Akıl hastanesinde 13 gün: Orada herkes canlı cenazeydi

Ağır depresyon teşhisiyle Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 13 gün kalan Ebru Esen yaşadıklarını, “Prodüksiyonu çok iyi olan bir korku filmi yaşadım” diye özetledi.

Google Haberlere Abone ol

İZMİR - Yakın bir arkadaşının vefat etmesinin ardından, depresyona giren Ebru Esen, kendi rızasıyla Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatış kararı aldı. 13 gün boyunca farklı ruh ve sinir hastalıkları tanısı olan çok ağır düzeyde hastayla bir arada kalan Esen, depresyon hastası olarak girdiği hastaneden artan krizler ve nöbetlerle çıktı.

 “Orada yaşadığım 13 gün, bana 13 ay gibi geldi. Çünkü orada zaman kavramı yok” diyen Esen, bir kapatılma mekanı olarak Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ndeki koşulları ve gündelik yaşamı anlattı. Aynı hastanede çalışan ismini veremediğimiz bir psikiyatrist ise Ebru Esen’in öznel sesini duymalarının kendilerine iyi geldiğini belirterek, ‘Ben bu hastanedeki sorunların sadece başhekimin basiretsizliğinden olduğunu düşünmüyorum. Yani toplu ve büyük bir hikaye bu…” dedi.

‘MOTİVASYONUMUZU KAYBEDECEK NE VARSA YAŞADIK’

Depresyon sürecin nasıl başladı?

Geçen sene bir arkadaşımı kaybetmemle birlikte fark etmeye başladım. Suruç Katliamı’nın 5. yıl dönümü eyleminde 3 gün Vatan Emniyet Müdürlüğü’nde gözaltında tutulmuştum. Akşam eve geldiğimde, olayı bildiğimi varsayan bir arkadaşımdan duyunca bu bende şok etkisi yarattı. Kaybımdan çok öğrenme biçimimle ilgili bir travma oluştu. Arkadaşımın geride bir bebeği, eşi ve bizler kalmıştık. Ondan sonra süreç durmadı; çok insan kaybettik. Motivasyonumuzu yok edecek ne varsa yaşadık. Yanısıra kişisel dertler, ekonomik sıkıntılar, pandemi derken her şey üst üste geldi. Bu süreçte bir şekilde kendimi korumaya, bunu aşmaya çalıştım. Ama aşamadığım ortaya çıktı. Sinir krizleri geçirmeye başladım ve durum gittikçe zorlayıcı oldu…

‘KENDİ RIZANLA GİRSEN DAHİ KENDİ RIZANLA ÇIKAMIYORSUN’

Hastaneye kendi rızanla mı gittin?

Evet, önce hastanenin acil bölümüne gitmeye karar verdim. Haftanın belirli günleri psikiyatr ile görüşmeye başladım; bana uygun olan ilaçları bulmaya çalıştı. Fakat hastanede yatıp yatmamayı bana bıraktı. Doktor, “insan olarak soruyorsanız ilaç tedavisi uygularım fakat bir hekim olarak size yatış veririm” dedi. O sırada bir işim olduğundan kaybetmek istemiyordum; ilaç tedavisi istedim. Ancak 2,5 ay geçmesine rağmen herhangi bir olumlu sonuç alamadık. Bu süre zarfında sosyalleşmeye de çalıştım fakat etkili olmadı. Sonra kendi rızamla Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatış kararı aldım. Ama bu hastaneye kendi rızanla girsen dahi kendi rızanla çıkamıyorsun…

‘KENDİMİ ÇOK KÖTÜ BİR ORTAMDA BULDUM’

Giderken nasıl bir kurum hayal ettin? Gittiğinde bulduğun yerle kafanda düşlediğin yer arasında ne gibi farklar vardı?

Kafamda en kötü koşulları kurmuştum aslında. “Neyle karşılaşırsam karşılaşayım, ne kadar kötü olabilir ki?” dedim kendime. Biraz “Girl Interrupted”a yakın şeyler hayal ettim. Beklediğim, istediğim şey zihnimi düzenleyebilmek, dinlenmek, yüreğimdeki dinmeyen acıyı azaltma hayaliydi. Hiçbir şey olmasa bile deneyim olur bana diye düşündüm.

