Afet zamanlarında 'devlet ve toplum'

Geçmişten ders alınmayıp başta yaşama hakkı olmak üzere insan hakları eksenli bir afet yönetim sistemi kurulmazsa, 'yüzyılın felaketleri' hep var olup, hep başımıza gelecektir. 

Google Haberlere Abone ol

Kemal Vural Tarlan

Gaziantep’te etrafı girilmez yazılı güvenlik şeridiyle çevrili, depremle yıkılan iki sitenin ortasında ayakta kalan bina sakinlerinin geri dönüp evlerinde yeniden yaşamaya başladıklarını, pencerelerini açıp balkonlara çamaşır serdiklerini görünce, 6 Şubat gecesi saat 04.17'de yaşanılanları, o andan bu yana yaşadıklarımızı yeniden düşünmeye başladım.

Çevresi girilmez şeritlerle çevrili, o enkaz alanının ortasındaki bina ve orada yeniden başlayan yaşam, belki de depremi yaşayan bizlerin yeni hayatının sembolik halini temsil ediyor. Yıkılan siteleri çevreleyen bahçe duvarlarının yerine çekilen "Girilmez" yazılı sarı şeritler, yer yer kopmuş, parçalanmış, enkaza karışmış, rüzgâr estiğinde bazı parçaları enkaz tozuyla birlikte havalanıyor. Bu enkaz alanı ve onun ortasında ayakta kalan bu bina insanı afet zamanlarında devlet ve toplumun ilişkisi üzerine düşünmeye sevk ediyor. Çünkü doğal afetler sadece yapıların yıkımına, insan ve diğer canlıların kayıplarına sebep olmaz, toplumsal, ekonomik ve sosyal yıkıma da sebep olur. Bu yıkım dönemleri ve sonrası toplumun devlete en çok ihtiyaç duyduğu dönem olmasıyla birlikte, afet sonrası sürecin uzunluğu, insanların yaşamlarını devam ettirmeleri ve afet alanlarının yeniden yaşam alanları haline gelmeleri için destek ve yardım alabilecekleri bir devlete ihtiyaçları olur. 

EN YAKIN ÖRNEK 6 ŞUBAT DEPREMLERİ 

6 Şubat'ta sabaha karşı yaşadığımız, 7.7'lik sarsıntının ardından bugüne değin yaşadıklarımız bize şunları gösterdi: Afet yönetimi mekanizmanız deprem öncesi tedbirlerden yoksunsa, yani bina stokunuzu depreme dayanıklı hale getirmemişseniz ve bununla birlikte acil durum müdahalesinin teknik detayları sorunsuz çalışır durumda değilse, deprem sonrasında göçük altında kalanları değil kurtarmak, ölü bedenleri enkaz altında çıkarmaya dahi gücünüz yetmez. Eğer, başta hastaneler olmak üzere, sağlık personelleri, itfaiye ve afet için kurulmuş AFAD, Kızılay, gibi insani yardım sağlayıcıları ve kurumları güçlendirilmemiş ise o zaman bir doğal afet olan deprem felakete dönüşür. Kahramanmaraş Depremi olarak adlandırılan Hatay, Antep, Maraş, Adıyaman ve Malatya’da büyük yıkıma sebep olan ve fay hattına yakın olan diğer 6 ili de etkileyen afetin bir felakete dönüşmesinin temel sebepleri tüm yukarda sayılanlar dışında elbette daha pek çok etmene de bağlı ama “asrın felaketine” dönüşmesinde birinci derecede sorumluluk devlete ait. 

