Andrew Gardner: Türkiye böyle devam ederse geri dönüş çok zor olacak

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Araştırmacısı Andrew Gardner, 5 Temmuz’da Büyükada'da insan hakları savunucularına yönelik gerçekleşen operasyonla birlikte Türkiye’nin dünya çapında saygınlık kaybettiğini söyledi. Gardner, Af Örgütü’nün başta Türkiye Şubesi Direktörü İdil Eser olmak üzere insan hakları savunucularının tutuklanmasına karşı dünya çapında büyük bir kampanya başlatacağını ifade etti.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

5 Temmuz’da Büyükada’da insan hakları savunucuları tarafından düzenlenen çalıştaya yönelik operasyon, darbe girişiminin yıldönümü vesilesiyle gerçekleştirilen etkinliklerden daha fazla yankı uyandırdı. Operasyonda 10 insan hakları savunucusunun gözaltına alınması ve bunlardan 6'sının tutuklanması başta ABD ve AB olmak üzere tüm dünyada sert tepkiyle karşılandı. İktidar cephesi ise söz konusu toplantının yeni bir kalkışmanın gizli toplantısı olduğunda ısrarcı. Peki, gerçekte hak savunucuları Büyükada’da ne konuştular? Bu toplantı gizli bir ajanlık faaliyeti miydi, yoksa insan hakları savunucularının sıradan bir etkinliği miydi?

Savcılık iddianamesine bakılırsa, hak savunucularını hedef gösteren bu operasyonda delil olarak gösterilen “belgeler”, herhangi bir insan hakları savunucusunun sıradan gündeminden müteşekkil. Ancak buna rağmen altı insan hakları savunucusu, hangisi olduğu açıkça ortaya konmayan bir terör örgütüne üyelik veya yardımdan tutuklandı. Tutuklanan insan hakları savunucularından biri de dünyanın en saygın insan hakları kuruluşlarından Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye şubesi direktörü İdil Eser’di. AKP hükümetinin de Suriye, Filistin, Rojava gibi çeşitli raporlarını referans alarak siyasi değerlendirmeler yaptığı Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye Şubesi Yönetim Kurulu Taner Kılıç da geçtiğimiz aylarda Bylock kullandığı iddiasıyla tutuklanmıştı. Merkezi Londra’da bulunan Af Örgütü bu tutuklamalara sert tepki gösterirken, Büyükada operasyonunun Türkiye’deki insan hakları savunucularını nasıl etkileyeceği tartışma konusu oldu.

1999 yılından bu yana Türkiye’de sivil toplum faaliyetleri yürütün Uluslararası Af Örgütü Türkiye Araştırmacısı Andrew Gardner’la Büyükada operasyonunu, Af Örgütü’nün buna karşı takınacağı tutumu ve Türkiye’deki insan hakları ihlallerini konuştuk…

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Araştırmacısı Andrew Gardner.

5 Temmuz günü Büyükada’da ne oldu? Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Direktörü İdil Eser'in de aralarında bulunduğu insan hakları savunucuları Büyükada’da ne için toplanmıştı?

Toplantıdan önce İdil’le böyle bir toplantı olacağını konuşmuştuk. Sessiz bir mekân olsun diye adaları düşünüyorlardı.

Gizli bir toplantı mıydı?

Hayır, kapalı bir toplantıydı.

Bu tür toplantıları çok sık yapıyor musunuz?

Evet, beş dakika bile konuşmadık İdil’le bu toplantıyı. İki-üç ayda bir bu tür eğitim toplantıları yapıyoruz. Diğer sivil toplum kuruluşlarıyla, İnsan Hakları Ortak Platformu’yla, Yurttaşlar Derneği’yle… Özlem Dalkıran, Nalan Erkem gibi sürekli birlikte çalıştığımız insanlar vardı. Çalıştayın konusu da zor koşullarda insan hakları savunucusu olmaktı. Toplantıda böylesi bir ortamda stresle baş etmek için farklı yöntemler, hatta yoga bile konuşuldu. Ama tabii dijital güvenlik de konuşuldu.