Kaldığım bu binanın 1. katında yeni gelenler ve ağır hastalar vardı. Ben bu katı “cehennemin dibi” olarak tanımlıyorum.  2. katta ise alt kattan “terfi eden” hastalar kalıyor. Dolayısıyla yatışın ilk haftası dış dünyayla iletişimim tamamen kesildi ve kendimi çok kötü bir ortamda buldum.

‘İZOLASYONDAYKEN TUVALETİN GELDİYSE GEÇMİŞ OLSUN!’

Yatış onayı verildikten sonra yaşadığın süreci anlatır mısın?

Önce eşya stresi ile başladı her şey. Kot, sutyen, bağcıklı, lastikli şeyler, mont ipleri kesildi. Kağıt-kalem-kitap, öz bakım ürünleri, cüzdan… Bu olmaz, şu olmaz derken bir bez torba kaldı elimde…

Yatış onayından sonra covid testi ve tahliller yapıldı. Vejetaryen olduğumu belirttim ve bu not edildi. İlk günler covidden dolayı karantinada kaldım ve beni bir odaya kilitlediler. Binadaki bütün sesler, boş ve yüksek duvarlar yüzünden her yerde yankılanıyordu. Perdesiz bir pencere, arkasında da iki kat tel ve parmaklık. Ve dışarıda 1. katın yüksekliğinde, dışarıyı görmemizi engelleyen beton bir duvar…

Orda kaldığım sürece etraftan sürekli sesler geliyordu. Kapıların üzerimize kilitlenmesi bazı hastalar için sıkıntılı bir durumdu. Kapalı alanda kilitli kalma korkusu olanların da olmayanların da “kapıyı açın” diye bağırdıklarını çok duydum. Tuvaletimiz gelince ya da bir sıkıntımız olduğunda kapıya tıklıyor, sonra vurmaya başlıyorduk. Fakat bu sesler diğer seslerle karışıyordu ve aynı anda birkaç oda kapılara vurunca ve haykırışlar yükselince sağlık personeli de yetişemiyordu. Muhtemelen o sırada kameradan da bakılıyordu. Ama sonuç olarak izolasyondayken tuvaletiniz geldiyse ya da bir şekilde kapının açılması gerekiyorsa geçmiş olsun!

2. gün karantina odasına hasta bir kız çocuğu getirdiler ve mütemadiyen ağlayarak, “annemi istiyorum” diyordu. Odamız kilitli olduğu için o da genelde kapıya vururdu. Ben günümün büyük kısmını onu yatıştırmaya, fenalaştığında hemşireyi çağırmaya çalışmakla geçiriyordum. Derdinin ne olduğu ortada değildi ve bana hiç iyi gelmedi. Zaten etraftan gelen çığlıklar, bağırtılar, altına yapanlar… İlk dikkatimi çeken şey ayrı tutulması gereken ruh ve sinir hastalarının bir arada tutulması oldu. Üstelik farklı seviyelerde psikolojik hastalığı olanlarla nörolojik hastalığı olanlar aynı odaya denk düşebiliyordu.

İçeriye yalnız kalmak, kendimle ilgilenmek, kendi düşüncelerimi toparlamak için girdim. Fakat böyle bir ortamdan eser yoktu. Zaten 5 dakika yalnız ya da sessiz kalabileceğiniz hiçbir yer yok. Çıkmadan 2 gün önce bu yüzden sinir krizi geçirdim. Dedim ki, “İstiyorsanız aşağıdaki yastıklı odaya kilitleyin beni. Ama yarım saat ses istemiyorum, tek başıma kalmak istiyorum.” Bunu bile başaramadım. Burada toplam altı gün kaldım. Zaten altı günün sonunda kafam gitmeye başlamıştı.

‘AŞAĞIDAN GELEN SESLERİ DUYUP TEDİRGİN OLUYORDUK’

Peki, karantinadan sonra nasıl bir odaya geçtin?

Karantinadan çıktıktan sonra beni üst kata aldılar. Odalarda genellikle 4 tane tekli yatak bulunuyordu. Kenarları ahşaplı, süngerleri çok kötü, yayları sırtımıza batıyordu. Dolaplar kilitsiz, kendimizi asmayalım diye tavanlar yüksek ve her yerde beyaz florasan ışıklar. Bu ışıklar psikolojimizi çok olumsuz etkiliyordu. "Neden sarı ışık değil de beyaz ışık taktınız?" diye sorduysam da hemşireler ve temizlik görevlilerinin buna verebileceği bir cevabı yoktu.

