Birbirine dokunan yalnızlıklar: 6 Numaralı Kompartıman

Yabancı” dediğimiz, hikayesini bilmediğimiz kişidir aynı zamanda ve “hikayesini bilmediklerimizdir en çok düşman olduklarımız.” Savaş zamanlarında pörtleyen ırkçılık ve onun iştahlı eşlikçisi cinsiyetçilikle beraber, insanları bir örnek kitleler, hikayesiz varlıklar olarak kategorileştirmek, faşizmin de ana yöntemi değil mi? Bununla başa çıkmanın yolu, bize benzemeyenlerle daha çok diyalog içinde olmak, hikayelerine kulak vermek.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

“Sadece parçalarımız dokunacak¹
başkalarının parçalarına
insanın kendi gerçeği bu yalnızca-
insanın kendi gerçeği.
Sadece başkasının bildiği, kabullendiği
parçayı paylaşabiliyoruz.
Dolayısıyla insan
Çoğunlukla yalnız
Bu açıkça doğamızda olduğuna göre
Belki en fazla, anlayışımız bir başkasının yalnızlığını arayıp bulabilir.”

Marilyn Monroe

Dünyanın tepesinde bir savaş varken gerçekliğin ele avuca sığmazlığı karşısında ruhlarımız şaşkın. Yalan haberler, yanlış/çarpıtılmış haberler, propaganda ve her tür bilgi kirliliğinden göz gözü görmez halde. Savaştaki kadınlara salya akıtan, “Türk kızı ağlamaz/ Türk kadını kocasını ailesini bırakıp kaçmaz” diye atıp tutan korkunç cinsiyetçilik, Doğu’nun ahlakçı geçinen ahlaksızlığı, Batı’nın dile kemik uyduramaz olduğu ırkçılığı derken toptan insanlıktan soğumamak çok güçleşti. Böyle zamanlarda umudu diri tutabilmek için ruhu havalandırmaya özellikle ihtiyaç oluyor. Bunun da bildiğim üç yolu var: Sahici yakınlıklar, uzun yola çıkmak ve filmler, romanlarla çıkılan hayali yolculuklar.

Her şeye erişebildiğimiz çağda, sahici yakınlık kapsama alanının en dışında kaldı. Hayat zorlaştıkça başkalarının halinden daha iyi anlaması beklenir insanın ama tam tersi oluyor maalesef. Çabasızca anlaşılmayı bekleyen, kendini hep haklı bulan ya da kendi yaptıklarını karşısındakine yansıtan talepkâr bir tür “dert bencilliği” aldı yürüdü. Kendi dertlerimizi daima ikincilleştiren memleket-dünya-şahsım sıralamasında yakınlarımıza bile gerçek anlamda yetişemez olduk bir yandan da.

Eninde sonunda bizi biz yapan şeyler olan gerçek yakınlıklara hakkını iade etmek ve yabancıların yakınlığına, “karşılaşmalar”a da arada bir fırsat vermek gerek. Daha önce “tren kaçırmanın huzuru”ndan bahsettiğim bir yazımda yazmıştım: “Kendimizden çıkıp etrafı seyretmeye, yabancılarla insani sohbetler etmeye, yutan ve ezen gündelikten kıran ve tazeleyen gündeliğe kaçmaya, daha fazla gerçeklik hissine ihtiyacımız var.”

“Yabancı” dediğimiz, hikayesini bilmediğimiz kişidir aynı zamanda ve Zizek’in ünlü sözüyle, “hikayesini bilmediklerimizdir en çok düşman olduklarımız.” Savaş zamanlarında pörtleyen ırkçılık ve onun iştahlı eşlikçisi cinsiyetçilikle beraber, insanları bir örnek kitleler, hikayesiz varlıklar olarak kategorileştirmek, faşizmin de ana yöntemi değil mi? Bununla başa çıkmanın yolu, bize benzemeyenlerle daha çok diyalog içinde olmak, hikayelerine kulak vermek. Sosyal medyanın çoklu seçenek yanılmasında hapsolduğumuz yankı odaları pek izin vermiyor buna. Sağlam birer alternatif olarak gerçek hayat yolculukları ve romanlar, filmlerle çıkılan yolculuklar kalıyor geriye.