Toplumun devletten beklediği, başta yaşam hakkı olmak üzere, afet öncesi önlemler ve afet sonrası kurtarma, yardım ve desteklere erişim, ayrımcılığa uğramama, bireylerin cinsiyetleri, cinsel yönelimleri, etnik kökenleri, siyasi, ideolojik ve felsefi görüşleri, inançları, dilleri, vatandaşlık statüleri, yaşları, ekonomik durumları, engellilikleri gibi nedenlerle dışlanmasını önlemek için tüm tedbirleri alan, onların insan onuruna yaraşır yeniden bir yaşam kurmaları için oluşturulmuş bir afet yönetimi sistemidir. Bunun için de hukuk devleti ve demokratik yönetişim anlayışıyla organize olmuş, bireyleri ve sivil yapıları da içine alıp onlarla koordinasyon içinde çalışma yaklaşımına da sahip bir devlete ihtiyaç var. Oysa afetin o ilk bir haftası devletin varlığı; o enkaz alanını çevreleyen "Girilmez" yazılı polis şeritlerinin hali gibi paramparça olmuş, bağlı olduğu demirden direklerin etrafında rüzgarla bir o yana bir bu yana sallanıp duran, kimi parçaları yıkıntılarla birlikte belki de enkaz alanlarına taşınmış ya da bilinmez yerlere savrulup, kayıplara karışmış ama yanından geçenlerin gördükleri zaman durup, tereddütle yaklaşamadıkları naylondan bir şerite benziyordu.

AFET YÖNETİMİ SİSTEMİ DEVLETİN SORUMLULUĞU 

Devletin afet yönetimi sisteminin çalışmadığını en iyi o geceyi yaşayanlar biliyor. İlk andan itibaren afete yönelik müdahalenin nasıl düzenleneceği, insani yardım çalışmalarını kimlerin koordine edeceği, önceliklerin neler olduğu konusunda önemli sorunlar olduğu, bugün, o dönem kurtarma çalışmaların içinde olan herkes tarafından dillendiriliyor. Daha ilk anlarda, sarsıntıdan hemen sonra, o gece sabaha karşı, ilk şokun etkisinden kurtulduktan sonra, yakınlarımıza ulaşmak için çıktığımız yollarda, trafiğin kilitlendiği, trafik ışıklarının dahi yanmadığı, o keşmekeşin ortasında devletin bir anda sır olduğuna hepimiz şahit olduk. Normal zamanlarda toplumun gündelik hayatını sürekli denetleyen ve ona şekil vermeye çalışan, biz bireylerin gündelik hayatının orasından burasından müdahalelerde bulunan devletin, ona ihtiyacımız olduğu anda buharlaşıp, görünmez olduğu anları yaşadık.  

Toplumu cezalandırmak için sürekli gözetleyen devlet denen o devasa makinanın nasıl bir anda durup çalışmadığını, toplumu koruması gerektiği bu afet zamanlarında kendi sistemini ve kurumlarını koruyamadığı için basiretsizleştiğini, o afet anından sonraki günlerde, afetin etkilediği yerlerdeki herkes gördü. Günler sonra, yıkıntıların altında iniltilerin kesildiği, şanslı olup kurutulanların sığınacak yer aradığı o ilk günlerin ardından, ilk anlarda ortada gözükmeyen, gözükemeyen devlet, asker ve polis yüzüyle ortada görünmeye başladı. Tıpkı yıkıntıların ortasında ayakta kalma becerisi gösteren o bina gibi, yeniden etrafımıza "Girilmez" yazılı koruma güvenlik şeritleri çekmeye başladı. Bugün “Devlet baba”, tüm aczi, biçareliği, beceriksizliği ve kibirliyle tekrar geleneksel rolü olan her şeyi kontrol etme, ona şekil verme başladı. 

Dünyadaki deprem deneyimleri, hak temelli afet düzenlemeleri yapan devletlerin afet riskini önlemede, can kayıplarını azaltmada ve afet sonrası dönemde yaşamı yeniden kurmada daha başarılı olduklarını göstermektedir. Ne yazık ki, geçmişte ve günümüzde, devletin afet yönetim sistemi hiçbir zaman hak temelli bir anlayışla kurulmadığı için afet sonrası güçlendirme süreci, hak ve özgürlük ekseninden yoksun bırakılmıştır. Oysa bu konudaki uluslararası kılavuzlar, güçlendirme sürecinin katılımcı, sağlıklı bir bilgi akışı ve ayrımcılık yasağı ilkelerine dayanarak sürdürülmesi gerektiğini belirtir. 