Personel ile hastalar arasındaki ilişki nasıldı peki?

Çalışma koşulları nedeniyle hemşirelerin çoğunun zaten kendi durumları da kötüydü. İnsanları sürekli birinci kata indirmekle tehdit edenler vardı. Ya da birisi altına kaçırdığında hemşireler ilgilenmiyordu. Yani orada birbirimiz için “biz” vardık. Biri altına da işese de sinir krizi de geçirse “biz” vardık. Sırf aşağı indirmesinler diye birbirimizi sakinleştirmeye çalışıyorduk. Çünkü sürekli aşağıdan gelen sesleri duyup tedirgin oluyorduk.

Ayrıca çalışanlar bazen 48 saat nöbet tutuyordu. Ağır hastalar da olduğu için personel hiçbir şekilde yetişemiyordu. Ama sakin ya da itaatkar kalamazsanız, özel olarak hazırlanmış odalara girmeye hak kazanıyordunuz!

‘HASTA SAKİNLEŞMEZSE ZORLA YATAĞA BAĞLANIYOR’

Bize bu odalardan bahsedebilir misin?

İnsanların kemerli yatağa bağlandığı bağlanma odaları var. Hasta kontrolü kaybeder ve hastane personeliyle girdiği tartışma sonucunda sakinleşmezse; hemşire ve güvenlik yardımıyla o odaya sokuluyordu. Bağırış çağırış, zorla yatağa bağlanıyor. İğne, serum, artık ne verirlerse... Ama o odaya sokulup da sakinleşeni pek az gördüm. Düşünün, size yardımcı olmak için burada olduğunu söyleyen personel, sizi yaka paça bağlıyor. Bu sesler üst kata da gidiyor tabii. Ve biz hastalar için bunlar tetikleyici olabiliyor.

Ben ikinci kattayken bir kadını her gün oraya alıyorlardı. O kadın hastanın dört gün boyunca çığlıklarını duyduk. Bir eyleme ya da maça gittiğinizde kısılan ses, o dört gün boyunca hiç kısılmadı… O seste acıyı duyuyorsunuz, çaresizliği, öfkeyi…

Az önce bir de yastıklı odadan bahsettin…

Kendine zarar verme noktasındaki bazı ağır hastalar için her yeri yastıkla kaplı bir oda var. Bir gün tesadüfen kapı açıktı ve içeriyi gördüm; içerde yine beyaz florasan ışık vardı. Düşünün sinir krizi geçiriyorsunuz, kontrolü kaybetmişsiniz, sizi bembeyaz ışıklı küçücük bir odaya kilitliyorlar…

‘İNANILMAZ HAFIZA KAYIPLARI VARDI’

Kaldığın süre içinde tanık olduğun EKT (elektroşok) uygulaması oldu mu?

Evet, hastanede kaldığım süre içinde EKT yapılan arkadaşlarım oldu. Hafızaya nasıl bir etkisi olduğunu merak ettiğim için onlarla konuştum. O güne ait, birlikte yaşadığımız akılda kalıcı anlar belirledik. EKT’den sonra bunlar üzerine konuşacaktık. Odada beklerken aklım onlardaydı. Döndüklerinde arkadaşlarım beni tanıyamadıklarında kendi aralarında anlaştılar, bana şaka yapıyorlar sandım. Ama bir yandan da karşımda gözünün feri gitmiş üç tane beden görüyordum. Beni kandırmadıklarını anlamam uzun sürmedi.

Anıları hatırlamayı bırakın, sanki o anda ruhları yokmuş gibiydi. Zamanla bazı şeyleri birbirimize hatırlatarak ilerlemeye çalıştık. Ama inanılmaz hafıza kayıpları vardı. Aradan 9 hafta geçti ve iletişimde olduğumuz için unutulan şeylerin hala geri gelmediğini biliyorum. Bir arkadaşım evine döndüğünde çok yakın olduğu kuzenini bir süre tanıyamamış. Ben EKT almadığım halde hafıza sıkıntıları yaşıyorum; yatıştan önceki süreçte bile boşluklar oluştu.