Dijital güvenlikten kastınız ne?

Bu çağda hacking herkes açısından çok önemli bir konu. Hükümetler, özel şirketler bu konularda çalışıyor, önlemler alıyorlar. Mesela Türkiye’de noterler VPN ile çalışıyorlar. Yani bu herkesin yaptığı bir şey.

'ÇALIŞTAYDA KONUŞTUĞUMUZ ŞEYLERİN ÖNEMİ ORTAYA ÇIKTI'

İnsan hakları savunucuları gibi her şeyi şeffaf yürüten insanlar, neden veri güvenliği meselesi üzerinde çalışıyor peki?

Çünkü insan hakları ihlallerine maruz kalan insanların bilgileri çok hassas bir konu. İşkenceye maruz kalmış olan insanlarla sürekli temas halindeyiz. Bizim için veri gizliliği önemli değil ama onlar için önemli. Zor anlarda bizimle konuşuyorlar ve tabii ki bizimle paylaştıkları bilgilerin bir başkasıyla paylaşılmasını istemiyorlar, isim vermek istemiyorlar. Bu çok doğal bir şey. Onların kişisel bilgilerini saklamamız lazım. Zaten çalıştayda konuşulan şeylerin önemi, çalıştayın başına gelen olayla bir kez daha ortaya çıktı. İnsan hakları savunucuları olarak sıradan, sürekli yaptığımız bir olaydan dolayı insanlar neredeyse iki hafta gözaltında kaldılar. Altı arkadaşımız tutuklandı. Savcılıkta bizim Uluslararası Af Örgütü olarak yaptığımız kampanyalar, faaliyetlerimiz delil sayıldı. Mesela İdil Eser, Af Örgütü olarak Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için yaptığımız acil eylem çağrısından dolayı tutuklandı. Savcı bunu Af Örgütü ile DHKP-C ilişkisi olarak gördü. Facebook sayfamıza sahte bir hesaptan bize “PKK üyesiyim, Af Örgütü’ne üye olmak istiyorum. Bu sizin için sorun mu” diye sorulmuş. Bunun bir tuzak olduğu çok açık ve biz bu soruyu hiç muhatap almadık. Ama bu bile sanki PKK ile Af Örgütü arasında bir bağ varmış gibi gösterildi. Yine 2013 yılında yaptığımız, Güney Kore’nin bize biber gazı vermemesi çağrısı vardı. Çünkü Gezi olayları sırasında üç ay boyunca polis barışçıl protestoculara karşı orantısız biber gazı kullandı. O gaz kapsüllerinden çok sayıda insan yaralandı. Bu gizli değil kamusal bir kampanyaydı. Ama bu tür evraklar yüzünden İdil tutuklandı.

'OHAL'DE HAK OLANLAR BİLE UYGULANMADI'

Peki, toplantı nasıl oldu da basıldı?

Toplantının üçüncü günü sabahleyin, 20 sivil polis silahlı olarak “ellerinizi havaya kaldırın” diyerek basmışlar. Özellikle Alman vatandaşı Peter Steudtner’ı sormuşlar. Herkesin telefonlarını aldıkları için biz gözaltıları akşam saatlerinde tesadüfen öğrendik. Yakınlarına haber verme hakkı bile vermemişler. Oysa OHAL yasalarına göre bile bu bir hak. Avukatlara erişim en fazla 24 saat kısıtlanabilirken, 28-29 saat bu erişim sağlanmadı. Türkiye yasalarına göre bu yasak bir gözaltı şekli. Gerçekten gizli bir toplantıysa bu, profesyonel bir polis önce istihbarat alır, sonra teknik takip, ondan sonra soruşturma yapar.

