Acı felaketin yaralarını sararken

Kurulması planlanan yeni kentler depremde tahrip olmasa bile hangi nitelik ve kimlikle geleceğe birer miras olarak kalacaklar? Her kentin kendi öznel özellikleri göz önünde bulundurulacak mı?

Google Haberlere Abone ol

Birgül Açıkyıldız*

Son yıkıcı deprem, bir kez daha konutun sadece içinde barındığımız dört duvar olmadığını acı bir şekilde gösterdi. Boş bulunan her araziye canımızın istediği katta derme çatma beton yığmakla yaşam alanı yaratılmıyor. Ne de dışarıdan ve içerden parlatılmış aynı derece sağlıksız, aynı derece tehlikeli, aynı derece insan ruhuna aykırı çok katlı, havuzlu siteler. Edirne’den Ardahan’a, Hakkari’den İzmir’e, Sinop’tan Antalya’ya her yer bu ucube, ruhsuz ve sağlıksız binalarla dolu. Rant için tarihi dokunun neredeyse tamamıyla tahrip edilip yerine dikilen bu sıkışık, ruhsuz, geleceksiz, gri beton kütleler, ‘gelişmişliğin’ ve ‘kentliliğin’ simgesi olarak övünç kaynağı olmuş. Ne kadar fantastikse o kadar refah, ne kadar yüksekse o kadar modern, ne kadar doğadan kopuksa o kadar kentli sanılan yalan mekanlar, bunlar. Zemin etüdü yapılmamış, çoğu mühendis, mimar, iç mimar imzası taşımayan, ehil olmayan ustaların ve müteahhitlerin insafında, denetimsiz, dikey, tek düze, tehlikeli, çirkin, ruhsuz ve kimliksiz hücreler, bunlar. Yeşilin esintisine, kuşların cıvıltısına, sokak hayvanlarının seslerine hasret, insan doğasına aykırı beton kütle yığınları. Ve bu gri kumdan kütlelere hapsedilmiş bir insanlık. Hep birlikte kendimize, çocuklarımıza, geleceğimize reva gördüğümüz yaşam ve gelecek bu 100-150m2’lik hücreler.

Doğa yasalarına, medeniyet ilkelerine aykırı, insan ruhuna ters bu kentler, ilçeler ve köyler her depremde, her sel baskınında yeniden ve yeniden oturanlara mezar oluyor. Her felakette ağlanıyor, tartışılıyor ve aynı hatayı yapmaya devam ediliyor. Bu depremde yine kentler, köyler yerle bir oldu. Halen birçok insan kurtarılmayı, cenazeler enkaz altından çıkarılıp defnedilmeyi bekliyor, geride kalanlar ise bu soğuk kış koşullarında başlarını koyacakları bir çadır ve konteynır bekliyor.

Bu koşullarda ve henüz hiçbir yara sarılmamışken, depremden etkilenmiş kentlerin hemen inşa edileceği “müjdesi” veriliyor. Canlarından olan, yaralanan, ailesini, akrabasını, arkadaşını, komşusunu kaybetmiş, travmalar geçiren insanlara, hayvanlara, yerle bir olmuş kentlere, yarılmış ağaçlara yanarken, şimdi de bu alelacele, üzerinde hiç düşünülmeden, kentlerin insanlarına danışılmadan, uzman görüşleri alınmadan merkezden verilen siyasi kararla, geleceğimize dair başka korkular yaratılıyor. Tam da böylesi bir felaketten çıkarılacak dersle daha çok dayanışma, daha çok istişare, daha çok katılım ve sahici zihin değişimlerine inanılmaz ölçüde ihtiyaç varken aynı yanlışlarla devam etmek niye?

Her iki yakada da yerle bir olan kentlerin hepsi en eski insanlık kültür mirasının geliştiği kuzey Mezopotamya kentleri. Bu tarihi kentleri el birliğiyle son elli yılda beton ucubelere dönüştürdük. Ruhunu öldürdük, kültürel gelişimine set çektik. Etnik ve dini çoğulculuğundan dolayı dışladık, ötekileştirdik. Göçmenlerini aşağıladık. Sonra da depremle tamamen yok ettik.

