'Ah, Asuman!' ve hayattan eksilen hikâye

Hayaller insandan çalınamayan çok az şey arasında ve hikâyeler anlatmak hala direnmenin en güçlü yolu.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Gece yolculuğu, uzun yol duygusu başka hiçbir şeye benzemez. İnsanı daima uykuyla uyanıklık, içerisiyle dışarısı arasında tutan bir tuhaf, sarsıntılı hal. Bir koltukluk yerde koridordan geçen, koltuğunu üstüne üstüne süren, uykuda başı her an üzerine düşebilecek yabancılarla, bir hayat simülasyonu. Bir de sadece uzun otobüs yolculuğuna has “hikâye” kısmı vardır işin. Burası muhtemelen hayat boyu bir daha karşılaşmayacağın bir yabancıyla en uzun süre yan yana olduğun yerdir ve insanlar anlatır. Tuhaf biçimde insan hayatını, bazen en mahrem yanlarıyla en kolay, bir yabancıya anlatır.

“Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler/ Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi/ Hayalsiz yaşıyoruz neredeyse,” diyor ya Edip Cansever. Uzun yolculuklar değilse de yabancılarla bu temas hali pek çok şeyin yanı sıra pandeminin de etkisiyle hayatımızdan epey azalanlar arasında. İnsanların hikâyeleri daha az değiyor birbirine artık.

Yazılarımı sürekli takip edenler bilir, bu yoğun hikâyesizlik hali bu bizim zamanımızın en sevmediğim yanlarından. Hayatın tamamından hızla eksiliyor hikâye. Sadece filmlerden, dizilerden, romanlardan değil, aşklardan, arkadaşlıklardan bile eksiliyor. Süreklilik, sürdürülebilirlik, tutarlılığın yanı sıra karşılaşmaların hayatı değiştiren gücü, gerçek temaslar da azalıyor bu bol seçenek yanılsamalı büyük seçeneksizlikler çağında. Bizi kuşatan onca tatsız gerçeklik, kaygı, kötülük, karanlık içinde, ya risksiz bulduğumuz benzerlerimizle birer akvaryum içinde, çoğunlukla da aslında kendi kabuğumuzda, yalnız, “hayalsiz yaşıyoruz neredeyse”.

Çoğu kez maruz kalıp içimizden şikâyet ederek dinlediğimiz yolculuk hikâyelerini özlediğimi fark ettim öncelikle, Ah, Asuman'ı izlerken. Hem yolculukta anlatılan hikâyeleri hem de o benzersiz uzun yol duygusunu. Uykuyla uyanıklığın, hayalle gerçeğin, geçmiş, şimdi ve geleceğin yan yana şeritlerden aktığı yolculuk denen o hayat birimini…

Ah, Asuman’ın anlatıcısı Diyarbakırlı bir uzun yol şoförü, Fahri. Oynadığı karakterler bazen birbirini andırsa da kendisi hep yalnızca kendisine benzeyen eşsiz Settar Tanrıöğen. Karşısında, muavin koltuğuna davet edilmiş, genç avukat adayı Ahmet. Onu da son dönemlerin en akılda kalır oyuncularından Halil Babür oynuyor. Asuman var bir de, hikâyenin görünmeyen esas kadını. Şoförün anılarında canlanan bir kamyon arkası resmi. Bu resimlerin temel özelliği olan ayırıcı özellik yoksunluğunu şoförün inatçı belleği bir çırpıda gideriyor. “Asuman’dır o!” Böylece ortalama Türkiyeli erkeğin hayallerine cuk oturan o şuh, sarışın kadın imgesi hayata karışıp biricikleşiyor. Çünkü bir ismi olanın, bir hikâyesi de vardır.

Hayat üniversitesinde bin sefer yapmış uzun yol şoförü Fahri, ihtimallerin heyecanı ve gençliğin özgüveniyle dolu Ahmet’e unutamayacağı bir hikâye anlatıyor. Selahattin Demirtaş’ın öyküsünden Gaye Boralıoğlu ve Ümit Kıvanç’ın senaryoya uyarladığı, Ümit Kıvanç’ın yönettiği, Çiğdem Mater’in yapımcılığını yaptığı bu kısa filmin kısacık girişi dışında tamamı otobüste ve “şimdi”de geçiyor. Kısacık da olsa geri dönüşlere yer vermemek çok doğru bir tercih olmuş, çünkü derdimiz yaşananlar değil, anlatılan hikâye.

Bir pavyon şarkıcısının peşine takılıp hayatını kısacık sürede ters yüz eden, “kafası Leyla, yüreği Mecnun” olmuş Fahri, Vesikalı Yarim’den başlayarak çok yakından tanıdığımız bir karakter. Hikâyesini en az hayat kadar bu filmler üzerinden biliyoruz. Böylece bir katman daha katılıyor otobüs yolculuğuna. Hayallerle gerçekler arasında o nefis kurmaca kreması. Zaten hayat gibi deneyimlerimiz de bu üçünün bir bileşimi. Yaşadıklarımız, yaşayamadıklarımız, hayal ettiklerimiz, izleyip okuduklarımızla işliyor zihin denen montaj stüdyosu. Bir Yeşilçam filminin kendine has renkleriyle mesela bir Poe şiirinden dizeler, rahatlıkla yan yana raflara yerleşebilir o alemde. “Bir düşün içinde düştür sadece/ Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz.”

1 Eylül Barış Günü’ndeki çevrimiçi galasında, yanılmıyorsam 8000’i aşkın kişiyle beraber izlediğim Ah, Asuman’ı çok sevdim. Hatırlattığı o gece yolculuğu duygusunun yanı sıra, başı sonu ortası olan sadecik bir hikâyeyi hiç gösterişe kaçmadan bize anlatarak “başardığı” o yoğun hikâye duygusu nedeniyle de. Filmi izlerken aklımdan geçen bu kısmı film sonrası söyleşide Ümit Kıvanç da ifade etti. “Böyle hikâyeleri özledik, böyle bir hikâye anlatalım dedik.” Hakikatin giderek daha zor ulaşılır olduğu bir çağda paramparça gerçekliklerin estetiği hemen her yerde kendini “hikayesizlik” biçiminde dışa vururken, gerçekten özlemişiz.

Devran, Selahattin Demirtaş, 138 sf., İletişim Yayınları, 2019

Hikâyeye hizmet eden senaryo, reji ve kurgunun yanı sıra oyunculuklar da tabii çok iyiydi. Filmi izledikten sonra döndüm, öyküyü tekrar okudum. Selahattin Demirtaş’ın mütevazı diline eşlik eden o capcanlı gözlem gücüne sevgi duydum. Hayranlık değil “sevgi” sözcüğünü bilerek kullanıyorum burada. İnsanı, hayatı, bütün keşmekeşi, iyiliği, kötülüğü içinde seven bir yazarın muzip kalemi var Demirtaş’ta. Belki bu nedenle de öykünün ve filmin aslında riskli sürpriz sonu hayal kırıklığı yaratmıyor. Bizi az çok sezdiğimiz bir yere yumuşakça indirirken yüzde bir tebessüm bırakıyor. Filme çevrimiçi ulaşılabiliyor, hâlâ izlemediyseniz uygun fırsatta izlemenizi öneririm.

-İnsan hayal kurarken niye gözlerini kapatır biliyor musun?
-Niye?
-Hayallerini başkası görmesin diye.

Hayaller insandan çalınamayan çok az şey arasında ve hikâyeler anlatmak hala direnmenin en güçlü yolu. Hayalli, hikâyeli günler dileğiyle…

Tüm yazılarını göster