'İNSAN HAKLARI KURULUŞLARI TAM HEDEFTE'

Belki de toplantının ilk günlerinde bu takip yapılmıştır…

Hayır, dosyada öyle bir şey yok. Savcının tutuklama talebinde bir çevirmen ve gizli tanığın ifadeleri var. O gizli tanık da başka bir çevirmen olabilir. Hükümete yakın medyaya göre burada bir gizli toplantı, ayaklanma planı yapılmıştı. Ama dosyada öyle bir şey yok. Sadece toplantı hakkında bir duyuru yapılmadığı ifade ediliyor savcılık dosyasında. “Gizli” kelimesi dosyada geçmiyor. Bir de "dijital güvenlik konuşuldu" deniyor. Sanki bu insan hakları savunucularının alanının dışındaymış gibi.

Daha önce de Af Örgütü Türkiye Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Taner Kılıç tutuklanmıştı. Siz Af Örgütü’nün doğrudan hedef alındığını düşünüyor musunuz?

Bunu düşünmek istemiyoruz ama bence Türkiye’de faaliyet gösteren bütün insan hakları kuruluşları şu an tam hedefte. Kim insan hakları ihlalleri konusunda araştırma, raporlama yapıyorsa, bu konularla ilgili basın toplantısı düzenliyorsa, bence tam hedefte.

Af Örgütü’nün tarihçesi ne? Hangi ülkelerde şubesi var?

Uluslararası Af Örgütü dünyanın en büyük insan hakları kuruluşu. İlk kez Londra’da kuruldu ve 1961’den beri faaliyet gösteriyor. 70’ten fazla ülkede şubesi, dünya çapında 7 milyondan fazla üye ve destekçisi olan bir kuruluş. En önemlisi de biz bağımsız ve tarafsız bir kuruluşuz. Bizim üye tabanımız çok büyük olduğu için herhangi bir devlet veya hükümetten kampanya veya araştırma için fon almıyoruz. Tam bağımsız ve tarafsız olmak için sadece üyelerimizin bağışlarıyla faaliyet yürütüyoruz. Çok özel durumlarda, örneğin insan hakları eğitimleri için bazen devletlerden para alıyoruz; ama kendi kampanya ve araştırmalarımız için değil.

Türkiye hükümetinden hiç destek aldınız mı?

Hayır. Türkiye şubesinin yaptığı bazı insan hakları eğitim projeleri var ve onlar için daha önce Avrupa Birliği veya hükümetlerin fonlarından para almış olabilirler. Ama bizim asıl yaptığımız insan hakları raporları, araştırmaları veya kampanyaların kaynağı sadece bizim üyelerimizden geliyor.

Türkiye şubesi ne zaman kuruldu?

1995 yılında İstanbul’daki Uluslararası Af Örgütü gönüllülerinin başlattığı inisiyatife dayanıyor Türkiye şubesinin tarihi. Gönüllülerin çalışmaları sonucunda Türkiye şubesi resmi olarak 2002 yılında kuruldu.

Yani AKP’nin iktidara geldiği yılda.

Evet. Biz Türkiye’de çok ciddi bir destek görüyoruz. 2 bin küsur üyemiz ve 15 bin destekçimiz var. Af Örgütü’nün yaptığı çalışmalar hem dünya çapında hem de Türkiye’de ciddi bir saygınlık görüyor. Zor koşulları olan başka ülkelerde de şubelerimiz var. Sadece Avrupa’da değil örneğin Güney Amerika’da, Kolombiya’da, Meksika’da, yine Asya’nın çeşitli ülkelerinde, Ortadoğu’da mesela Tunus’ta, Lübnan’da ofislerimiz var.

'TUTUKLANMALAR AF ÖRGÜTÜ TARİHİNDE BİR İLK'

Bu ülkelerin herhangi birinde tutuklu yöneticiniz var mı?

