız, rutini kanıksadığımız 5 Şubat’a sahiden dönebilir miyiz? 

Bundan sonrası Hatay şehirlerinin, Kahramanmaraş’ın, Adıyaman’ın, Osmaniye’nin, Malatya’nın, Nurdağı’nın, İslahiye’nin yeniden imarına uzaktan bakıp, olası İstanbul depremi için dertlenmekten mi ibaret? Normal bu mu?

Bu mudur?

*

Biz bir toplumsak… Sahiden bir toplumsak… Normalimizin berhava olduğunu idrak etmeliyiz. 

“Toplum”un sözlükteki karşılığı tam olarak şu: “Tarihsel gelişme içinde, aynı toprak parçası üzerinde birlikte yaşayan ve ortak bir uygarlığı olan, yaşamlarını sürdürmek, birçok temel çıkarlarını gerçekleştirmek için işbirliği yapan insanların tümü”. 

Ortak uygarlık düşümüz bıraktığımız yerde duruyorsa, yaşamlarımızı beraberce sürdürmek konusunda niyetimiz gerçekse, artık bir normalimizin kalmadığını da bilmemiz gerekir. 

Bizim artık tanıdık, bildik normalimiz yok.  

Bizim artık 5 Şubat’ımız yok. Dönebileceğimiz bir yer yok. 

Bizim 6 Şubat’ımız var. Ama oradan gidebileceğimiz bir yer de var. Gidip yeni bir normal kurabileceğimiz bir yer var.

Bizim artık bir borcumuz var. Borcumuzu hesap sorarak ödeyeceğiz. 

*

Önümüzde de bir seçim var. Bu seçim iktidarı değil, sistemi, anlayışı değiştirdiğimiz bir seçim olabilir. Son yirmi yılında zirvelerini görsek de onun da ötesine geçen bir anlayış bu. En garibanı, en ötekini, en zorlananı görünür kılmak, sofraya ortak etmek için bu seçimde üstümüze düşeni yapmamız gerekiyor.

Bunun için de “biz kimiz” diye sormamız gerekiyor.

Siyasetbilimci Murat Sevinç, bir buçuk yıl önce “toplumsal sözleşmeleri” ele alan nefis yazısında, bu sözleşmeleri öneren düşünürlerin, öncelikle o toplumların sözleşme öncesi ‘doğa durumlarını’ tasvir ettiğini anlatmıştı: 

“Bir gün yeniden sözleşme üzerine konuşulacaksa eğer, teşbihte hata olmaz, öncelikle kendi ‘doğa durumumuzu’ tanımlamak zorundayız. Ne haldeyiz, neden bu haldeyiz, ne istiyoruz ve nasıl yapacağız? Her şeyden önce, ‘biz’ kimiz, ‘biz’ diye bir olgu var mı?”

Hakikaten kimiz biz? Önümüzdeki seçim, sadece borcumuzu nasıl ödeyeceğimiz değil, bu kimliği nasıl tanımladığımızı da gösterecek. 

Kimiz biz? Kim olmak istiyoruz?

*

Murat Sevinç aynı yazıda şunları da diyordu: 

“Türkiye, neredeyse tüm siyasal-sosyal-insanî değerlerinin hırpalandığı bir dönemeçte, eğer kendi doğa durumundan eşitlikçi bir topluma evrilecekse, bir başka deyişle, herkesin eteğindeki taşları korkusuzca dökeceği gün gelecek ve bir arada yaşamanın yolları aranıp bulunacaksa, öncelikle AKP öncesi de dahil nicedir sıkışıp kaldığımız koşulların pek matah olmadığının kabulü gerekiyor.”

Bu seçimde buna bakacağız. Aynı koşulları üretecek liderleri mi dinleyelim? Değişime söz veren liderleri mi? 

Daha önemlisi: Liderleri mi dinleyelim, hesap sormaya artık gücü yetmeyenleri mi?

Dinleyeceğiz. Sahiden bir toplumsak, yaralara pansuman yapmakla kalmayacağız, sesini sonsuza dek yitirmişlerin ve artık sesi hiç çıkmayanların sesi de olacağız.

Hesap da soracağız. 

Yeni normali de orada orada kuracağız. 

Borcumuzu ödemeye çalışacağız.

Tüm yazılarını göster