YAZARLAR

Açlığın sesi müziği bastırıyor

Müzik kaydetmek eskisi kadar pahalı bir iş değil ancak bugün sanatın hâlâ en önemli parçası olabilen “yaratmak” pahalı. Bir kere müzisyen en basit yaşamsal ihtiyaçlar konusunda bitmeyen bir gaile içerisinde ise, kendi sanatını dilediği biçimde üretmesini beklemek tuhaf olur.

Geçtiğimiz günlerde, özellikle 2000’lerin başındaki birkaç yıl boyunca dönemin gençlerinin yoğun ilgisine mazhar olmuş, bir dönem piyasayı kasıp kavurmuş Kurban grubunun vokalisti Deniz Yılmaz, maddi yetersizlikler yüzünden müziği bıraktığını, en azından sosyal medya hesaplarını bir süre kullanmayacağını açıkladı. Sanatçı, zaman zaman kayıt yapabilirse bunu dinleyicilerle paylaşabileceğini ancak müzik yapmanın artık kendisi için lüks hale geldiğini duyurdu.

Bu duyuru, sektörü bilen, özellikle de müzik yaparak, icra ederek ya da müzikle ilgili bir iş ile geçimlerini sağlayan müzik emekçilerinin neredeyse hepsinde çok gerçek, çok acı bir tat bırakmıştır diye tahmin ediyorum. Bugün çok yetenekli, müzik açısından büyük vaatleri olabilecek nice sanatçı ya da sanatçı adayı, benzer nedenlerle üretemiyor, dinleyici ile buluşamıyor.

Diğer yandan Yılmaz’ın açıklamasına sosyal medyada verilen olumsuz tepkilere de denk geldim. Anladığım kadarıyla birçok insan, bir albümü olmanın, zamanında ekranlara, sahnelere çıkmanın, konserler vermenin, dijital müzik platformlarında yer almanın olağanüstü bir maddi kazancı da beraberinde getirdiğini düşünüyor. O malum, “ışıltılı sahne hayatı” yanılsaması, birçok sosyal medya kullanıcısının, maddi yetersizlik nedeniyle müzik yapamayacağını açıklayan bir sanatçıya şüphe ve istihza ile bakmasına neden oluyor belli ki.

Oysa şarkıları dijital mecralarda yüz milyonlarca kez dinlenen, ayda en az 3-4 konser veren sanatçıların faturalarını ödeyebilmek için enstrümanlarını satışa çıkardığı kapanma günlerinin üzerinden çok geçmedi. Belki o zaman da sanatçıların şikâyetleri ciddiye alınmamış, zaten pek inandırıcı bulunmamıştı, kim bilir.

BİR YANDA BİR KONSERDEN ALINAN MİLYONLAR…

E tabii bir konser için milyonlarca lira alan şarkıcıların kaşelerinin züğürdün çenesini yorduğu bir ortamda, daha mütevazı ücretler alsa da müzisyenin aşağı yukarı küçük bir servete sahip olduğu yanılgısının bu kadar yaygınlaşması normal. Oysa müzik sektörü kendi içinde sarp, derin uçurumlar barındırıyor. Dengesiz ve çoğu zaman adaletsiz bir paylaşım modeliyle, aslında kapitalizmin en vahşi kurallarının işlediği bir sektörden söz ediyoruz. Kalitenin ancak kendisine inanmış bir avuç müzikseverin, eşin ve dostun on yıllar sürecek inadı ve istikrarıyla küçük de olsa ödüllendirilebildiği, başarının reyting, tıklanma ile ölçüldüğü, bu nedenle bir anda parlayıp büyük paralar kazanan şarkıcıların tabii ki olduğu ancak çoğunluğun dışarıdan asla tahmin edilemeyecek kadar küçük kazançlarla işini yapmayı sürdürdüğü, hatta o bir anda parlayıp konser başına en az beş haneli ücretler alan şarkıcıların da güvencesiz çalıştığı, yarınları konusunda ciddi kaygılar taşıdığı bir sektör…

Çünkü müzik emekçisi gündelikçidir. İster büyük, ister küçük ücretler alsın, gündelik kazanır. Müzikten birkaç yıl boyunca kazanılan paranın akıllı bir şekilde yatırıma dönüştüğü örneklerde bu yarın kaygısı biraz olsun azalır belki ancak sektörün doğası, sanatçının ya “parlak” hayatı terk etmesini yahut da tersi durumda sürekli üretmesini (!), trendleri yakalama kaygısını, yeni kuşakları etkileme çabasını, bu uğurda düşülen aciz halleri beraberinde getirir.