Daha önce bizim şube başkanımız veya direktörümüz gözaltına alınmış mıdır, evet alınmıştır. Ama bizim 50-55 senelik tarihimizde hem başkan, hem direktörün aynı anda gözaltına alındığı bir ülke olmadı. Şu an Türkiye’de sadece gözaltı değil, son derece ağır bir suçlamayla hem başkanımız hem de direktörümüz tutuklu. Taner Kılıç terör örgütüne üye olmaktan, İdil Eser de örgüte üye olmamakla birlikte bilerek yardım etmekten, aslında tamamen asılsız suçlamalarla tutuklu. Af Örgütü bunu daha önce hiç yaşamadı.

Burada neden yaşanıyor sizce?

Çünkü açık ve net bir şekilde Türkiye’de hükümeti veya devleti eleştirenlere uzun yıllardır tolerans, hoşgörü yok. AK Parti döneminden önce de bu böyleydi. AK Parti öncesinde askeri eleştirmek, şimdi ise hükümeti, devleti eleştirmek çok tehlikeli.

Türkiye şubesi hakkında açılmış herhangi bir dava var mı?

Şimdiye kadar olmadı.

'TÜRKİYE BAŞKA ÜLKELERLE İLGİLİ RAPORLARIMIZI REFERANS ALIYOR'

Türkiye’de ne tür çalışmalar yürütüyorsunuz?

Birkaç tane ana başlık var. İfade özgürlüğü bizim açımızdan çok önemli. Af Örgütü’nün dünyanın her yerinde çalıştığı bir konu bu ama mesela bu yıl Dünya Basın Özgürlüğü gününde küresel olarak Türkiye üzerine çalıştık. Çünkü en fazla gazeteciyi hapse atan ülke Türkiye. '3'üncü Yargı Paketi’nden sonra TMK ve CMK’daki toplam on maddenin ifade özgürlüğünü tehdit ettiğine dair bir rapor çıkardık. Fakat bugünkü koşullarda böyle bir rapor çıkarmak imkânsız. Çünkü ifade özgürlüğünü sadece on madde tehdit etmiyor. Casusluk, terör örgütüne üye olmak, cumhurbaşkanına hakaret dahil sayısız gerekçe var. Dolayısıyla çalışma başlıklarımızdan bir tanesi ifade özgürlüğü. Bir başka başlık mülteci hakları; ama bu sadece Türkiye’deki mültecilerle sınırlı değil. Ayrıca mülteci hakları konusunda hazırladığımız raporlarda özellikle Türkiye’yle yapılan mülteci anlaşması dolayısıyla Avrupa Birliği’ni çok sert bir dille eleştirdik. Türkiye hükümeti de bizim yaptığımız bu eleştiriyi referans olarak kullandı. Başka konularda da, mesela Filistin’le, Suriye raporlarımız, YPG raporumuz AK Parti hükümeti tarafından referans olarak kullandı. Esad rejiminin hapishaneleriyle ilgili raporumuz da aynı şekilde hükümet tarafından referans olarak gösterildi. Yani Türkiye, Af Örgütü’nün başka ülkelerle ilgili raporlarını önemserken, Türkiye’yle ilgili raporlarımızı taraflı görüyor.

Çok sayıda devlet, Uluslararası Af Örgütü’nün eleştirilerine muhatap olmaktan sakınırken Türkiye’de iki yöneticinizin tutuklanması, uluslararası kamuoyunda nasıl algılandı?

Darbe girişimi çok korkunç ve kanlıydı. Bunu kınadık ve şiddet olaylarının tarafsız bir şekilde soruşturulması, darbe girişiminin arkasında olanların adalet karşısına çıkarılması gerektiğini söyledik. Ama darbe girişimiyle hiçbir alakası olmayan insanların sadece hükümeti eleştirdikleri için hedef seçildiğini de ifade ettik. Özellikle Kürt muhalefetine yönelik baskıların çok ağır olduğunu söyledik. Uluslararası camiada “çok sayıda gözaltı-tutuklama oldu ama Türkiye kısmen haklı” gibi bir imaj vardı. Bence Büyükada olayından sonra, sıradan bir insan hakları çalıştayına katıldığı için altı kişinin, Af Örgütü gibi saygın bir kuruluşun mensuplarının tutuklanması, Türkiye’ye ciddi bir itibar kaybettirecek.