‘ORADA HERKES PİSLİK İÇİNDE’

Diğer hastalarla ilişkilerin nasıldı?

İkinci kata bazen kimin girip çıktığı belli değildi. Ben de biraz daha konuşabilir bir hasta olduğum için hastalarla iletişim kuruyordum. Bir gün hastalardan bir teyze saçlarını göstererek ağlıyordu. Uzun süredir saçlarına dokunulmamış, yıkanmamış ve 2-3 yerden düğümlenmişti. Saçlarını yıkadım ve kremledim. Bazı kadınların uzun zaman boyunca genital bölgelerini temizleyemediğine şahit oldum. Orada herkes pislik içinde. Jilete izin vermiyorsunuz diye böyle bir hayatı onlara reva göremezsiniz.

Dolayısıyla uyku saatlerini dışında bıraktığınızda, günün 19 saatini birlikte geçiren insanlar olarak birbirimizin her şeyinden etkileniyorduk. Tabii duygu durumumuzu sadece içeride olup bitenler değil, kullandığımız ilaçlar da belirliyordu. Eminim ki hepimiz dışarıda olduğumuzdan daha hassastık. Orada herkes canlı cenaze gibiydi…

Kaldığınız süre zarfında sadece ilaç tedavisi mi gördünüz? Yoksa kurumun psikiyatristi ile bire bir görüşme yaptınız mı?

Asistan olan psikiyatr beni sürekli takip etti, yanıma gidip geldi. Bana verilen ilaçlardan tutun benim orada geçirdiğim süreçte yaşadığım huzursuz bacak sendromundan, ilaçların bunu tetiklemesine kadar hepsini raporladılar.

‘MAHREMİYET CİDDİ BİR SORUN’

Bize hastanedeki bir gününü anlatır mısın? Kaçta kalkıyordun, kim uyandırıyordu?

2. katta sabah 05.30’da hemşire ve temizlik görevlileri kapıları ve ışıkları açıp bizi uyandırıyorlardı. Ondan sonra hemen kahvaltıya inmek zorundasınız. Çünkü kahvaltı ilaç saatine göre ayarlanıyor. İlaç sonrasında da banyo saatiydi. Banyoda 3 duş vardı ama kolları olmadığı için kapıları kapatamıyorduk. Duş başlığı da yoktu, kova ve maşrapa vardı. Tuvaletlerin de kapıları kapanmıyordu. Mahremiyet ciddi bir sorun.

13-00 ile 16-00 arasında bahçe izni veriliyor. Saat 16-00’da içeriye giriyor, 1 saat sonra da akşam yemeğine iniyorduk. Yani yemek denilebilirse… Vejetaryen yemek zaten baştan beri yoktu. Karantinada yemekler karıştığı için tepsileri geri çeviriyordum. Yemekhanede ise durum berbattı. Merdivenlere yayılan ağır koku yüzünden yememe kararı alıp dönenler oluyordu. Yemekler o kadar kötüydü ki bir çorba bile içsem kata dönünce midem bulanıyordu.

Sonra kendimize zarar verebileceğimiz bir şey var mı gerekçesiyle arama yapıyorlardı. Ve bu durum her gün rutin olarak gerçekleşiyordu. Bizi “suçluymuşuz” gibi bağıra bağıra odalarımızdan hızlıca çıkarıp gergin bir hava yaratıyorlardı. Bekleyiş sırasında, “Acaba yine nelerimi alacaklar” diye tedirgin oluyorduk. Çünkü yarım kalmış bir bisküvi paketi bile çürüyeceği gerekçesiyle alınıyordu. Eşyalarımızı insan gibi aramaları hususunda defalarca uyarılarda bulunduk. Ama her defasında bir kadın ve bir erkek güvenlik, yatakları kaldırıp, dolapları karıştırıp bütün eşyaları talan ediyordu. Sonra bir de üstümüz aranıyordu. Bütün bu saydığım olumsuzlukların içinde odada oturup bir çay ve yanında bisküvi yemek bizim için en lüks, en harika andı.

‘ORADA YAŞADIĞIM 13 GÜN, BANA 13 AY GİBİ GELDİ’

Son olarak; ailelere ve yetkililere neler söylemek istersin?