Bu kadar bunaltıcı zamanlarda, insanın ağzına bir parmak bal çalan Noel şıkıdımı filmler ya da etrafa pudra şekeri saça saça ilerleyen bildik aşk hikayelerindense, hayatı (olabildiğince) olduğu gibi göstermeye soyunanlar daha iyi geliyor bana. Hayalden çok, elbette kurgulanmış ama dramanın olanaklarıyla suistimal edilmemiş “gerçeklik hissi”ne ihtiyacımız arttığından herhalde.

İşte Finlandiyalı müthiş yönetmen Juho Kuosmanen’in bir trende yolu kesişen iki yabancı temalı filmi “6 Numaralı Kompartıman” tam böyle bir hikâye. Finlandiya-Rusya-Estonya, Almanya ortak yapımı film, Ashghar Farhadi’nin “Kahraman”ıyla birlikte geçen yılki Cannes’ın “Büyük Ödülü”nü aldı. Finlandiya’nın Oscar adayı olarak da kısa listeye kaldı. Ne anlatımı ne de hayata baktığı yer açısından fazla iddialı olmayan bu sadecik filmin hedefi vurduğunu gösteriyor bunlar. Benim kalbimi zaten yukarıda alıntıladığım Marilyn Monroe şiirinden iki dizenin geçtiği ilk dakikalarında çaldı: “Sadece parçalarımız dokunacak/Başkalarının parçalarına.”

Isırıla, koparıla, çiğnene tükürüle yok edilemeyen cinsten, tuhaf bir ölümsüzlüğe sahip bir yıldızdır Marilyn Monroe. Dünya acılı çocukluğundan başlayarak onu arsız bir iştahla yemiş ama ölümünden 60 yıl sonra, bugün bile bitirememiştir. Bu parlak yıldızın yaşarkenki yalnızlığını, ilişkilerde hep sahici bir yakınlık, hakikat arayışında oluşunu ve gerçek derinliğini en iyi gösteren şey, kendi yazdıkları. İlk okuduğumda beni çok şaşırtan bu dizelerdeki yalın çarpıcılık, “6 Numaralı Kompartıman”ı da en iyi tanımlayan şey işte.

90’lı yılların başlarında geçiyor film ve sihrinin bir kısmını da buradan alıyor. Akıllı telefonlar yok, insanların birbirlerine ve dünyaya birkaç tuş marifetiyle ulaşabilmeleri imkânsız. Ankesörlü telefonlar, uzun bekleyişler, bir kaçtı mı hepten kaçan fırsatlar zamanı. Teknolojik nostaljiyi hiç sevmiyorum ama bunun elbette iki insan arasında kurulan ilişkinin daha sahici olmasında payı var. “Nasılsa arar bulurum,” diyemezsiniz. Bir trende karşılaştığınız yabancıyı bir çırpıda google’layıp sosyal medya hesaplarından çarşaf rengine kadar öğrenmeniz de mümkün değil. Gördüklerinizle ve size söyledikleriyle yetinmek zorundasınız.

Böyle bir zamanda Moskova’da arkeoloji okuyan, büyük ihtimalle alt orta sınıf bir aileden gelme, sanat ve kültüre meraklı, “hayattan büyük” olanın peşinde bir Finlandiyalı kadının tren kompartımanını ağzı feci bozuk, kafası kazınmış ayyaş bir Rus işçisiyle paylaştığını düşünün. Yolculuk günler sürecek, ikisi de son durakta, Murmansk’ta inecek üstelik. Laura (Seidi Haarla) hayranlıkla bağlı olduğu, kendinden yaşça büyük ve “hayal ettiği hayatı yaşayan” edebiyat profesörü sevgilisi İrina’yla (Dinara Drukarova) çıkacakları bir kültür gezisinde son dakikada “ekilmiş”. On bin yaşındaki petroglifleri görmek için dünyanın yolunu bir başına tepmeye karar vermiş. Aynı şehre kendince tek makul nedenle, çalışmak için giden maden işçisi Lyokha’nın (Yuriy Borisov) aklının almayacağı kadar lüks bir yolculuk gerekçesi. Berbat cinsiyetçi bir dille oraya seks işçiliği yapmaya mı gittiğini soruyor kıza, alkolün etkisiyle tavırları iyice rahatsız edici bir hal alınca Laura kendini kompartımandan zor atıyor. Ama Rebecca kılıklı kondüktörün de gayet net belirttiği gibi, tıklım tıkış trende daha iyi bir seçeneği de yok.