Dikdörtgen kütlelerin dar sokakların iki yanına dikilmesi ve giriş katlarına dükkan, mağaza ve kafe açmak dışında başka bir kentleşme modeli bilmeyenler yine aynı yanlışların yolundan gitmekteler. Nasıl Gölcük’te, İzmit’te, Van’da yıkılan binaların yerine biraz daha depreme dayanıklı benzer yapılar konuldu ise bu kentlerde de korkarım aynısı yapılacak. Tekrar bu insanları yeni beton hücrelere tıkadığımızda yaraları sarılmış, mağduriyetleri giderilmiş mi olacak? İnsanoğlunun yaşadığı coğrafyaya, tarihe, tarihin kalıntılarına, topluma ve gelecek nesillere karşı sorumlulukları var. Devraldıklarını koruyup, kendisi de yenilerini ekleyip geleceğe miras bırakmakla yükümlü. Kurulması planlanan yeni kentler depremde tahrip olmasa bile hangi nitelik ve kimlikle geleceğe birer miras olarak kalacaklar? Yeni kentlerin kurulmasında her kentin kendi öznel özellikleri göz önünde bulundurulacak mı? Yoksa Ankara’da gecekondulara alternatif olarak geliştirilen yüksek rant amaçlı site planları doğrudan Hatay’da, Maraş’ta, Adıyaman’da, Antep’de, Malatya’da mı uygulanacak? Günümüzün en önemli problemlerinden biri olan iklim değişikliği bu kentlerin kurulması aşamasında dikkate alınacak mı? Tarım politikaları bu planlamaların neresinde? Tarihi dokudaki tahribatlara yönelik koruma nasıl gerçekleştirilecek? Problemlerin çoğulculuğu birer gerçek ama verilen cevaplar hep tekçi.

Büyük bir felaket yaşamış bu kentlerin mimari silüeti, TOKİ’nin bu kentlerin havasını hiç solumamış, bu kentlerin tarihine, mimari dokusuna, insan yapısına, coğrafi özelliklerine dair hiçbir fikri olmayan üç beş çalışanın ‘kes-yapıştır’ yöntemiyle çizeceği planlara ve hangi partiden olursa olsun siyasilerin iktidar hırslarına kurban edilemeyecek kadar ciddi bir iştir.

Her kent kendi coğrafi, sosyal, dinsel, kültürel dokusu ve tarihiyle uyumlu bir şekilde yeniden planlanmalı. Yani yeni projeler, hem doğa yasalarıyla, hem halkın tarihi ve kültürel dokusuyla uyumlu olmalı. Bahsini ettiğim, Diyarbakır Suriçi’nde tarihi doku ve kültürüyle uyumlu senaryolarıyla çok yakın tarihte hayata geçirilen iki katlı, kaplama siyah taşları daha binalar oturulmaya başlamadan dökülmüş, her an apart otel olma potansiyeline sahip yapıların benzeri projeler değil. Ciddiyetle, samimiyetle, sabırla yapılacak, kollektif bir yeniden inşa işinden bahsediyorum.

Bu nedenle önce yer etütleri yapılarak yeni kentlerin yerleri belirlenmeli, ehil profesyoneller tarafından her bir kentin geçmişten gelen kimliğini kent imarına yansıtacak özgün kent tasarımları yapılmalı (hatta mümkünse bu hususta proje yarışmaları düzenlenmeli) ve depreme uygun hafif malzeme ile yine ehil teknik elemanlarla uygulamalar gerçekleştirilmelidir. Şehir planlamacılar, jeofizikçiler, jeologlar, inşaat mühendisleri, mimarlar ve iç mimarlar kent imar planı ve kenti oluşturacak tüm yapıların tasarımında; sanat tarihçiler, arkeologlar, antropologlar, sosyologlar ve psikologlar da kentlerin sosyal ve kültürel tasarımlarında görev almalı. Uygulama aşamasında kalıpçı, demirci, betoncu, duvarcı, tesisatçı, elektrikçi, sıvacı, seramikçi, boyacı ve mobilyacı gibi tüm teknik elemanlar sıkı denetlemelere tabi tutulmalıdır.