ANADOLU FAY HATLARI AĞI

Cumhuriyet'in yüz yıllık afet tarihine baktığımızda, üzerinde yaşadığımız topraklar, bulunduğu konum itibarıyla, eğer gerekli önlemler alınmazsa, başta deprem olmak üzere, iklim değişikliği kaynaklı kuraklık, seller, su taşkınları, kar, fırtına, yangın, salgın gibi doğal afetler ile kitlesel göç, savaş, çatışma, terör, gibi insan eli ile yaratılabilecek felaketlerin sıklıkla yaşanabileceği bir coğrafyada bulunuyor. 

Öyle ki; dünyadaki en etkin deprem kuşaklarında bulunan Anadolu’nun deprem haritası birbirine karşıt olarak uzanan fay hatlarının oluşturduğu bir ağ görünümünde. Bu konuda çalışmalar yapan bilim insanlarının verilerine göre Türkiye Cumhuriyeti topraklarının yüzde 93'ü deprem bölgeleri içinde yer alıyor ve her yıl irili ufaklı binlerce deprem meydana geliyor. Cumhuriyet’in 100 yıllık tarihinde yaşanan belli başlı depremlere bakıldığında, 1923- 2023 arasında 6.0 şiddeti ve üstü büyüklükte yaklaşık 220 deprem meydana gelmiş ve bu depremlerde resmi verilere göre 126 binin üzerinde can kaybı yaşanmış. Bu depremleri konu alan çalışmalar, depremzedelerin başta yaşam hakkı olmak üzere, konut, barınma, mülkiyet kayıpları, eğitim, geçim, güvenlik, temel hak ve hizmetlere eşit olmayan erişim, ayrımcılık, kırılgan birey ve grupların geride bırakılması, zorla yer değiştirme ve yeniden yerleştirme, çocuk istismarı ve cinsiyete dayalı şiddet, vb., insan hakları sorunuyla karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Örneğin 1939 Erzincan, 1942 Niksar, 1944 Bolu- Gerede, 1966 Varto, 1970 Gediz, 1975 Lice, 1976 Çaldıran, 1999 Gölcük/Düzce ve 2011 Van depremleri on binlerce can kaybına ve yüzbinlerce konutun yıkılmasına sebep olmuş ama bu kayıplardan sorumluluğu olanlar hakkında açılan davaların sonuçsuz kaldığı görülmüş. Ayrıca depremden yıkılan ya da ağır hasar gören konutların hak sahiplerine en kısa sürede teslim edileceği vaat edilmiş, aradan on yıllar geçmesine rağmen konutlar teslim edilmemiş, teslim edilenlerin de hem yer seçimi hem de kullanımları açısından ihtiyaçlara uygun yapılmamaları sebebiyle bir kısmı boş kalıp çürümeye terk edilmiş. 

Deprem alanında çalışmalar uzmanlara göre, bu afet alanlarında yaşanan temel sorunların, yıkım ve can kaybının diğer ülkelerle karşılaştırılmayacak kadar büyük olmasının sebepleri siyasi ve ekonomik rant amaçlı, hatalı ve denetimsiz yapılaşma politikaları olup, imar kanunları, şehir planlama kısıtlamaları, bina kodları veya sağlık ve güvenlik standartlarının rant uğruna göz ardı edilmesidir. Bu çıkar ilişkileri sebebiyle kentler, kentsel dayanıklılık yaklaşımına uygun, planlı, güvenli, sürdürülebilir, afet yönetimi içeren mekânsal planlama yaklaşımına önem vermeyen, rant ilişkileri çerçevesinde, gelişi güzel büyüyüp, genişleyen şehirlere dönüşmüştür. Bu yüzden bugün İstanbul başta olmak üzere pek çok kent ve yerleşim yerinde yaşayanlar, yaşanacak bir afetin felakete dönüşeceği korkusuyla yaşamaktadırlar. Çünkü geçmiş yapı stokunun güçsüzlüğü, güçlendirici ve önleyici tedbirlerin alınmaması, ekonomik sorunlar ve en önemlisi de son yüz yıllık deprem deneyimi toplumun bu konuda devlete olan güvenini zayıflattığı gibi onları çaresiz bir bekleyişe sürüklemektedir. 