Türkiye’de müzik üretenlerin ve icra edenlerin dijital gelirlerinin dünya sıralamasının en altlarında olduğunu yazmıştım daha önce. Hal böyle olunca müzisyenin asıl geçim kaynağı konserler oluyor. Sektör tarafından “star” sınıfına sokulmamış bir müzik icracısının bugünün yoksulluk sınırının üzerinde bir kazanç elde edebilmesinin tek yolu, şöhretine, kaç bilet sattırabildiğine bağlı olarak değişse de ayda en az birkaç konser verebilmesi. Bu konserlerin, sahneler ne kadar ışıklı olursa olsun sahne arkasının çoğunlukla Batı’daki kriterlerin yanından bile geçemeyecek koşullarda verildiğini de hatırlamak gerekiyor.

SANAT ESERİ YARATMAK EN PAHALI İŞ

Kim olursa, ne kadar telif geliri elde ederse etsin, şarkıcı ve enstürmanistin konser gelirlerine bağımlı olduğu bir ortamda şarkıların radyolarda çalınmasının, kliplerinin televizyonlarda dönmesinin, sosyal mecralarda “trend” olmasının, konserlere yapacağı etki dışında ciddi bir ticari anlamı yok. Böyleyken, bir zamanlar çok ünlü olmuş, stadyumlarda konserler vermiş, her televizyon kanalında, dönemin her kültür-sanat ve magazin sayfasında endam etmiş bir grubun “frontman”inin, en çok tanınan yüzünün bugün maddi yetersizlikler yüzünden müzik yapamaması aslında sürpriz değil.

Müzik emekçisinin temel sosyal güvenceye sahip olmasının, bu parlayıp sönenler dünyasında ne denli önemli olduğunu anlatan bir örnek aslında yaşanan. Müzik kaydetmek eskisi kadar pahalı bir iş değil ancak bugün sanatın hâlâ en önemli parçası olabilen “yaratmak” pahalı. Bir kere, en basit yaşamsal ihtiyaçlar konusunda bitmeyen bir gaile içerisinde ise müzisyen, kendi sanatını dilediği biçimde üretmesini beklemek tuhaf olur. Bu noktada ya çılgınca bir ihtirasla, başka hiçbir şeyle uğraşmayıp “patlayacak”, çatlayacak işler yapmaya çalışacak ve yaygın kanıya göre köşeyi dönecek yahut da (aslında binlerce müzisyenin yaptığı gibi) yaşamak için başka işlerden en azından asgari geçimini sağlayacak bir gelir elde etmeye çabalayacak. Her iki durumda da sanatsal yaratım için gereken en basit koşullardan uzaklaşmış olacak.

Sanatın, sanatçının tarihin her döneminde kendisine yaratma özgürlüğünü sağlayacak desteklere ihtiyacı oldu. Bu kimi zaman kilise, kimi zaman imparatorlar, kimi zaman soylu ve zengin ailelerdi. Burjuvazinin dünya sahnesinde en önde rol oynamaya başlamasıyla birlikte işler değişti. Kültürün endüstrileşmesiyle birlikte ise sanat, özellikle de burjuvaziye satılabilen bir ürüne dönüştü. Bir ölçünün tutturabildiği zamanlarda ve koşullarda bu ilişki aslında sanatçının tarih boyunca en özgür olabildiği ortamı yarattı. Avrupa sanatının son birkaç yüzyılı, bu ilişki biçiminin gölgesinde gelişti.

