Ağaçlar kesilirken konuşacağız, sesimiz hiç durmayacak

O yaşlı kadının o ağaca sıkı sıkı sarılması, can pahasına onu doğa katillerinden, gözü dönmüş rantçılardan ve silahlı güçlerden korumaya çalışması, yeryüzünün en eski ve en anlamlı imgesidir.

Fotoğraf: Selen Çatalyürekli
Google Haberlere Abone ol

Şiir tarihimiz bir anlamda ağacın tarihidir. Şiirlerinde ağaç imgesi geçmeyen çok az şair vardır. Belki de yoktur. Ağaçlar şiire girer, olmadı, ne yapar eder, şiire sızar. Çünkü şiir, insanlığın binlerce yıllık kolektif hafızasının dışa vurumudur. Ve o kolektif hafızanın baş köşesinde ağaçlar vardır. Yeryüzünün asıl sahibidir ağaçlar.

Ağaç, dünyanın tüm kültürlerinde yer alan önemli bir mitolojik unsur. Yaşamın, gelişmenin, yeraltıyla yeryüzünün, yeryüzüyle gökyüzünün arasındaki bağın, Tanrıyla insan arasındaki ilişkinin simgesidir ağaç. Hayat Ağacı, diğer adıyla Dünya Ağacı mitine ilk olarak dört bin yıl önceki kayıtlarda, Gılgamış Destanı’nda rastlarız. Eski Türk destanlarında ağaç hem tanrıyı hem hükümdarı simgeler ve ikisinin arasındaki bağlantıyı sağlar. Türklerde kayın, gençliğin, mutluluğun, özgürlüğün, barışın, dostluğun ve vatanın; servi sonsuzluğun; kavak ölümün; ormanın hükümdarı olarak kabul edilen, 'dede', 'baba' gibi sıfatlarla adlandırılan meşe gücün; çam ölümsüzlüğün sembolüdür. Söğüt ise, gölgesinde uzanılan, huzur bulunan bir ağaçtır. Sibirya yerli halklarından olan Evenkler, insanların, gövdesi ikiye ayrılan ağaçların içinden doğduklarına inanırlardı. Yunan mitolojisinde ise, Dionysos, Karya’ya aşık olur. Ancak Karya ölür. Dionysos çok çabalar ama sevdiğini bir türlü yeniden yaşama döndüremez. Bunun üzerine onu ceviz ağacına dönüştürür. 

Nazım Hikmet’in “Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,/ ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,/ budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz./ Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında…” dizeleriyle başlayan Ceviz Ağacı adlı şiiri, bir yanıyla da, bu binlerce yıllık kolektif hafızanın dizelere dökülmüş halidir.

Deniz Durukan da bir şirinde “bilir misin ağaç ağaçlığını ona sarılınca hissedermiş,” diyor. Dionysos’un sevdiğini ağaca dönüştürerek ona yeniden can vermesi, belki özlediğinde gidip ona sarılabilmek içindi. Bu, dünyanın en anlamlı kucaklaşmasıdır. Çünkü Durukan’ın söylediği gibi, ağaç biri ona sarıldığında kendi varlığını hisseder, mutlanır belki. Akbelen’deki o yaşlı kadının (ki ağacın, ormanın, doğanın kadim bilgisine sahip olmaktan kaynaklanan kutlu bir yaş onunki) o ağaca sıkı sıkı sarılması, can pahasına onu doğa katillerinden, gözü dönmüş rantçılardan ve onların özel korumalığını yapan, aslında kamu görevlisi olması gereken silahlı güçlerden korumaya çalışması, yeryüzünün en eski ve en anlamlı imgesidir. Çünkü ağaç insana, insan ağaca sarılagelmiştir hep.

Asaf Halet Çelebi’nin Sidharta adlı şiiri, “niyagrdoha/ koskoca bir ağaç görüyorum/ ufacık bir tohumda/ o ne ağaç ne tohum/ om mani padme hum…” dizeleriyle başlar. Ufacık bir tohumda koskoca bir ağaç görülür ama o tohum, tohum değildir aslında; çünkü biz onu gördüğümüz anda, bir an önceki tohumdan farklıdır artık, biraz daha ilerlemiştir ağaç olma yolunda. Ama ağaç da değildir henüz. Ne tohum ne ağaç olan başka bir şey, başka bir oluşumdur. Bu, sadece ağacın değil, yaşamın mucizesidir; gizidir bir bakıma.

Peki şiirin ilk sözcüğü, anlamsız bir harf öbeği gibi görünen niyagrodha nedir ki? Ağaçlarının üstünden fışkırarak yere inen köklerin, tekrar ağaç olmak üzere yükselmesiyle ortaya çıkmış, pek çok ağaçtan oluşmuş tek bir ağaca verilen isimdir niyagrodha. Om mani padme hum ise, Sanskritçe 'lotus mücevherine selam' anlamına gelir. Buda’nın, aydınlığa ulaştığı anda, lotus çiçeğine söylediği ilk sözdür bu. Lotusa verilen selam, aslında 'insanın gerçek özüne' verilmiştir. İnsanın özü, lotusun mücevheridir çünkü. Elbette ağaca, yani doğaya, yani kendi tarihine ve gerçekliğine sarılabilen insanın. Çünkü o insan, mesela Akbelen’deki o ağaca sıkı sıkı sarılan yaşlı kadın var ya, işte o bilir; ağaç tepeden tırnağa giyinmedikçe çiçeğe durmaz dünya. Ve o ağaçlar, atlar gibi ayak üstü uyurlar, başlarında düş torbalarıyla.