Bu itibar kaybı riskine rağmen neden böyle bir operasyon yapıldı?

Türkiye makamlarıyla yaptığımız toplantılarda sürekli “bir darbe girişimi oldu ve bütün bunları soruşturmamız lazım. Bu bizim açımızdan hayati önemdedir. Ama biz Avrupa Konseyi kurucu üyesiyiz. Türkiye’de hukukun üstünlüğü var. İnsan haklarına saygılı bir biçimde terörle mücadele ediyoruz” diyorlar. Çünkü onlar açısından uluslararası itibar çok önemli. Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği hâlâ çok önemli. Her yerde bunu anlatıyorlar. Birleşmiş Milletler düzeyinde, insan hakları savunucularının nasıl korunması gerektiğine dair ilkesel maddeler var ve buna destek veren birkaç tane ülke içinde Türkiye de var.

'TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARINI SAVUNMAK SUÇ'

Bununla ilgili yazılı bir taahhütname var mı?

Var tabii. Türkiye’nin uluslararası imajı, demokrasi, hukuk devleti, insan haklarına saygılı olmak hükümet açısından çok önemli. Ama bu on kişi hakkındaki soruşturma, altı kişinin tutuklanması, bu itibarı tamamen kaybettirdi.

Türkiye’deki insan hakları savunucuları Büyükada operasyonundan nasıl etkilendi?

Hepimiz tehlikedeyiz. Çünkü bu on kişi, insan hakları savunucusu oldukları için gözaltına alındı. İdil, Af Örgütü’nün yürüttüğü kampanyalar yüzünden tutuklandı. Aslında bu on kişinin yaptığı şeyi biz her gün yapıyoruz. Bu insanların yaptıkları suçsa, bizim Af Örgütü olarak yaptıklarımız tamamen suç. Çünkü İdil’in tutuklandığı dosyada bizim daha önce yaptığımız bir acil eylem çağrımız, biber gazı konusundaki kampanya var ve bunlar suç olarak görülüyor. Demek ki, Türkiye’de insan haklarını savunmak suç.

'BU BİZİM AÇIMIZDAN HAYATİ BİR MESELE'

Yönetim Kurulu başkanınız ve Türkiye şubesi direktörünüz tutuklandıktan sonra Türkiye’deki faaliyetlerinizi sürdürecek misiniz?

Kesinlikle! Daha az değil, daha fazla sürdüreceğiz. Çünkü insan hakları savunucularının böylesi uydurma, asılsız bir soruşturma sonucunda tutuklanması zaten kabul edilemez. Onlar tutuklu kaldığı sürece biz bu konuyu bırakmayız. Kampanyamız çok büyük olacak. Af Örgütü’nün kurumsal hareket olarak, bütün şubeleriyle, uluslararası alanda önceliği başta iki yöneticimiz olmak üzere tutuklu insan hakları savunucuları olacak. Bu bizim açımızdan hayati bir mesele. Türkiye’de bu uygulamayı kabul edersek, yarın Rusya’da, Filipinler’de, Kolombiya’da, Venezuela’da ne olacak? İnsan hakları savunucularını tehdit eden hükümetler, “bakın Türkiye’de Af Örgütü’nün başkanı tutuklandı, demek ki böyle bir şey olabilir” diyecekler. Çünkü bu, dünyada bir ilk. Eğer biz bunu kabul edersek, Af Örgütü ve insan hakları savunucuları sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde tehlike altında kalacak. Bu konuda başarısız olma lüksümüz yok.