Bana Erenköy’ü sorarsanız, tek cümleyle “Prodüksiyonu çok iyi olan bir korku filmi yaşadım” diye cevaplandırırım. Aileler, hastalığın seyrine göre yakınlarını yatırmak mecburiyetinde kalabilirler. “Yatmayın, yatırmayın” diyemem elbette. Çünkü bu sistem biz hastalara fazla seçenek sunmuyor. Ama hastanedeki durum anlattığım gibi…

Bir de “Döner Kapı Sendromu” diye bir şey var; hastalar sürekli dönüp yatış yapıyor ve aynı şeylere tekrar tekrar maruz kalıyorlar. Orada insani olmayan koşullar var. Bu yüzden uzun süredir içeride kalmak zorunda olanlarımız için çok üzülüyorum. Orada yaşadığım 13 gün, bana 13 ay gibi geldi. Çünkü bu hastanede zaman kavramı yok.

İnsanlar sevdiklerini, ailelerini oraya yatırıyor ve içeride ne yaşadığımıza dair hiçbir fikirleri yok. İçerideyken de kendinize sorduğunuz soru: Buradan ne zaman ve ne durumda çıkacağım? Buradan hiçbir zaman çıkamayacağını düşünen hastalar da vardı. Çıktığında gidecek yeri olmayan bir hasta bile gitmek istiyordu. Biraz olsun iyiye gidebileceğine dair motive edecek hiçbir şey yok çünkü.

Yetkililere ise şunu sormak isterim: Psikolojisi ya da akli dengesi bozulmuş olan bir insan hal böyleyken nasıl iyileşebilir?

‘HASTANIN HER CÜMLESİ FARKLI İŞARETLERİ GÖSTERİYOR’

Anlatılanlardan kendisini en çok etkileyen şeyin beton duvarlar olduğunu söyleyen ismini veremediğimiz bir psikiyatrist, “Aslında hastanın her cümlesi farklı işaretleri gösteriyor ve çok da önemli. Bugüne kadar bu duvarı renklendirmek ya da başka bir şey yapılabilir mi diye düşünmek aklımıza bile gelmemiş. Tecrit yokken bu duvara çok fazla maruz kalmıyorsunuz ama tecrit olduğunda 4-5 gününüzü bu odada geçiriyorsunuz. Ve o duvar, o zaman size görünmeye başlıyor…” dedi.

‘DİĞER HASTALARA ETKİLERİNİ ÇOK FAZLA DÜŞÜNMEMİŞİZ!’

Ebru Esen’in tanık olduğu EKT uygulaması üzerine görüşlerini sorduğumuz psikiyatrist şu yanıtı verdi: “EKT dünyada sadece İsviçre’de yasak. Bu işlem özellikle tedaviye dirençli kişilerde kullanılır. Kişiye şakaklarından bir elektrik akımını anestezi eşliğinde uygularsınız. Bu anestezi eşliğinde kişi bir nöbet geçirir. Hastanın tedavisi tamamlandığında ise bir derlenme süresi vardır. Çünkü nöbetten sonra bir kafa karışıklığı olur. Kişiler, etraflarındakileri tanıyamazlar. Ve gün boyunca bu kafa karışıklığı devam eder. Bu örnekte belli ki derlenme süresi kısa tutularak hasta hızlıca servise geri gönderilmiş. Tabii biz EKT’nin hastanın üzerindeki etkilerini biliyoruz ama servisin içindeki diğer hastalara etkilerini bilmiyoruz. Yani diğer hastalar EKT’den çıkan hastayı gördüğünde ne olacağını çok fazla düşünmemişiz!”

