Almanya’nın seçimi Avrupa’da merkez sola ilham verebilir

Eğer Almanya'da Sosyal Demokrat Partili Olaf Scholz sınırlı zaferinin ardından başbakan olursa, kıtadaki ilericiler onun izinden gitmeye çalışacaklardır.

Google Haberlere Abone ol

Martin Kettle

DUVAR - Almanya’daki genel seçimler, Angela Merkel döneminin bitişinden çok daha fazla şeye işaret ediyor. En nihayetinde bir diğer merkezci koalisyon hükümeti ortaya çıkaracak olsa da, bu sonuç basitçe ‘aynı tas aynı hamam’ diyerek reddedilmemeli. Zira yeni hükümet, bilinmeyene doğru atılacak birkaç adımı temsil edecek. Her şeyden önce, yalnızca Almanya için değil, aynı zamanda İngiltere'nin de her şeye karşın parçası olmayı sürdürdüğü kıta açısından mühim dersler ve kalıcı siyasal sonuçları olacak.

Merkel artık yönetimde olmasa bile, Almanya Avrupa’nın ekonomik dinamosu ve en önde gelen bölgesel oyuncusu olmayı sürdürüyor. Bu değişmeyecek. Bununla birlikte, geçtiğimiz pazar günü gerçekleşen seçimin ardından hiçbir parti oyların yüzde 26’sını geçemezken, Alman seçmenler yeni ve daha da bölünmüş haldeki bir siyasi düzene geçiş yaptı. Daha alışkın oldukları iki partili bir koalisyon yerine, ilk kez üç partiden oluşacak bir koalisyon hükümetiyle karşı karşıyalar.

BERLİN'DE HAFTALAR BOYUNCA FELÇ HALİ YAŞANABİLİR

Yeni hükümetin en nihayetinde Sosyal Demokrat Olaf Scholz tarafından yönetilmesi muhtemel görünüyor. Fakat Scholz'un sırtını dayayacağı partiler -Yeşiller ve ekonomik açıdan liberal olan Hür Demokratlar- zorlu pazarlıklar yürütecek. Kısa vadede bu durum, tam da Almanya’nın G7’nin başkanlığını devraldığı bir dönemde, Berlin’de haftalar sürecek bir felç haline yol açabilir. Bu durum daha geniş anlamda, Almanya’nın Merkel döneminde Avrupa Birliği'nin nihai çıpası ve hakemi olarak oynadığı alışıldık rolü hususunda şüpheler uyandırıyor. Fransa, kendisini Avrupa’nın lideri olarak öne çıkarmak için bunu bir fırsat anı gibi görebilir.  

Kimileri seçimin en dikkat çekici yönü olarak Sosyal Demokratların (SPD) yeniden dirilişini öne çıkaracaktır. Ne de olsa Scholz, Almanya’daki -ve Avrupa’daki- en güçlü merkez sol partinin görünüşte önlenemeyen oy kaybını tersine çevirdi. SPD, 1998’de sahip olduğu yüzde 41’lik oy oranından 2017’de yüzde 21’e gerilemişti. Bu hafta ulaştıkları yüzde 26’lık oy oranı, eski Doğu Almanya’nın her bölgesinde kayda değer bir yükseliş gösterdi.

Bu durum, sosyal demokrat siyasetin ölümüyle ilgili raporların bulandığı anlamına mı gelir? Bir yere kadar evet. Şayet Scholz şansölye olursa İsveç, Danimarka, Finlandiya, İspanya, Portekiz, büyük ihtimalle Fransa ve potansiyel olarak yakın gelecekte Norveç’teki merkez sol, yönetime katılacak. Hem SPD lideri, hem de daha öncesinde genel olarak başarılı bir Hamburg Belediye Başkanı olarak kendi şahsi kariyeri, Scholz’un üstünkörü biçimde 'Merkel’in devamı' olarak hafife alınmaması gerektiğini gösteriyor.