Türkiye, AB İlerleme Raporu’nu bile çöpe atıyorken, insan hakları örgütlerinin raporlarını önemsiyor mu sizce?

Bence bizim darbe girişimi sonrası yaptığımız işkence raporu çok önemli mesela.

Ne diyor raporda?

Darbe girişiminden sonra çok sayıda insanın gayriresmi yerlerde tutulduğu, ağır işkence iddialarının olduğu söyleniyor. Aslında bu bilgi her yerde vardı. Anadolu Ajansı’nın yayınladığı fotoğraflar vardı; insanlar kanlar içindeydi. Biz bunları açıkça yazdığımız, araştırma yaptığımız için çok büyük yankı oldu. Darbe girişiminden önce zaten işkence artmıştı. Daha önce çeşitli barış görüşmeleri olup bitti ama işkence hemen artmadı. Ama 2015’te çatışma sürecinden hemen sonra işkence arttı. Özellikle sokağa çıkma yasaklarının olduğu bölgelerde gözaltına alınan insanlardan maalesef çok sayıda işkence ve kötü muameleyle ilgili iddialar geldi. Darbe girişiminden sonra çok daha büyük bir artış oldu.

İşkence yasağı konusunda uluslararası sözleşmelere imza atan ülkeler bağımsız heyetler tarafından denetleniyor. Türkiye’de böyle bir denetim mekanizması var mı?

Evet, Avrupa Konseyi’nin İşkenceyi Önleme Komitesi, (CPT) Türkiye’yi ziyaret etti. Onlar işkence konusunda dünyanın en iyi uzmanlarıyla çalışıyor. Yaptıkları raporu Kasım 2016’da Türkiye makamlarına sundular ama hükümet bu raporu yayınlamadı.

Neden?

Çünkü sözleşmeye göre bu raporlar sadece devlet izniyle yayınlanabiliyor.

Daha önce CPT’nin raporlarını yayınlamayan taraf ülkeler oldu mu?

Tabii, mesela Rusya, Azerbaycan, 1990’larda Türkiye… 1990’larda işkence yaygın olarak devam ederken CPT raporları altı-yedi sene sonra yayınlanıyordu. Bu raporlar işkencenin ne kadar ağır, korkunç ve sistematik olduğunu ortaya koyuyordu ama yıllar sonra…

Şu anda CPT’nin yayınlanmayan kaç Türkiye raporu var?

Üç tane rapor var. İmralı raporu, mültecilerin geri gönderme merkezleriyle ilgili raporu ve darbe girişiminden sonraki rapor. Aslında Türkiye’de bir ilerleme olmuştu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararlar üzerinden tazminatlar verilmeye, CPT raporları zamanında yayınlanmaya başlanmıştı. Maalesef özellikle CPT raporları konusunda 1990’lardaki muameleye dönüldü.

Bu raporların yayınlanması neden hükümetlerin kararına tabi?

Sözleşme öyle yazılmış. Aslında CPT’nin yetkileri çok yüksek. İzin almadan, istedikleri yerleri haber vermeksizin ziyaret edebiliyorlar. Başka kimsenin böyle bir yetkisi yok. Türkiye’de milletvekilleri bile bunu yapamıyor. Aslında Uluslararası İşkenceyi Önleme Seçmeli Protokolü’ne göre gözaltı merkezleri ve hapishaneleri denetlemek için ulusal bir kurum olması lazım. Ama Türkiye bunu yapmıyor. Seçmeli Protokol’e imza atılıyor ama fiilen gerekleri yapılmıyor. Aynı zamanda uluslararası düzeyde bu işi yapabilecek tek kurum olan CPT’yi kabul ediyorlar, CPT rapor yazıyor ama bu raporlar yayınlanmıyor.