Son afetten bu yana yaşadıklarımız bize yine şunu gösterdi ki, devletin kamusal hizmet yeteneği ve organizasyon kapasitesi tahmin edilenden çok daha yetersiz. Bulunduğumuz şehirler, içinde yaşadığımız konutlar, bizi yönetenlerin oluşturduğu her türlü yasa, kanun, mevzuat, denetim mekanizması yaşama hakkımızı koruyacak bir sistem sağlamıyormuş.  Öyle görünüyor ki bu sistem kendi içinde yarattığı sorunlarla işlemez hale gelmiş ve sistemi yönetenler sorunun kaynağını tespit edip çözmek yerine geçici önlemler ve tali yollarla çözüyormuş gibi yapmışlar ve belki de en kötüsü kendileri de buna inanmışlar. 

AYRIMCILIK DEPREMDE DE KENDİNİ GÖSTERDİ

Oysa, böyle bir coğrafyada bulunan bir devlet ve onu yöneten hükümetlerin yapması gereken şey, tüm kurumların, başta insanların yaşama hakkını güçlü bir şekilde korumak için bütünlüklü bir afet yönetimi mekanizması kurarak, toplumsal dayanıklılığı artırmak, kendi sınırları içinde yaşayan insanların her koşulda ve zamanda ayrım gözetmeksizin, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürmelerini sağlamak olmalıdır. Yoksa son depremde olduğu gibi, doğa ya da insan kaynaklı afetler, başta insanlar ve diğer canlılar olmak üzere, tüm emek ve birikimlerin yok edildiği büyük felaketlere dönüşebilir. 

Depremin ilk haftası, depremzede mülteci bir kadın, depremi ve yaşadıklarını anlatırken birden isyan edercesine haykırdı: “Bir şehir tümden yıkılır mı? Biz Halep’ten, savaşın ortasından çıkıp geldik, şehrin üstüne uçaklar variller dolusu bomba attı aylarca, tanklar günlerce bombaladılar mahalleleri, aylarca bombalar patladı her yerde ama yine de binaların hiç olmasa bazısı sağlam kaldı, insanlar sığındılar oralara, bu şehri kim yaptı abi, kim yaptı bu göklere uzanan apartmanları? Niye çöktü hepsi?” Sorduğu soruların bana değil bundan sorumlu olan devlete olduğunu biliyordum. Böylesine büyük bir yıkımın yaşandığı, elli binden fazla can kaybının olduğu bu doğal afetin felakete dönüşmesine sebep olan sorumluların vicdani ve hukuki açıdan soruşturulup, hesap verilmesi talebiydi de bu haykırış.

Afet sonrası Türkiye Cumhuriyeti’nin topluma karşı görevleri konusundaki yüz yıllık tecrübeye bakıldığında söylenecek tek şey sanırım siyasetçilerin, ilk günkü vaatlerinin sürüncemede kalıp, zamanla unutulduğu gerçeğidir. Öyle ki ilk günlerde, o günkü basın ve medya organlarında, arama kurtarma çalışmalarından çok siyasetçilerin vaatleri yer alıyor. Eğer Varto, Karlıova, Lice, Çaldıran gibi, Anadolu’nun uzak bir şehrinde olmuş ise deprem, o günkü haber bültenleri dışında hiçbir mecrada yer almıyor. 

Depremzedelerin sesleri yitip gitse de, bu felaketler toplumsal hafızada izler bırakıyor, sanırım bu yüzden, onların kayıpları için yaktıkları, deprem ve zelzele ağıtları yüz yıllardır Anadolu’da dilden dile dolaşıp duruyor. Erzincan Depremi'nden sonra yakılan “Kesildi teller telefondan, işlemedi hatlar..” mısralarıyla başlayan ağıt ve Nazım’ın eski bir Erzincan türküsünden uyarladığı “Oy dağlar dağlar, dağlar, dağlar... Aldı ellerine kanlı başını. Karın ortasında Erzincan ağlar...” ağıtı bunların birkaç örneği. 

Depremzedelerin seslerini duyurmaları, sivil toplumun onlara yardıma koştuğu ve bunun tüm medya ve basın organlarında yer aldığı ilk deprem, 1999 yılındaki Gölcük – Kocaeli Depremi'dir, diyebiliriz. Gölcük – Kocaeli Depremi'nin İstanbul gibi sürekli deprem riski yaşayan bir merkeze yakın olması İstanbul merkezli sivil toplumun müdahalesini, deprem ve sonrasındaki destek ve yardımları arttırmış, unutulmasını engellemiştir. 

