YAZARLAR

Afet kentleşmesi

Kentleşme sürecini ekonomiye indirgeyemeyeceğimiz gibi, iktidarın tek etkin özne olduğu bir süreç olarak da düşünemeyiz. Çelişkileri ve gerilimleriyle her toplumsal süreç yeni politik çatışmaları da bağrında filizlendiriyor. Afet kentleşmesi, sermaye birikimi için olduğu kadar kentsel toplumsal hareketlerin filizlenmesi için de yeni olanaklar üretmekte.

Afetlerle kentleşme arasındaki ilişki, üzerine kapsamlı biçimde düşünülmesi gereken bir konu. Toplumsal yığılmanın mekânı olan kentler bir yandan afetler karşısında hayatta kalma olasılığımızı artırıyor, bir yandan da aynı yığılma sebebiyle insan türünü afetler karşısında daha da büyük tehditlerle karşı karşıya bırakıyor. Bir yandan toplumsal örgütlenme düzeyimiz ve teknolojik kapasitemiz artıyor, bir yandan da kentselliğin azmanlaşan genişleme eğilimi kentlerle doğal yaşam arasındaki dengeyi bozarak ekolojik yıkımı acil bir gündem haline getiriyor. Yani kentler bir yandan insan türünün gezegen üzerinde hayatta kalmasının en önemli aracı, bir yandan da gezegen üzerindeki varoluşunu risk altında bırakan yıkıcı bir dinamik. Afetler de, kente özgü bu ikili niteliği uç noktalara taşıyan -her ikisinin de birer simülasyonunu yaşatan- kriz anları. Hem kentin ürettiği yapılı çevrenin ölümcül hale geldiği yok oluşu, hem de yıkımın ardından kolektif biçimde hayata tutunmayı ve ayağa kalkmayı -tür olarak hayatta kalmayı- deneyliyoruz afet anlarında.

Kentsel durumun birbiriyle gerilimli -hatta çelişkili- bir ilişki içerisinde olan bu iki niteliğini (hem var kalmayı sağlamak hem yok olmaya sebep olmak), bir varlık olarak kent ile bir süreç olarak kentleşme arasında ayırım yaparak ele almak mümkün. Zira ilkinin varlığı ile yokluğu mutlak bir seçim gibi görünürken, ikincisine müdahale edilmesi, yönlendirilmesi ve yeniden örgütlenmesi olası. Kentlerin yokluğunu düşünmek mümkün değilse de, kentleşmeyi kontrol etmek mümkün ve elzem.

Afetlerle “bir süreç olarak kentleşme” ilişkisine bakmalıyız öyleyse. Böyle baktığımızda da yine iki boyutlu bir durum görürüz; afetler hem kentleşme (özellikle de neoliberal kentleşme) tarafından üretiliyor, hem de kentleşmenin yeniden üretilmesinde rol oynuyor. Birbirini besleyen bu iki boyuttan daha çok ilkine odaklandığımızı söylemek mümkün. Doğal bir olgu olarak afetin, toplumsal bir felakete dönüştüğünü söylemek bu noktaya işaret ediyor. Sismik bir olay olarak deprem, yapılaşma ve kentleşme politikalarımızın artırdığı kırılganlık sonucu felaket düzeyinde yaşanıyor. 6 Şubat depremlerinden beri konunun bu boyutu üzerine yüzlerce yazı ve rapor yazıldı, uzman görüşleri ifade edildi. Yapı üretiminde maliyetleri düşürmek için yapılan her şey; uygun beton ve donatı kullanmamak, nitelikli proje ve teknik hizmet sağlanmaması, doğru imalat yapılmaması, denetim eksikliği, vb. binaların yıkımını kolaylaştırdı. Yine, imara açılan alanların yapılaşmaya uygunsuzluğu, kat yüksekliklerinin aşırılığı, vb. rant odaklı kentsel büyüme stratejileri depreme dayanıksız kentsel dokular üretti. Bunların sonucu olarak da depremin etkileri korkunç düzeylere ulaştı; kentleşme sürecimiz afeti -daha doğrusu felaketi- üretmiş oldu.

Afeti üreten kentleşme politikasının tesadüfi biçimde gelişmediğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Ne deprem, ne de sel felaketleri ilk defa karşımıza çıkan doğa olayları. Dahası, her riskli alanda önerilen her tartışmalı projede uzmanların uyarıları kulak arkası edildi, ediliyor. Utku Balaban, 2003-2017 arasında üretilen yeni konutlardan elde edilen kâra kıyasla, aynı yatırımın depreme dayanıksız yapı stoğunun yenilenmesine harcanmış olması halinde müteahhitlerin elde edecekleri kârın 99 milyar dolar daha az olacağını hesaplıyor. Yani bu on beş yıllık süreçte, mevcut dokunun depreme dayanıklılığını artırmak yerine yeni yerleşim alanlarında konut inşa etmek 99 milyar dolar daha kârlı olmuş. Bu şu demek; depremde yıkılma riski taşıyan konutlarda mukim, büyük kısmı kent yoksullarından oluşan alt gelir grupları son yirmi yılda tutarlı biçimde enkaz altında kalmaya terk edilmiştir (ve bu, özellikle yaklaşan İstanbul depremi için böyledir). Ve bu şeytani bir komplo değil, sermaye mantığına teslim olmuş bir kentleşme politikasının sonucu olarak ağır ağır gerçekleşmekte olan bir süreçtir.

