Bolivya: Tuz Çölü

Uzaktı ve güneş batıyordu. Tek başıma yürüdüm. Gene turistik bir yazıda ki gibi olacak ama çok güzeldi. Arzın merkezine seyahat ya da denizin dibinde 20.000 fersah gibiydi.

Metin Yeğin myegin@gazeteduvar.com.tr

Sadece o eylem senin bu grev benim, yok işgal toprağı, fabrikası, boykotlar filan diye dolaşmıyordum ya da dolaşmıyorum diye düzeltmek lazım. Sokak dediğiniz nedir ki hayat işte. Direnmek ve eğlenmek işte…

Bolivya’da çok ucuz bir turistik tur bulmuştum. Bir jiple 1600 kilometre gidiyorduk. Tuz çölünden geçiliyordu. Tuzdan yapılmış bir oteli bile vardı. Antik kentleri yürüyordunuz. Çölün ve kanyonların sonsuzluk duygusunu içinize çekiyordunuz. Turizm reklamı gibi oldu ama abartmıyorum böyleydi. 3 gün 3 geceydi tur. Yiyecek yatacak, yol, mola her şey dahil 50 dolardı. Gene de çoktu benim için ama gitmek güzeldi. Amerikalıların, İngiliz ve Almanların maceracılarıyla dolaşıyordunuz. Tek kötü tarafı herkesin gezi anıları anlatmasıydı.

Tuzdan inşa edilen otel

Geceleri çölün ortasında varlıkları yoklukları pek belli olmayan küçük köylerde kalıyorduk. Muhtemelen turcular buraya adam başı 50 sent filan ediyorlardı. Tabaklar tepeleme pilav, tavuk dolu oluyordu. Çeşit çeşit patates mutlaka oluyordu. Böyle köylerden birine girdiğimiz bir tören vardı. Çocuklar heykelin etrafında dolaşarak pan flüt çalıyordu.Güzel olan heykeldi. Bugüne kadar gördüğüm en yararlı şey heykeliydi, bir hindi...

Köy bir kanyon kenarına kurulmuştu. Şu kovboy filmlerinde Kızılderlilerin yola taş yuvarladığı kanyonlar gibiydi. Kanyonun sonuna çok yüksek bir kayanın üstünde bir uçak duruyordu. Küçük iki kişilik bir uçaktı ama uçaktı işte. Yanına çıktık. Turisttik. Her şeyi yapabilirdik ve bizden başka kimse yoktu zaten köyde. Yakınından bakınca daha garipti uçak. Kayanın üstüne telle bağlanmıştı ve tek kanadı yoktu.

İleride bir tepe görünüyordu. Oraya yürüyelim dedim. Tabii kimse gelmedi. Uzaktı ve güneş batıyordu. Tek başıma yürüdüm. Gene turistik bir yazıda ki gibi olacak ama çok güzeldi. Arzın merkezine seyahat ya da denizin dibinde 20.000 fersah gibiydi. Belki de her ikisi. Tepeye çıktığımda güneş batıyordu. Çölde güneş batsa bile uzun süre aydınlığı devam ediyordu. Sanki toprak etrafa ışık saçıyordu. Tepenin tam üstünde uçağın diğer kanadını gördüm. Bu tepeye çarpmış olacaktı ve köye düşmüş. Tek başıma geldiğim için benden başkası bunu bilmiyordu. Aşağı hızla yürüyüp herkese anlattım. Herkes dediğim jipteki 6 kişiydi. Gerisi köyün kendisiydi zaten. Yaa dediler. Şaşırdılar. Beraberce uçağın nasıl düştüğünü filan hayal ettik. Bir tepede olduğunu bildiğim kanada, bir kanyonun üzerindeki tek kanatlı uçağa bakıp nasıl düştüğünü hayal ettik. Bira içtik.

Akşam yemek yediğimiz yere hindi heykelinin pan flütçüleri geldi. 4 çocuk ve öğretmenleriydi. Onun pan flütü daha büyüktü. Biz yemek yaparken müzik yaptılar. Tam mutlu Hollandalılar gibiydik. Sonra yanlarına gittim. Uçaktan bahsettim. Ha dediler buraya düştü, pilotlar atladılar, kurtuldular. Biz de onu kanyonun tepesine çıkarıp, bağladık. Niye dedim. Köy tanınsın diye dediler. Çölde kanyonun tepesinde uçak bağlı başka köy yoktu. Dünyada da yoktu muhtemelen. Uçak tepeye çarptı di mi dedim. Hayır dediler, doğrudan buraya düştü. Ama dedim uçağın kanadı tepedeydi. ‘Ha o kanat mı?’ dediler ‘Onu biz çıkardık tepeye. Televizyon anteni olarak alüminyum ya…’

Tüm yazılarını göster