6 Şubat Kahramanmaraş Depremi'ne bakıldığında ise, özellikle Hatay’ın, deprem sonrası ilk bir hafta devlet tarafından kaderine terk edilmiş halinin sosyal medya başta olmak üzere medyada yer alması, güçlü gönüllü ve sivil toplum desteğiyle birlikte, başta insani yardım olmak üzere arama kurtarma ekiplerinin şehre yönelmesini sağladı. Bugün dahi Hatay aktif bir şekilde aktivist ve gönüllüler ile sivil toplumun gündeminde yer almaktadır. Diğer taraftan, Adıyaman bu desteklere çok uzun süre erişemeden kendi yaralarını kendi sarmaya çalıştı ve hâlâ da birkaç kriminal vaka dışında, en yoğun yıkımın yaşandığı 5 şehir içinde en görünmez olan şehir durumundadır. Oysa Antep, Maraş ve Malatya son kırk yıllık dönemde devletle iç içe geçmiş halleri ve mevcut iktidarla olan ilişkileri sebebiyle, ilk bir hafta dışında, devletin hızla organize olduğu, yardımların ilk ulaştığı şehirler oldular. Yüzeysel bir gözlemle bakıldığında bile anlaşılan bu davranış farklılıkları devletin afet sonrasında şehirlere farklı müdahale refleksleri bile bize eşitsizliği ve ayrımcılığı gösterir niteliktedir. 

DEPREM, AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ, YAŞAM HAKKI

Bugünün dünyasında, afet durumlarında devletin topluma karşı görevleri konusunda geliştirilmiş bir sözleşme, kurallar ve içtihatlar bütünü olmamasına rağmen, "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi verdiği kararlarla hak temelli afet yönetimine zemin oluşturacak ilkeleri belirlemektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 2’nci maddesinde yer alan yaşam hakkından hareket eden AİHM, devletlerin, risk ve acil durum yönetiminin tüm yönleriyle ilgilenen ve yaşam hakkına yönelik herhangi bir tehdide karşı etkili caydırıcılık sağlamak için tasarlanmış açık bir yasal ve idari çerçeve oluşturma konusunda birincil yükümlülüğünün olduğuna işaret etmiştir."(1)

Geçmiş deneyimlere bakıldığında, deprem sonrası dönemde karşılaşılan sorunların başında, ayrımcılık yapmama ilkesinin ihlali ile ilgili şikayetler gelmektedir. Özellikle dezavantajlı, çoklu kırılganlıkları olan bu topluluklar, deprem gibi büyük bir afetin yaşandığı her dönemde daha da dezavantajlı duruma düşmüş, şiddetle yüz yüze kalmışlardır. Yaşanılan son depremden sonra, özellikle Çingeneler ve mülteciler başta olmak üzere, azınlıklar, engelliler, kadınlar, LGBTİ grupları ile diğer dezavantajlı grupların hak ve hizmetlere erişimleri konusunda ciddi sorunlar yaşadıkları sıkça medyada yer aldı. Suriyeli mülteciler ve deprem bölgesinde yaşayan Dom ve Abdal topluluklara dönük nefret söyleminin, ırkçı ve ayrımcı dilin beslediği ortamda yer yer şiddete varan vakaların olduğu bilinmektedir.