Afet ve kentleşme ilişkisinin ikinci boyutu, yani afetle yeniden üretilen kentleşme süreci ise yine gözlerimizin önünde şekillenmekte. Ve sanki bu boyutu bütünsel bir kentleşme politikası olarak değil de tekil ihmaller, fırsatçılıklar ve kayırmacılıklar olarak görme eğilimindeyiz. Kapitalizmin her krizi sermaye birikimi için bir fırsat olarak değerlendirmesi şaşırtıcı değilse de, 6 Şubat’ta sabaha karşı gerçekleşen ilk depremden saatler sonra borsaların açılmasıyla beraber çimento şirketlerinin hisselerinin tavan yapması bir anlamda topyekûn bir kentleşme sürecinin işaret fişeği idi. 24 Şubat 2023 tarihli Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, yeni kentleşme sürecinin -afetten beslenen kentleşme sürecinin- serbesti alanını tarifledi. Mevzuatla belirlenmiş olan plan ve imar süreçlerini beklemeyen, yapı üretim sürecini tanımlayan kanun ve yönetmeliklerden bağımsızlaştırılmış, yurttaşların itiraz haklarını dahi iptal eden bir çerçeve oluşturdu. Ve bu çerçeve içinde hızla ve yüksek kâr oranlarıyla ihalelerin verilmeye başlandığını gördük, görüyoruz. 21 Şubat ile 30 Mart arasında, büyük kısmı TOKİ tarafından gerçekleştirilen ve toplam büyüklüğü 118 milyar TL’ye ulaşan 106 ihale söz konusu. Bu ihalelerdeki kârlılık oranlarına bakıldığında kamu yararının öncelikli olmadığını görmek zor da değil, şaşırtıcı da.

Ama bir kentleşme sürecinin politik boyutlarına salt ekonomik açıdan bakmak yeterli değil. Yapılı çevrenin üretimi önemli bir sermaye birikim aracı olsa da, kentleşme süreci bütüncül bir toplumsal yapılanma olarak düşünülmeli. Zira bir kriz anı olarak afet, bir yandan da toplumsal süreçlere dair yeni olanakları ve olasılıkları üretiyor. Ve bunların politik nitelikleri ihmal edildiğinde, toplumsal denetim için kullanılmaları daha da kolaylaşıyor. Bunun örneklerini COVID salgınının hayatımıza getirdiği “yeniliklerin” iktidar teknolojileri olarak kullanılmasında görmek mümkün. En iyi ve en yeni örnek üniversitelerde eğitimin uzaktan eğitim olarak düzenlenmesiydi. Önce Kredi ve Yurtlar Kurumuna bağlı yurtların depremzedelerin barınma ihtiyacını karşılamak üzere kullanılacağı gerekçesiyle, öğrenciler yurtlardan çıkarılıp memleketlerine “sürüldüler”. Sonra bu uygulamanın yurt olanakları farklı da olsa tüm üniversitelere dayatıldığına şahit olduk. Ve seçmenlerin adres değişikliği yapabileceği son tarih olan 2 Nisan’ın ertesi günü, yeni bir kararla öğrencilerin okullarına “isterlerse” dönebilecekleri açıklandı. Uzaktan eğitimin genç nüfusun mekânsal manipülasyonu için kullanımı, kuşkusuz pandemi öncesinde tahayyül bile edemeyeceğimiz bir şeydi.

Kentleşme sürecini ekonomiye indirgeyemeyeceğimiz gibi, iktidarın tek etkin özne olduğu bir süreç olarak da düşünemeyiz. Çelişkileri ve gerilimleriyle her toplumsal süreç yeni politik çatışmaları da bağrında filizlendiriyor. Bunun da en yakın örneği Samandağ’da yaşam çevrelerine ve derelerine moloz dökülmesini engellemek üzere eylem yapan depremzedelere jandarmanın müdahale etmesiydi. Afet kentleşmesi, sermaye birikimi için olduğu kadar kentsel toplumsal hareketlerin filizlenmesi için de yeni olanaklar üretmekte.

Öyleyse afet kentleşmesini birbirini tümleyen iki süreç olarak düşünmek gerek. Afet anına kadar olan ve afeti besleyen bir süreç ve afet sonrasında afeti nimete çeviren ikinci bir süreç. İlkinde sermaye mantığına teslim olduğunca deprem karşısında kırılganlık üreten bir kentleşme süreci söz konusu. İkincisinde ise, afetin yarattığı kriz anını ve şok psikolojisini manipülasyon fırsatına çeviren, yıkımda yeniden inşanın kâr olanağını gören aktörlerin başrolde olduğu ikinci bir kentleşme süreci. Ne var ki, kendi haline bırakıldığında afetler karşısında aynı zaafları yeniden üretecek olan bu kentleşme süreci, kâr hırsıyla olduğu kadar, depremde yaşamları parçalanmış halkın öfkesi ve direnişiyle de belirlenecek.


Bülent Batuman Kimdir?

Adana’da doğdu, Ankara’da yaşıyor. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı, doktorasını New York Eyalet Üniversitesi-Binghamton’da tamamladı. Bir süre Mersin Üniversitesi’nde görev yaptı; halen Bilkent Üniversitesi’nde Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı ile Mimarlık Bölümlerinde öğretim üyesi. Kentsel tasarım ve modern şehirciliğin kültürel politikaları üstüne dersler veriyor. Araştırma konuları arasında yapılı çevrenin toplumsal üretimi, modern mimarlık ve şehircilik kuram ve tarihi, kentsel siyaset bulunuyor. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde ve Avrupa Mimarlar Konseyi’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı. Journal of Urban History ve Praksis dergilerinin yayın kurulu üyesi. Yayınlanmış kitapları şunlar: The Politics of Public Space (2009), Mimarlığın ABC’si (2012), New Islamist Architecture and Urbanism (2018; Milletin Mimarisi başlığı ile Türkçeleştirildi, 2019), Kentin Suretleri (2019), Cities and Islamisms (derleme, 2021).