Öte yandan kapitalizmin icat edildiği, ilk kez sistemli biçimde uygulandığı ülkelerde bile devletler sanatçıların yaratma koşullarını sağlama konusunda ihtiyaç duydukları asgari koşulların mekanik biçimde de olsa yaratılmasına katkı sağlamayı sürdürdü. İşte malum pandeminin getirdiği ağır koşulların Batı ülkelerinde devlet-sanatçı ilişkisi sayesinde nasıl aşılabildiğini gördük.

Türkiye’de ise hemen her konuda olduğu gibi sanat, özelde müzik alanında bu tarihsel bağlamların etkilerinin esamesi okunmuyor. Ne gerçek anlamda sanata duyarlı bir burjuvazi, ne de sanatın “ilerleme” açısından önemini kavramış bir devlet… Sanatçı ya kimi ağlara dâhil olarak işini sermayeye satmanın yollarını bulacak (ki bu da kim bilir kaç takla atmak anlamına geliyor), ya popüler kültürün formüllerini doğru biçimde çözerek ortaya oynayacak (bunun da çoğu zaman yapılan işleri sanattan uzak bir yere düşürdüğünü görmek zor değil), veya üretmenin artık lüks sayılacağı koşullara boyun eğerek farklı işlerden edindiği kaynağı müzik üretmeye aktaracak.

Çözümü ne olursa olsun sorunun kendisi sorunlu.

Bu konuyu daha uzun uzun yazmak gerekiyor belli, bugünlük burada duralım. Hem zaten dünyanın en büyük enflasyon oranlarından birine sahip olan, öğretmenlerin tüm maaşlarını bile verseler orta halli bir semtte orta halli bir ev kiralayamadıkları, marketten sabah aldığınız ürünü akşam başka bir fiyat etiketiyle görmeye alıştığınız, krizin toplumsal dayanışmayla değil krizden bireysel kazanç elde etmeye odaklanmış kitlelerin kararmış gözleriyle geçirildiği bir ülkede sayısı yüz binlerle ifade edilen müzik emekçilerinin durumu tabii ki çok farklı olmayacaktı. Yani aslında bugün bir müzisyenin müzik yapmak istediği halde maddi yetersizlikler nedeniyle yapamaması devletin, toplumun, sektörün aslında en büyük sorunlarından birkaçına aynı anda dokunuyor.


Mahmut Çınar Kimdir?

Felsefe eğitimini son sınıfta bırakıp gazetecilik okudu. 2007-2016 yılları arasında İstanbul'da özel bir üniversitede Gazetecilik ve Yeni Medya bölümlerinde tam zamanlı öğretim elemanı olarak birçok alanda dersler verdi. 2009'dan başlayarak hem Türkiye'de hem de farklı uluslararası projelerde ayrımcılık ve nefret söylemi ile mücadele çalışmalarında yoğun olarak görev aldı. Hazırladığı 'Medya ve Nefret Söylemi: Kavramlar, Mecralar, Tartışmalar' isimli kitap 2013 yılında Hrant Dink Vakfı tarafından; proje koordinatörü olduğu 'Ayrımcı Dile Karşı Habercilik Kılavuzu' ise 2016'da P24 tarafından yayımlandı. 2016'da akademik kariyeri sona erdi. 2018’de, usta sanatçı Bülent Ortaçgil ile yaptığı nehir söyleşi ‘Bu Su Hiç Durmaz’ adıyla kitap olarak raflardaki yerini aldı. Uluslararası edebiyat ve sanat festivallerinde danışman ve editör olarak görevler üstlendi. 2017'de profesyonel müzik çalışmalarına başladı, ilk albümü 'Bul Beni' 2019'da Garaj Müzik etiketiyle yayınlandı. 2019'dan 2021 sonuna kadar Ezginin Günlüğü grubunun solistliğini üstlenen Çınar, müzik çalışmalarına solo olarak devam ediyor ve özellikle sanatsal ifade özgürlüğü üzerine çeşitli kültür-sanat projeleri yürütüyor.