Adalet duygunuzu tatmin etmek için, kaç şehir yakarsınız?

Bir tacir Michael Kohlhaas. Karısı, çocukları ve yardımcılarıyla birlikte, orta halli sayılabilecek yaşam sürüyor. Örnek biri, dürüst, yardımsever ve çalışkan. Kitabın ilk sayfasında deniyor ki; “…bir erdemi aşırıya vardırmasaydı, dünya onun hatırasını saygıyla anacaktı. Fakat adalet duygusu onu haydut ve katil yaptı.” Ne denli tahrik edici bir başlangıç, değil mi? Adalet duygusunun tatmininde aşırıya kaçmak bir insanı haydut yapabilir mi? Olur mu olur!

Murat Sevinç yazar@gazeteduvar.com.tr

Aman telaş etmeyin başlığı okuyunca, şehirleri filan yakmaya da kalkışmayın sakın! Bugün anlatmaya çalışacağım kitabın konusu anlatıyor yazının başlığı.

Son zamanlarda herhalde en sık işittiğimiz kavram, adalet. Mülkün, yani devletin temelinde yer alan ilke. Adalet ilkesini çekip aldığınızda, devleti bir aygıt olarak ayakta tutan ‘harç’ ortadan kalkıyor. Kuşkusuz devlet adı verilen ve insanlık tarihi düşünüldüğünde hayli ‘yeni’ olan yapılanmanın var olabilmesi yalnızca adalet sağlaması/dağıtmasıyla ilgili değil. Devletin, ezcümle ‘hâkim sınıfın baskı ve yönetim aygıtının’ muhtelif işlevleri söz konusu. Buna mukabil adalet, devlet eylem ve işlemlerin asgari meşruiyetini sağlamak için gerekli. Haliyle adalet, yönetime ‘onay’ için gerekli koşullardan biri, belki de en kritik olanı. Tabii devletler yurttaşlarını en çok adalet hizmeti dağıtırken ezme fırsatı bulur. Bu yüzden modern yönetimlerin temelinde yer alan ve üç beş asırlık geçmişi olan ‘güçler ayrılığı’ ilkesi, yargı organlarının diğerlerinden ayrı/bağımsız olmasına, hâkim yansızlığına büyük önem verdi. Adalet ilkesinin yalnızca hâkimler değil, diğer devlet organlarınca ve hatta bireyler tarafından da (yatay ilişkiler düzleminde) özenle korunması gerektiği kabul edilirse, bugün tanıtmaya çalışacağım kitabın içeriği konusunda da epeyce fikir vermiş olurum herhalde.

Heinrich Von Kleist, Michael Kohlhaas, Can Yayınları

Yazarı, Heinrich Von Kleist. Eserin adı Michael Kohlhaas. İlk baskısı 2007’de yapılmış, benim elimdeki Can Yayınları’ndan 2015’te çıkmış. Çevirenler, Bilge Uğurlar ve Türkis Noyan.

Öykü basit bir at tacirinin akıl almaz adalet arayışını anlatıyor. Adalet arayışı değil akıl almaz olan, son derece basit gibi görünen bir ‘hak arama’ mücadelesinin, adalet duygusu tatmin edilmediğinde varabileceği yeri sergilemesi. Hikâye 16'ncı yüzyılda geçiyor ve kitabın kapağında yazdığı gibi eski bir ‘vakayinameden’ aktarılmış. Kleist, vakayinameyi 19'uncu yüzyılda edebiyata uyarlamış. Eser, bugün dahi ‘hak arayışı’ ve ‘keyfi uygulamaların’ sonuçlarını tartışmak açısından, keskin bir eleştiri niteliğinde. Hukuk nedir, hak nedir, nasıl elde edilir soruları üzerinde düşünmeyi sürdürelim.

Bir tacir Michael Kohlhaas. Karısı, çocukları ve yardımcılarıyla birlikte, orta halli sayılabilecek yaşam sürüyor. Örnek biri, dürüst, yardımsever ve çalışkan. Kitabın ilk sayfasında deniyor ki; “…bir erdemi aşırıya vardırmasaydı, dünya onun hatırasını saygıyla anacaktı. Fakat adalet duygusu onu haydut ve katil yaptı.” Ne denli tahrik edici bir başlangıç, değil mi? Adalet duygusunun tatmininde aşırıya kaçmak bir insanı haydut yapabilir mi? Olur mu olur!