Yaşam hakkından yola çıkıldığında öncelikli olan konu afet öncesi önlemler ve afetlere hazırlanmak için alınan tüm tedbirleri içerse de afet sonrası durumlarda hak temelli bir yaklaşımla kişilerin insan haklarına saygı göstermek ve hakların korunması temel olarak devletin sorumluluğundadır. Devlet, başta insan onuru ve ayrımcılık yapmama olmak üzere, hak ihlallerini önlemek, sahadaki tüm aktörlerin haklara saygı göstermesini sağlamak ve hak kayıplarının telafisi ve tam rehabilitasyon sağlamakla sorumludur. Bunun için yapılması gereken bu sistemi oluşturan kurumların tümüyle yeniden inşa edileceği süreçte, yaşamın kutsallığı ilkesinden hareketle insanların “yaşam hakkını” en öne alan bir anlayışı benimsemektir. Çünkü, yaşama hakkının varlık nedeni, insanları doğal olmayan ölümlere karşı koruma ve insanların yaşamlarını sürdürmesini güvence altına almaktır. Ve şu unutulmamalıdır ki, diğer insan hakları gibi yaşama hakkı da sadece devlete yükümlülükler yükler. Elbette deprem gibi doğal afetlerin kontrolü devletlerin ve kurumlarının kontrolünde değildir ama yaşama hakkının korunması için afetle meydana gelen yıkımın sonuçlarını en aza indirmek, etkilerini azaltmak için gerekli tüm tedbirleri almak devletin yükümlülüğündedir. Yaşama hakkını korumak için devlet gerekli imar planlarını yapmak ve yapıların imar uygulamalarını kontrol etmekle yükümlüdür. Yapılar inşa edilirken, bölgenin deprem riski göz önüne alınarak arazi kullanımının, projelerin kontrol edilmesi, kat izinleri, uygun inşaat teknikleri ve malzemelerin kullanılıp kullanılmadığı, depreme dayanaklıkları belirleyen şartların sağlanıp sağlanmadığı denetlenip, kontrol edilip, tüm binaların belirli inşaat standartlarına uyması ve ruhsatlandırma kamu görevlilerinin yani, devletin görevidir. Çünkü, devlet afetlerin felakete dönüşmesinin önlenmesi konusunda ve insanların felaketin sonuçlarından korunması konusunda gerekli tedbirleri almaktan sorumludur. 

Bu sorumluluk biraz da geçmişten ders almayı gerektirir. Geçmişten ders alınmayıp başta yaşama hakkı olmak üzere insan hakları eksenli bir afet yönetim sistemi kurulmazsa, “yüzyılın felaketleri” hep var olup, hep başımıza gelecektir. 

YIKIMDAN SORUMLU OLANLARIN YARGILANMASI

Deprem sonrası sürecin toplumsal hafızada bıraktığı etkiler, bugün hâlâ görünür olmasa da, 11 ili sarsan afet toplumda derin yaralar bıraktı. Bugün bu illerden hangisine giderseniz gidin, konuştuğunuz afetzedelerin derin bir belirsizlik içinde beklediklerini, sonlarının ne olacağı, yıkılan ya da ağır hasarlı evlerinin yerine kendilerine yeni konutlar verilip verilmeyeceği, verilecekse ne zaman verileceği konusunda zihinlerinde belirsizliklerin sürüp gittiğini görürsünüz. Evlerini kayıp edenler, geçmiş örneklere bakarak, daha ne kadar konteyner ya da çadırlarda yaşayacaklarının bilinmezliği içinde, kaygıları giderek artarak yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Özellikle seçim sonrası dönemde gönüllülerin azaldığı, yardım ve desteklerin kısıldığı, işsizlik sorununun giderek büyüdüğü sürekli dile getiriliyor. Ve elbette bu doğal afetin bir felakete dönüşmesine sebep olanların adil ve vicdanları rahatlatan bir yargılamayla cezalandırılmalarını bekliyorlar. 

Hiç olmazsa, depremzede bir kadının söylediği gibi tüm bu kayıp ve yıkımdan ders alınmasını bekliyorlar; “Kimse bana bu yaşananların doğal bir felaket, Allahtan gelen bir felaket olduğunu söylemesin, bu felaketi biz kendi elimizle yaratmışız, kendi elimizle yaratmasak, (yol boyunca yıkılan, yan yatmış, duvarları parçalanmış sıra sıra ağır hasarlı binaları gösterip), buraya bu 8, 9 katlı binaları kim yaptı, kim izin verdi şu betondan mezarlığa? Bu yıkımın, onca ölümün ardından ders aldılar mı, alacaklar mı ama sanmam!”

(1) Türkçe metin: "Doğal Afet Durumlarında İnsanların Korunması ile İlgili IASC Operasyonel Kılavuz İlkeleri" 

Orjinal metin:  IASC OPERATIONAL GUIDELINES ON THE PROTECTION OF PERSONS IN SITUATIONS OF NATURAL DISASTERS