Dolayısıyla 2016’daki CPT raporunda işkencenin sabit olup olmadığını bilmiyoruz…

Evet ama biz Af Örgütü olarak mesela çok sayıda aileyle, avukatla, doktorla görüşmeler yaptık. Hapishanelere giremedik mesela ama biz bile, keza İnsan Hakları İzleme Örgütü de, işkencenin olduğunu açık bir biçimde ortaya koyduk. Türkiye’de işkence olduğu kesin. Ama ne kadar yaygın olduğu konusunda CPT raporu çok önemli.

'SİYASİ DAVALARDA KİMSENİN ADİL YARGILANMA İMKÂNI YOK'

15 Temmuz’un yıldönümüyle birlikte FETÖ tutuklularına tek tip kıyafet uygulaması gündeme geldi. Hükümet bu tek tip kıyafet uygulamasını neden getirmek istiyor?

Bu uygulama Guantanamo’yla çok meşhur oldu. İşkence yasağının ihlali konusunda Guantanamo, dünyada insan haklarının kara lekesi olarak biliniyor. Tek renk tulum meselesine adil yargılama hakkı açısından bakılmalı. Elbette kanlı darbe girişimine katılanlarla ilgili dava açılmalı, ağır hapis cezası almalılar. Bu darbe girişimi mağdurları, şehitler ve tüm Türkiye açısından önemli. Fakat bunun için de bağımsız, tarafsız bir yargı olması lazım. Bence de hükümetin dediği gibi Gülen cemaati yargıya büyük zarar verdi. Ama sorunlar var diye yargı sistemini tamamen hükümetin kontrolüne almak meşru bir cevap olamaz. Hukuk devletinin en temel prensiplerinden biri olan bağımsız yargı Türkiye’de yok. Dolayısıyla siyasi davalarda kimsenin adil yargılanma imkânı yok. İşkence değil, işkence var diyenler soruşturuluyor. Büyükada’da da gördük ki, insanlar herhangi bir somut delil olmadan tutuklanıyor. Bizim şube başkanımız Taner Kılıç mesela, Bylock iddiasıyla tutuklu. Bylock indirdiğine, kullandığına dair bir iddia, istihbarat var ama bunu kanıtlayabilecek hiçbir şey yok. Taner Kılıç’ta Bylock yok, hiç indirmedi ve hiç kullanmadı. Ama Bylock kullanmak da tek başına delil olmamalı. Hangi amaçla, nasıl kullandığı önemli. Tek tip kıyafete gelince… Bu, haklarında soruşturma tamamlanmamış insanları peşinen suçlu göstermek anlamına geliyor. Bir hukuk devleti bunu yapmaz.

'BASKILAR İKİ-ÜÇ YIL İÇİNDE SİVİL TOPLUMU BİTİRECEK'

Siz yıllardır Türkiye’yi yakından takip eden, insan hakları ihlalleri konusunda raporlar hazırlayan bir araştırmacı olarak geleceğe dair ne öngörüyorsunuz?

İşkence hep bir sorundu ama 2000’li yıllarda, AK Parti döneminde işkence çok azaldı. Bu çok önemli bir başarıydı. Ama işkence konusunda en az 15-20 sene geriye gittik. İfade özgürlüğü hep tehdit altındaydı ama şu an herhangi bir şey suç sayılabilir. Gidişat çok kötü. İfade özgürlüğü konusunda hiç kimsenin bir güvencesi yok. Sokak protestosu da yapsan, gazetede makale de yazsan veya sosyal medyadan bir şey de paylaşsan tehlike altındasın. Türkiye bir çok ülkeye göre çok canlı, farklı kesimlerin bulunduğu güçlü bir sivil topluma sahipti. Ama bu hiç görülmemiş baskılar, bu sivil toplumu yok edecek; hem de birkaç yıl içinde.

Bunun sonuçları ne olur?

Hem insan hakları açısından hem de genel olarak Türkiye açısından vahim sonuçları olur.