Şöyle başlar Kohlhaas’ın tuhaf macerası: Bir gün, yanında satmaya hazırlandığı sağlıklı atları olduğu halde, memleketi dışına yolculuğa çıkar. Elbe Nehri kıyısına varır ve Saksonya topraklarındaki bir şövalye şatosu kıyısında, daha önce hiç rastlamadığı bir sınır bariyeriyle karşılaşır. Bekçiden yolu açmasını ister. Bekçi, bu geçiş imtiyazının efendisine (genç Alman soylusu Tronka) hükümdar tarafından tanındığını söyler. Mecbur kalan kahramanımız istenen parayı öder ve gitmek üzereyken bu kez kâhya tarafından durdurulur. Geçiş belgesi olup olmadığı sorulur. Şaşırır ve yanında böyle bir belge olmadığını ancak uygun biçimde anlatılırsa temin edebileceğini söyler. Kâhya, hükümdarlık izin belgesi olmadan sınırı geçemeyeceğinde ısrarlıdır. Ya geri dönecek ya da parasını ödeyerek geçiş belgesi edinecek. Kohlhaas canı sıkkın bir biçimde asilzadeyi görmek ister ve yanına gider. Makul gerekçe ve iddialarının hiçbiri küstahça davranan asilzadeyi ikna edemez. Geçiş belgesi edineceğine söz vererek bir kereye mahsus geçişini talep eder. Asilzade bu talebi, bir şeyleri rehin bırakma karşılığında kabul eder. Rehin bırakılacak olan atlardır. Satmak üzere götürdüğü atları! Bu haksızlık ve küstahlık karşısında çaresiz kalır, atlarını rehin bırakır. İşte bu başlangıçla birlikte Kohlhaas’ın altın terazisi nezaketindeki adalet duygusuna da tanık olmaya başlıyoruz. Eserin başından sonuna dek. Kohlhaas, başına gelen her felakette öncelikle karşısındakinin haklı olabileceği noktaları hesaba katarak, ona (onlara) karşı adil davranmama ihtimalini dışlamamaya çaba harcıyor. Okuyucuyu zaman zaman yoran ve doğrusu sinirlendiren bir hassasiyete sahip. Buna mukabil, eserin bu kadar uzun süre güncel kalabilmesinin nedeni de bu kuşkusuz.

Her durumda mutlak/ödünsüz biçimde adil olana ulaşmaya çalışan biri Kohlhaas. Hak arayışındaki titizlik, dönüş yolunda bıraktığı atları bulamadığında onu çileden çıkaran titizlik. Gelir bakar ki, rehinden almaya geldiği atlar onun besili hayvanları değil, aksine işe koşulmuş, zayıflamış, sağlıksız atlardır. Sinirlenir haklı olarak. Asilzade küstahlıklarını sürdürünce, kahramanımız da atları için kederlenmeyi bırakır ve ‘Hakkını almayı bileceğini vurgulayarak’ oradan uzaklaşır. İşte adalet arayışı ile birlikte yürüyen intikam yolculuğu da böyle başlar. Ancak altını defalarca çizmekte yarar var; Kohlhaas’ın başlattığı ve yazarın haydutluk olarak adlandırdığı eylemler, onun yol boyunca adalet arayışından bir an dahi sapmasına izin vermiyor. İlgilenmesi için atlarının yanında bıraktığı ve feci bir muameleye maruz kalan uşağı, yine aynı sorun nedeniyle yitirdiği karısı ve sağlıklı bırakıp perişan halde bulduğu atları için, adaletin yeniden tesis edilmesi. Gösterdiği direnç ve bir ilkenin peşinden giden hali, hakikaten etkileyici.

Adalet arayışında başvurabileceği tüm hukuksal/yasal yolları deniyor Kohlhaas. Yasaların kendisine çare olacağından kuşkusu yok, çünkü ‘haklı’ ve yasaların haklının yanında olduğu düşüncesine yürekten sadık. Kitabı okuyacağınızı umduğum için burada tüm başvuruları anlatmayacağım tabii. Mesele şu ki başvuruları, akıl almaz biçimde ve yasa uygulayıcılarının çoğu zaman haklının değil güçlünün yanında olduğu gerçeğini bir kez daha ifşa eden davranışları nedeniyle sonuçsuz kalıyor ya da umduğunu bulamıyor. Kohlhaas’ın yasalara duyduğu güven ve özel yaşamıyla adalet ilkesi arasında kurduğu bağı en iyi anlatan ifadelerinden biri şu olabilir. Karısına artık evini satmak istediğini söylediğinde, Lisbeth’in "Neden evini satmak istiyorsun?" endişeli ve kızgın sorusuna şu yanıtı verir: “Çünkü ben, sevgili Lisbeth, benim haklarımı korumak istemeyen bir memlekette kalmak istemiyorum. Eğer tekmeleneceksem, insan olmaktansa köpek olmayı tercih ederim.”