Kentlerin kaderleri tek bir merkezden belirlenemez. Bu kollektif işin hayata geçirilebilmesi için söz konusu kentlerin tüm sesleri bir araya getirilmeli. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, bu süreçte bu kentlerdeki belediyeler, ticaret ve sanayi odaları, üniversiteler, kent konseyleri, koruma kurulları ve sivil toplum kuruluşları gibi tüm bileşenleri koordine etmeli ve söz konusu alanlardaki uzmanlardan oluşan bir ekip oluşturup, bu ekibin denetiminde tüm projelerin titizlikle tasarlanıp hayata geçirilmesini sağlamalıdır.

Her insanın doğayla iç içe ve daha insani bir yaşam sürmesi için geniş ve verimli toprakları olan bir coğrafyada yaşıyoruz. Sıkışık yüksek üst üste istiflenmiş kentler ilk görüşte ekonomik görünse de uzun vadede yanlış projelerdir. Yani bunlar ne ekonomik, ne estetik, ne koruma odaklı, ne de ekolojiktirler.

Birinci Dünya Savaşında tamamiyle yıkılan Avrupa kentleri yeniden inşa edilirken tarihi dokusuna göre yeniden ayağa kaldırıldılar. Herkesin hayran olduğu bu kentlerde ticari merkezler dışında hiçbir yerde yüksek bina göremezsiniz. Hepsi yatay, insani ölçekli, doğanın göbeğinde yer alan yapılar. Yeni kurulacak kentlerimiz neden bu özelliklerde yapılmasın? Tarihsiz ve geçmişsiz Dubai ve Manhattan gibi uydu kent hayranlığı neden? Bu yükseklik kompleksi, gökyüzü sevdası niye? İnsanoğlu toprağa bağlı bir varlık. Ha gökyüzünde gökdelenler dikmiş ha okyanusların dibine fanuslar yapıp içine insanı tıkmışsınız. Bırakın çocuklar çamurda oynasın, tohum eksin, çiçeğin büyümesine tanık olsun, daldan meyve koparsın. Kumdan kulelere sıkışıp, sanal oyunlarda çilek toplamasınlar.

Diğer sorulması gereken önemli soru yaşam hakları, barınma hakları, çalışma hakları, eğitim hakları ellerinden giden bunca insanın mağduriyeti siyasi oyunlarla, adam kayırmacılıkla devam mı edecek, yoksa adilane bir düzenleme ile herkes kendi kentinde, kendi coğrafyasında yaşama hakkına yeniden kavuşturulacak mı?

MÖ 5. yüzyılda Persler Anadolu’nun Ege kıyılarındaki kentleri yerle bir ettikten sonra virane olmuş kentlerini geri alan Helenler, bu kentleri yeni baştan inşa ederken Miletoslu şehir planlamacı ve mimar Hippodamos’un geliştirdiği ızgara kent planını kullandılar. Bu plan, matematiksel olarak yeni kurulan bir kentte toprağın orada yaşayanlar arasında en eşit bir şekilde bölüşmesini kolaylaştırması nedeniyle avantajlara sahipti. Bu kent planlaması sayesinde herkes eşit oranda kentte hak sahibi oldular. Bugün benzer bir uygulama deprem kentlerinde neden yapılmasın?

İstenirse, doğru politikalar geliştirilirse ve ehiline işler bırakılırsa, bu felaketten en az zararla çıkılabilir ve gelecekteki felaketler önlenebilir. Aksi takdirde, yeni felaketler kapımızı yeniden çaldığında, yine aynı gevişleri getirecek, timsah gözyaşları dökecek, elimiz kolumuz bağlı yine olduğumuz yerde kalacağız. Aceleye, oldu bittiye getirilerek yeni bir yanlış yapmaya hakkımız yok. Anasız babasız kalmış bunca gözü yaşlı çocuğa hepimizin bu ülkeyi baştan ayağa yeniden inşa etme, adaleti tesis etme, büyük değişimler sözü vermeye ve umutlar yeşertme borcumuz var.

*Sanat Tarihçi ([email protected])