Sizce Avrupa, Türkiye’deki insan hakları ihlallerini ne kadar önemsiyor?

Avrupa Birliği açısından Türkiye’deki insan hakları ve sivil toplum çok büyük bir anlam ifade etmiyor. Onlar da bu gelişmelerden rahatsızlar elbette. Çünkü Türkiye onlar açısından önemli; İran, Irak, Suriye’ye sınırları olan bir ülke. Fakat maalesef insan haklarının, sivil toplumun yok edilmesi onların önceliği değil. Onlar için kendi güvenlikleri, IŞİD’e karşı mücadele, göç ve Suriye politikası daha önemli. Oysa demokrasi ve insan haklarının olmadığı bir Türkiye, güvenli bir ortak da olmayacak. Türkiye’de insan hakların saygılı bir hükümet olmadığı için ilişkiler doğal olarak etkilenecek. İnsan hakları Avrupa Birliği’nin temel prensiplerinden biri. Dolayısıyla ihlaller hiç olmuyor gibi davranmamalılar. AB-Türkiye ilişkileri insan hakları temelli olmalı.

Geçtiğimiz günlerde Gazete Duvar’ın yazarı ve dış politika uzmanı Prof. Dr. İlhan Uzgel, Trump’tan sonra kapitalist dünyada insan hakları trendinin düşüşe geçtiğini, devletler arası ilişkilerde insan haklarının daha az önemsenme tehlikesinin olduğunu yazdı. Bu değerlendirmeyi nasıl yorumluyorsunuz?

Kesinlikle doğru. Biz de bunun farkındayız. En son Şubat ayında yayınladığımız yıllık raporda bunu söyledik. Dünya çapında insan haklarının gidişatı çok kötü. Hatta birkaç tane örnek seçtik. Avrupa’da Macaristan yönetimi, Filipinler ve Türk hükümeti gibi… Birçok hükümet mesela işkence yasağının önemli olduğunu söylüyor. Belki o ülkelerde işkence var ama işkencenin kötü bir şey olduğunu söylüyorlar. Ama mesela Trump yönetimi “bazı durumlarda işkence yapılabilir” diyor. Bu çok vahim bir şey. Bu sadece ABD’deki duruma değil, tüm dünyada işkenceye karşı verilecek mücadeleye zarar verecek. Filipinler’de devlet başkanının “Birkaç kişiyi öldürdüm” gibi sözleri oldu. Böyle devam ederse insan haklarına saygılı olmayan popülistler yarınlar için çok tehlikeli olacak.

Kaç yıldır Türkiye’de çalışıyorsunuz?

1999’da geldim, Af Örgütü’nde 10 senedir Türkiye araştırmacısı olarak çalışıyorum.

Peki, bütün bu tanıklıklarınızdan sonra karamsar mısınız?

Türkiye’de hiç bu kadar insan hakkı ihlali olan bir dönem yoktu. Keyfi tutukluluk, adil olmayan yargılamalar, işkence gibi çok ciddi sorunlara çok sayıda insan maruz kalıyor. Bu konuda biraz karamsarım. Tabii Türkiye’de sivil toplum hep güçlüydü. Hâlâ insan hakları konusunda önemli bir mücadele veriliyor. Anaakım medya insan hakları konularını artık yazmıyor ama bağımsız bir medya hâlâ var. Özellikle sosyal medya çok yaygın bir şekilde kullanılıyor. Sivil toplum olduğu sürece Türkiye’de umut vardır. Bir de Türkiye’de her şey çok çabuk değişiyor. Gündem kötü ya da iyi anlamda hızla değişebiliyor. Dolayısıyla AKP hükümeti çok daha farklı davranabilir insan hakları konusunda. Fakat bu gidişat birkaç sene daha böyle devam ederse, geri dönüş çok zor olacak.

Fotoğraflar: Murat Kodal

Tüm yazılarını göster