O yaşlı kadın bu şiirlerden haberdar mıdır, bilemem. Ama onun, hayatın şiirine sıkı sıkı tutunduğuna adım gibi eminim. Çünkü “Dalgayı haber veren yakamoz/ kimin gözüne çarpar kıyıda?/ Çiçeğe durduğunu kim ayırt eder/ tepeden tırnağa giyinmeden ağaç?” diye sormuş bir şiirinde Kemal Özer ve Oktay Rifat, Aylak Gezinti adlı şiirinde “Ağaçlar ki atlar gibi ayak üstü/ Uyurlar, başlarında düş torbaları” demiş bile. O yaşlı kadın, hayatı bahasına savaşıyor o düş torbaları yere düşmesin diye.

Eğer her şey doğal akışında ilerleseydi, Edip Cansever’in söylediği gibi, “Ağaçlardan sızan sular/ Uzakta bir gül olmaya gidiyor” diyebilirdik. Normal koşullarda, doğada hiçbir şey yok olmaz. Ağaçlardan sızan sular da akar gider, uzaklarda bir güle can katar belki. Ama ağaçlar saldırı altındaysa, bir orman topyekın katlediliyorsa, ağaçlardan sızan su değil, gözyaşıdır artık. Ve ağacı ağlatan, hayatı ağlatıyordur. “- Nedir mutluluk/ Çam ağacındaki yürek gibi/ Köpüklü sakız kokusu gibi/ Dallardan yapraklardaki kılcal damarlara giden/ Ve damarlardan koskocaman bir ormanı öpen” diyor ya Edip Cansever, öyleyse şimdi, tam da şu anda nedir mutluluk, nerededir, diye sormanın zamanı. Koskoca bir ormanı öpenler coplanıyor ya, mutluluk artık, bizden çok uzakta!

Mutluluğun uzakta olması kaçınılmaz çünkü çaldılar, acımadan öldürdüler onlar: Hayata düşman olanlar. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Simgelerde Yüzler adlı şiirinde anlatmıştı bunu bize: “Almıştınız/ Vurmuştunuz/ Ovalar başak çoğalımıyla doluydu,/ Derelerde vardı bilinmez anıların gücü/ Ağaçların yemişleri sizin ağırlığınızdaydı,/ Çalmıştınız/ Öldürmüştünüz çünkü.” Ve sadece ağaçlara değil, insanlığın ortak hafızasına vurdular baltalarını. Dedemizi, meşemizi katlettiler, gençliğimizi, özgürlüğümüzü, kayınımızı katlettiler, kavağımızı katlederek ölümü, servimizi katlederek sonsuzluğu, çamımızı katlederek ölümsüzlüğü aldılar elimizden. “Orman sen elimi tutunca başlardı” diyor ya Melih Cevdet Anday, şimdi orman başlamıyor, bitiyor. Peki biz nasıl tutuşacağız el ele?

Değil bir orman, mahalledeki tek bir ağaç bile o mahalleyi güzelleştirir, yaşanır kılar. Varsın hiç kıpırdamadan dursun orada, varsın kaydırak oynamasını bile bilmesin. “Mahallemizde/ Senden başka ağaç olsaydı/ Seni bu kadar sevmezdim./ Fakat eğer sen/ Bizimle beraber/ Kaydırak oynamasını bilseydin/ Seni daha çok severdim./ Güzel ağacım!/ Sen kuruduğun zaman/ Biz de inşallah/ Başka mahalleye taşınmış oluruz” diyor Orhan Veli Ağacım adlı şiirinde, bir çocuğun sesiyle. Çocuk, kaydırak oynamasını bilmediği halde, yine de seviyor o ağacı. Öylesine seviyor ki, o ağacın kurumasına tahammül edemeyeceği için, onu o halde göreceğine, başka mahalleye taşınmış olmayı diliyor.

Ya biz ne yapacağız o ağaçlar teker teker, beşer onar, yüzer biner katledilirken? Taşınabileceğimiz başka bir mahallemiz, başka bir ülkemiz de yok!

Ne yapacağımız belli aslında, Gülten Akın çoktan öğretti bunu bize. Direneceğiz ve konuşacağız hiç durmadan. Sesimiz hiç durmayacak. Ormanda, dağda, denizde, kırda, kentte, hapiste… Konuşacağız… Sesimiz hiç durmayacak.

konuş, sesin durmasın
uzun bir kuşluğu muştulayan sesin
susup dinlemeye girdi rüzgar
ağaçlar kulak kesildi ormanda
tedirgin bekliyor tuzaklar
sözlerin mavzer kurşunu
kentin delip geçiyor duvarlarını
dağlar çoğaltıp dağıtıyorlar
konuş, sesin durmasın

Gülten Akın