Laura için hemen endişeleniyoruz haklı olarak, kendini trenden atsın istiyoruz. Çıkıp bir ankesörlü telefona yetiştiğindeyse ikinci hezimet bekliyor onu. Fonda bol kahkahalı bir telefon konuşması, havalı sevgilisi İrina’nın başka biriyle beraber olduğunu, onu çoktan unuttuğunu gösteriyor. Kırık kalple döndüğü kompartımanı paylaştığı “hayvan”la arasında bir romansın gelişmesini falan hiç ummuyor ve istemiyoruz tabii. Filmin devamı tam da bu beklentimizi bozmak, önyargımızı kırmak üstüne. Ama öyle Lyokha’nın içinden işçi Mr. Darcy’nin fırladığı bir romantik komedi beklemeyin. Filmin sürgit kadın erkek çatışmasına dayalı screwball komedilerinin çağcıl örneklerini andıran yanları var. Ama esas mevzusu ne zıtların çekiciliği ne de “kadın kadındır, erkek erkektir/kadının fendi erkeği yener” türünden cinsiyetçi klişeleri yeniden üretmek. Marilyn Monroe dizelerinde olduğu gibi, iki yalnızlığın birbirine dokunması, dokundukça iyileştirmesi üstüne bir hikâye bu.

Dar koridorların soğuğundan yüze vuran gece ışıklarına kadar, insanı bir tren yolculuğunu izler gibi değil, yolculuğun tam içinde hissettiren müthiş görüntü yönetiminin yanı sıra oyuncu yönetimi ve oyunculuklar da çok iyi filmde. “Güzel kızla güzel oğlan karşılaşır ve tüm zıtlıklarına rağmen aşkı bulur”lar filmi değil. Kız da oğlan da izledikçe, yakınlaştıkça, bir film süresi boyunca tanıdıkça güzelleşen karakterler. Gerçek insan yüzlerine hasret kaldığımız bu dönemde bu bile iyi geliyor.

“Nereden kaçtığın nereye varacağından daha önemlidir,” diyor film. Bu anlamda bir kendini bulma hikâyesi. Kendini bulmanın yolu da bazen benzerlerden değil, tanınmaya muhtaç ötekilerden geçiyor. Ve görünüş yanıltıcı olabiliyor! Laura’nın kendini daha yakın hissedebileceği yakışıklı, gitarlı Finlandiyalı hassas bir genç misafir olduğu kompartımandan kızın kamerasını araklayarak ayrılıyor mesela. Bu hırsızlık sonucunda Laura, kameradaki kasetle birlikte Moskova anılarının kayıtlı kısmını yitirmekle kalmıyor, aslında bir yanılsamanın da yıkılışı oluyor bu. İki lafı bir araya getiremeyen kaba saba Lyokha ise Laura ile aynı dilden konuşamıyor belki ama hayat karşısındaki yalnızlığından tanıdıkça güvenerek sevmeye başlıyor kadını. Sevdikçe, sevilebilir oluyor. Bu hepi topu tek öpücüklü aşkın pek tensel bir yanı yok filmde, arkadaşça başlayan derin bir sevginin aşka dönüşmesi. İnsanları bir araya getiren şey ne zıtlıklar, ne benzerlikler, soğuk ve kayıtsız dünya, sınırlı ömür içinde kurabildikleri yakınlıklardır diyor film.

Filmde trenin bir geceliğine mola verdiği bir şehirde, Laura’yı yaşlı, bilge bir Rus kadınının evine götürüyor Lyokha. Burada votka içerlerken kadın Laura’ya “içindeki hayvanı bul,” diyor, “bir kadın içindeki hayvanı bulmalıdır.” “Kurtlarla Koşan Kadınlar”ı ister istemez hatırlatan bu söz, bir kadının kendini bulabilmesi için çevre, toplum, mahallenin sürgit fısıltısından kurtulup kendi iç sesine kulak vermesi gerekliliğinin altını çiziyor. Karşılaşmaların gücünü, kendi iç sesine ve hayata teslim olmayı öğrenerek tadılabilecek sahici anların değerini, aşkı ve dostluğu tüm sadeliğiyle anlatan bu filmle çıkılan uzun yol, insana çok iyi geliyor.

1- Marilyn Monroe -Notlar. Yayına Hazırlayanlar: Stanley Buchthal ve Bernard Comment. Çev. Beril Tüccarbaşıoğlu Oğul, Artemis Yayınları, İstanbul, 2014 .

Tüm yazılarını göster