‘EBRU ESEN, BİR NEVİ HASTABAKICI ROLÜNÜ ÜSTLENMİŞ’

Hastanede güvenlik gerekçesiyle yapılan uygulamalar hakkında bilgi veren psikiyatrist, “Hastanede güvenliği yükselttiğiniz zaman konfor azalır. Konforu yükselttiğinizde ise güvenlik düşer. Normal koşullarda güvenlik sorunu olmayan hastalar daha konforlu servislere alınmalıdır. Böylece her servis farklı kurallarla yönetilir. Örneğin A1 ismi verilen terapi servisimiz vardı. Orası da bambaşka kurallarla yönetilirdi. Ama A1 servisi uzun zaman önce kapatılıp başka bir servise eklendi. Kapı kolunun olmaması da yine güvenlik sebebi. Hasta Ebru Esen, o kadar güzel ifade etmiş ki… “Aynı anda birkaç oda kapılara vurunca ve haykırışlar yükselince sağlık personeli de yetişemiyordu” diyor.  Çünkü hemşire duyuyor ama bir süre bekledikten sonra ihtiyacı olana bakmaya gidiyor. Eskiden kişiler kendisi gidip hemşirenin kapısını çalardı. Ama siz kişileri kilitlerseniz, kendisi çıkamazsa zaten başka türlüsü de olamaz. Dolayısıyla buradaki sorun sistem. Çünkü hemşireler de hastalara yetişemiyor. Bu hasta da kendi derdini unutup oradaki hastalara yardım etmeye çalışmış. Yani bir nevi hastabakıcı rolünü üstlenmiş. Oysa bu akıl hastaneleri bireyin biricik olması gereken bir yer. Yetersizlikten ötürü bu tedaviler bir fabrikasyona dönüşüyor“ yorumunu yaptı.

‘HASTANIN NEYE MARUZ KALDIĞINI ÇOK İYİ ANLIYORUM’

Güvenlik gerekçesiyle yapılan aramalara da değinen psikiyatriste göre burada asıl acı olan ne güvenlik elemanlarının arasında ne hemşirelerde ne de buna şahit olan doktorların bu durumu anormal görmemesi ve kanıksamış olmaları…

“Bu hasta vejeteryan ve siz alıp onun bisküvisini atıyorsunuz. Bu pandemiden önce sorun değildi, sabah kantinden yeniden alabilirdi. Ama bu koşullarda yemeğini yiyemediğinde bisküvi de yiyemeyecek. Ve siz alıp onun bisküvisini de atıyorsunuz. Bunu atmak yerine emanete alıp, sabah geri verebilirsiniz. Ama psikoz servislerinde bir düzen tutturmak çok zordur. Çünkü psikozun yıkıcı etkisi personelin içine de sinmeye başlar. Güçle, asimetrik bir konuma geçtiğinizde o gücün etkisiyle toksike olmaya başlarsınız. Burada olan şey de güvenlik elemanlarının bu yöne kaymış olması. Hastaya anormal gelen şeyi güvenlik elemanına sorsanız “Ne yapalım bizim de 15 dakika zamanımız var” diyecektir. Ve neden haklı olduklarını anlatacaklardır. Muhtemelen haklılardır da… Burada çözülemeyecek olan kısım tam da burada başlıyor. Çünkü taraflar birbirini dinlemeyi terk ediyorlar. Ama bu kabul edilemez bir şey. Bu nedenle hastanın neye maruz kaldığını çok iyi anlıyorum. Kapıyı çat diye çarpacağına kapıyı çalsa, “Biz şöyle bir bakacağız” dese her şey daha kolay olacak.”

‘HERKESİ AYNI YERE KOYDUĞUNUZDA FABRİKASYONA DÖNÜŞÜYOR’

Güvenlik konusunun, ruh sağlığı hastalarının bulunduğu çok küçük bir grup için bir “mecburiyet” olduğunu anlatan psikiyatrist, “Buna dair hastanın da çok güzel ifade ettiği bir şey var. Sorun, bütün bu hastaların beraber yatmasında. Normalde bir serviste 18-24 hasta kalması istenir. Bundan daha kalabalık servislerin yönetilmesi çok zordur. Bu serviste ise 40-45 kişi yatıyor. Bu hastaların birbiri ile irtibatı da ciddi sorunlar yaratıyor. Bu hasta bir psikoz hastası olsaydı, elbette önce ilk bir hafta güvenliğinin sağlanması istenilecekti. Ama bu hastada böyle bir şeye gerek yok ki! Kimisi tedavi istemiyor, kimisi istiyor. Kimisinin aklı yerinde değil, kimisini ilaçsız takip ediyoruz. İşte siz herkesi aynı şeye tabii tutup, aynı yere koyduğunuzda ihtiyaçlara göre özelleştiremiyorsunuz. Fabrikasyona dönüyor iş. Bu yüzden Türkiye’de depresyon gibi ruhsal olarak çöküntü yaşayan ama akıl sağlığı yerinde olan kişilerin yardım alması daha zor. Ebru Esen, kendini ifade edebiliyor; kendisi isteyerek yatıyor ne yemek istediğiyle ne yemek istemediği konusunda bir farkındalığı var. Ama bu hastalar Türkiye’de öksüz durumdalar, gidecek yerleri yok. Bu hasta 2014 yılında bu hastaneye yatsaydı A1 servisine yatardı. Orada grup terapilerine, sanat terapilerine katılırdı. Ama bu servis de birkaç yıl önce kaldırıldı” diye ekledi.