SONUÇSAL SANAYİ SONRASI DEMOKRASİLER İÇİN NORMAL

Öte yandan, oyların dörtte birinden biraz fazlasını kazanmak da kimsenin aklındaki zafer fikri olmamalı. Bu, seçmen tabanında devam eden dağılmanın ve siyasal kimliğin, özellikle de nispi seçim sistemleriyle yönetilen pek çok sanayi sonrası demokrasiyi karakterize edecek şekilde, daha az yerleşik olan doğasının doğrudan bir neticesi. Bununla birlikte, İngiltere’deki çoğunluk oyu sistemi, burada da benzer bir siyasal kimlik belirsizliğinin oluştuğu gerçeğini gizlemiyor. Bu, İşçi Partisi’nden Keir Starmer’ın da bu hafta uğraştığı bir sorun.

Pek çok açıdan, Alman seçim sonuçlarının en olağanüstü yönü, Hristiyan Demokratların (CDU-CSU) yaşadığı tutulmaydı. Merkel’in partisi, yüzde 24’lük oranla tüm zamanların en düşük oy oranını gördü. Almanya’nın her bölgesinde desteğini yitirdi. CDU ve Bavyeralı müttefiki CSU açık biçimde şaşkına döndü.

Merkel’in Baltık’taki koltuğunu SPD kazandı. Saarland bölgesinde, Merkel’in ilk halef seçtiği isim olan Annegret Kramp-Karrenbauer de aynı akıbeti yaşadı. Ekonomi Bakanı Peter Altmaier seçilemedi. Merkel’in genelkurmay başkanı Helge Braun da öyle. Merkel’in yerine geçecek CDU adayı Armin Laschet’e Kuzey Ren Vestfalya liderliğinden istifa etmesi yönünde çağrılar yapılıyor.

CDU-CSU’nun savaş sonrası Alman siyasetindeki hakimiyeti -ki bu hakimiyet Almanya'nın 1990 yılında Helmut Kohl yönetiminde yeniden birleşmesinin ardından pekişmişti- düşünüldüğünde, bu reddediş gerçekten de dikkat çekici. Buna rağmen, Fransız De Gaul’cüler ve İtalyan Hıristiyan Demokratlar gibi Avrupa’nın diğer bölgelerinde görünüşte engellenemez olan merkez sağ partilerin bir yansıması niteliğinde.

ALMAN SEÇMENLER DAHA İLERİCİ VE MERKEZCİ ÇÖZÜMLER ARIYOR

Diğer yandan, CDU-CSU ittifakında yaşanan çöküşün dinamikleri yanlış anlaşılmamalı. Soldaki ve sağdaki merkez partilerde görülen gerilemenin, yerel aşırı sağdaki yükselişi harekete geçiren ortak politika başarısızlıklarının bir neticesi olduğunu iddia edenler çoğaldı. Ne var ki Almanya’da kesinlikle bu olmadı. 

Sağcı AfD'nin oy oranı, CDU-CSU gerilerken artmaktan gayet uzak şekilde, yüzde 2,3 oranında düştü. Sol parti Die Linke daha da kötü bir sonuç aldı, oylarının ve parlamentodaki sandalyelerinin yaklaşık yarısını yitirerek daha da marjinal bir hale geldi. Buna karşılık, hayal kırıklığı yaşayan merkez sağ seçmenler uç noktalardan çok merkeze, SPD’ye, Yeşillere ve FDP’ye göç ettiler.

Sonuçta, Alman seçmenler Merkel’in haleflerinin kendilerine sunduğundan daha iyi ve daha ilerici, merkezci çözümler arıyor gibi görünüyor. Bu ne mantıksızlık ne de yolundan sapmak ve Almanya bu konuda kesinlikle yalnız değil.

Avrupa, endüstriyel geçmişin kitlesel partilerinin sürdürmeye çalıştığından daha az baskıcı bir ilericilik arzusuna sahip, örtük ya da açık bir çoğunluğa sahip ülkelerle dolu. İngiltere de bu ay Gordon Brown’ın makul bir şekilde savunduğu üzere, bu ülkelerden biri. Scholz, eğer ülkesindeki yekpare seçim bloğunun içinden çıkan çoğunluğa hayat ve şekil verebilecek yetenekli bir siyasi heykeltıraş olduğunu ispatlarsa, ardından pek çok hevesli taklitçisinin geldiğini görecek.

Makalenin orijinali The Guardian gazetesinde yayımlanmıştı. (Çeviren: Tarkan Tufan)