Bir süre sonra karısı da öldürülünce (cenaze günü olumsuz hükümdarlık kararı da ulaşır!) artık intikam almak gerektiğine karar veriyor. Kohlashaas’ın intikama karar verişi de, bir hukuk yorumuyla mümkün olur. Kızgın at taciri ve karısını kaybetmiş koca, toplumu/devleti ile arasında yapılmış ‘sözleşmenin’ bozulduğuna karar verir. Toplum sözleşmesi bir kez ihlal edildiğinde ve topluluğun kuralları artık onu koruyamadığında, sözleşmeye bağlı olan özgürlüğün yerini, sözleşmeyle vazgeçtiği ‘doğal özgürlüğü’ alır. Artık hakkını kendi bileğinin gücüyle alacaktır. İşte bu ‘doğal hakkına’ dayanarak asilzadeye bir mektup yazar ve onu ‘atlarını üç gün içinde geri getirip eski sağlıklarına kavuşturmak için gerekenleri yapmaya’ mahkûm eder. Yanıt elbette beklediği gibi olmaz ve şiddetli öç alma günleri, bundan sonra başlar. Kohlhaas’ın giderek artan şiddeti, büyüyen şöhreti, yoluna ezilmişlerin büyük sevgisi ve desteğini kazanarak devam edişi, cinayetler, yakılıp yıkılan kasaba ve şehirler, korku içindeki Sakson soyluları. Ve tüm bu çılgınlık anlarında Kohlhaas, her aşamada adaleti bir kez daha talep etmekten vazgeçmez. Derdi tasası yakıp yıkma değil, asilzadenin kendisine yaptığı adaletsizliğin giderilmesidir, hepsi bu!

Eserin belki de en dikkat çekici yanlarından biri, Protestanlığın kurucusu (ve kuşkusuz burjuvazinin çok sevdiği din adamı!) Martin Luther’in, Kohlhaas’ı ‘yeniden insani düzene çekmeye’ davet eden bir mektubu Saksonya’nın tüm şehir ve kasabalarına astırması. Ve tabii ardından, karşılaşmaları. Bu sahne, saf bir adalet arayıcısının, müesses nizamın diniyle karşılaması bakımından son derece çarpıcı. Kohlhaas’ı “…adaletin kılıcını kullanmak üzere gönderilmiş zanneden haddini bilmez adam” ifadesiyle tanımlayıp onu ahret günüyle ‘uyarır’ Luther. Kohlhaas bu yazıyı okuyunca beyninden vurulmuşa döner ve Luther’i (zorla da olsa!) görmeye gider. Luther’in düzen koruyuculuğuna karşı verdiği şu yanıtı aktarmadan geçemem: “Kanunun korumasından yoksun bırakılanı, ben devlet topluluğunun dışına atılmış sayarım! Çünkü benim huzur ve barış içinde zanaatımı uygulayabilmem için bu koruyuculuğa ihtiyacım var, hatta işte bu yüzden de emeğimle kazandığım her şeyle birlikte bu topluluğa sığınıyorum. Bunu kim benden esirgerse, beni ıssızlığın vahşiliğine doğru itmiş olur, işte o kişi, sizin de inkâr edemeyeceğiniz gibi, kendimi koruyacağım silahı elime vermiş olur.”

Kohlhaas’ın adalet arayışı devam eder. Sonunda, talepleri kabul edilir, istediğini alır. Aldığında, yaptıklarının bedelini de iç huzuruyla ödemeye hazırdır artık.

Egemen olanın acımasızlığı, pervasızlığı ve bir asinin adaleti zedeleyen karşısında sergilediği kararlılık. Talebi, yalnızca atlarının sağlıklı bir biçimde iadesi ve kendisine bunları yapan asilzadenin cezalandırılması. Memleketi ve yasalar ile bağını koparmaması, ezcümle, sözleşmeye sadakat göstermesi için beklentisi, yalnızca ama yalnızca adaletin yeniden tesis edilmesi.

Adalet arayışında katlanılabilecek sıkıntı ve gösterilecek özverinin sınırı nedir? Toplumunuz ile bağınızın kopmaması, hangi ilkenin yaşamasına bağlı? Böyle bir ilkeniz var mı?

Tüm yazılarını göster