‘BU HASTANEDEN DOKTORU DA KAÇMAYA ÇALIŞIYOR HEMŞİRESİ DE’

Sorunun sistemde olduğunu ve bakanlığın konuya dair bir kaygısı dahi olmadığını vurgulayan psikiyatrist şöyle devam etti:

“Bakanlık, 'Bu hastanede ne yapıyorsunuz?' diye hiç sormuyor bize. Ama 'Yataklarınız ne kadar dolu, polikliniğe kaç kişi geliyor?' diye soruyorlar. Yani nitelik değil nicelik üzerinden ücretlendirilen bir sistem söz konusu. Bırakın hastaları bu akıl hastanesinden doktoru da kaçmaya çalışıyor, hemşiresi de. Mesela yemek kalitesi… Ben bu hastaneye başladığımdan beri büyük sorun. Ve yemek kalitesinin tek bir açıklaması var; yemeğe az para vermeniz! Bunun için servis doktorunu suçlayacak haliniz yok. Bu başhekimle alakalı bir şey. Ama ben bu hastanedeki sorunların sadece gelen başhekimin basiretsizliğinden olduğunu düşünmüyorum. Yani toplu ve büyük bir hikaye bu…”

‘BU HASTANIN ÖZNEL SESİNİ DUYMAK BİZE İYİ GELDİ’

Basının bu konuda oynadığı rolün çok önemli olduğunun altını çizen psikiyatrist, son olarak şunları söyledi:

“Psikiyatri hiçbir zaman kendi içinden değişmiş bir kurum değildir. Ancak toplumun, sosyal ortamın baskısıyla değişebilir. Hastalar, sosyal politikalar değiştikçe daha rahat olacak. Çünkü toplumun katmanlarındaki bütün o kopukluk oralara sirayet ediyor. Mesela tiyatro oyunlarında akıl hastaları kendisini Napolyon sanır bilirsiniz. İnanın ben bu mesleği yaptığım süre içinde bir tane bile Napolyon görmedim. Çünkü toplumun artık Napolyon’la ilgili bir meselesi yok. Ama ben bir sürü mehdi, bir sürü Tayyip Erdoğan bir sürü Atatürk gördüm. Bir sürü peygamber iyileştirdim. Döneminde ne varsa bizim hastanede de onlar oluyor. Bu hastanede de çok somut şeyler var. Sizin önemli rolünüz tam da bu kopukluk içerisinde buraya işaret ederek hastane içinde bir hareketin sesi olmak. Çünkü bu hastanın öznel sesini duymak bize iyi geldi. Çünkü haberleştirmenin o nesnelliğine ihtiyacımız var. Tam da sizin kanalınızla biraz yansıtıldığında, daha çok konuşulduğunda; başka bir hasta, “Bana da bu yapılmıştı” dediğinde işte o zaman toplum olarak haberdar olup tekrar düşünmeye başlayacağız.”

İL SAĞLIK MÜDÜRLÜĞÜ: SORULARIN MUHATABI HASTANE YETKİLİLERİDİR

İddiaları sorduğumuz Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekim Yardımcısı, sorularımızın yanıtlarını alacağımız birimin kendileri değil, İl Sağlık Müdürlüğü olduğunu söylerken; ulaştığımız İl Sağlık Müdürlüğü yetkilileri ise, herhangi bir açıklama yapmayacaklarını ifade ederek şu yanıtı verdi:

“İddialarla ilgili konuda hastane yönetiminin haiz olması nedeniyle soruların muhatabı da hastane yetkilileridir.”