A. Nevin Yıldız: Hayatta var olan niye yazılmasın ki?

A. Nevin Yıldız'la 'Dünyanın Kustuğu Yer' öykü kitabını konuştuk. Yıldız, "Öykülerimi çok cesur, aykırı yaşamların içinde gezinen ve hatta erotik bulanlar oldu" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğretim üyesi olan A. Nevin Yıldız'ın 'Dünyanın Kustuğu Yer' isimli öykü kitabı, İletişim Yayınları'ndan çıktı. Hem kitabın yazarına hem de bu röportajı yapan bana göre bu öyküler, toplumda görünmeyen ya da görünmesi istenmeyen antikahramanları anlatıyor. Kitabın geçtiği mekan, Abre isimli bir kasaba... Abre; Portekizce'de ve Arapça'da bataklık, İspanyolca'da ise açıklık anlamına geliyor ki, bu kitabın kahramanları için ne kadar uygun olduğunu okurken görebiliyorsunuz. Süslü Neslihan, eğitim neferi Nadide, aykırı ikili Gül ve Sevda, Kako, doktor Reşat, Neriman Köksal replikası Serap, cinli Veli ve daha nicesi bu mahallede yaşamayı öğrenen kahramanlar.

'Dünyanın Kustuğu Yer'i, yazarı Nevin Yıldız'la konuştuk.

Önce yazma hikâyenizden başlayalım. Viranşehir doğumlusunuz. Ankara, Selçuk ve Hacettepe Üniversitelerinde akademisyenlik yapmışsınız. Sizi yazmaya iten neydi? 

Evet, Viranşehir’de doğdum ve 17 yaşıma kadar oradaydım. Sonrası üniversite ve farklı kurumlarda hem akademik hem akademik olmayan iş ve yaşam deneyimleri… Gerek doğup büyüdüğüm Viranşehir’deki yaşamım, gerekse sonrası için diyebileceğim ilk şey, ben hep yazdım. Farklı yaşamların veya mekanların içindeyken yazdım, bilindik olanın içindeyken de… Zira yazmak kendimi, beni çevreleyen dünyayı, insanları anlama çabamın bir sonucu, bir tür tefekkür hali. Yani olana bitene mesafelenmek, dışına çıkmak ve durmak için yazıyorum belki de. Size beni yazmaya şu itti, bu itti gibi somut bir yanıt veya an ya da olay söylemem, mümkün değil ama hem kendi iç dünyam hem dış dünyada olan bitenler üzerine düşünmeye başladığımda yazmaya da başladım sanırım. Mesela; ilk öykü defterim ki hala saklarım; ortaokul yıllarıma ait ve ilk öyküm, namus cinayeti kurbanı bir kadının bir günü.

'KAHRAMANLARIMIN HABER DEĞERİ VAR'

Kitabın adı ‘Dünyanın Kustuğu Yer’. Kitaptaki kahramanlar toplum tarafından pek de önemsenmeyen kişiler, Abre de kaybeden tiplerin bir araya geldiği bir mahalle. Bu kitabı neden yazma ihtiyacı duydunuz?

Bir ihtiyaçtan mı çıktı emin değilim. Yani yazmak bir ihtiyaç mı ondan da emin değilim, bunun yanıtını bilmiyorum. Ama kitaptaki kahramanlar her gün yanından geçip gittiğimiz, göz ucuyla bakıp kaçtığımız ve hatta aman ha bana bulaşmasın dediğimiz insanlar. Dahası biz bu insanları ya suçlu, sapkın ya da mağdur ve mazlum görme gibi iki uca savruluyoruz. Oysa bu insanlar ne sapkın ne de mağdur! Onlar, herkes gibi geçim kaygısı ve yaşam telaşı olan, gülen ağlayan, hata yapan insanlar. Ama çoğunluktan çok önemli bir farkları var. O da yaşamın kendisini ve kendi arzularını, gerçekliklerini olduğu gibi kabul etme cesaretine sahip olmaları. Abre’nin kahramanları benim için hayatın gerçek kahramanları, ya da birer antikahraman… Haberci diliyle konuşacak olursam, Abre kahramanlarının haber değeri var çünkü hepsi birer antikahramanlar! Bu yüzden yazıldılar ya da ben onları yazmaya çalışırken esasında onlar beni yazdı.

Dünyanın Kustuğu Yer, A. Nevin Yıldız, 108 syf., İletişim Yayıncılık, 2022.

Abre bir ütopya mı, yoksa gerçekten ismi Abre olmasa bile var mı? 

Çok zor bir soru bu benim için, çünkü hem var hem yok! Evet, Abre diye bir mahalle var(dı), kahramanların her biri gerçek hayatta da bu mahalleye çok ama çok yakışırdı. Ama bu mahalle benim ona yakıştırdığım ve yıllar boyunca yüzlerce hikayeden süzüp yanımda gezdirdiğim kahramanlarıyla varlık kazandı. Hem normlar açısından baktığımızda Abre bir ütopyadan ziyade distopya gibi, düşünsenize bunca ahlakçılığın olduğu yerde düzenin yıkımı demek Abre! Ama doğru benim için bir ütopya.

'ÖYKÜ, AZ CÜMLEYLE ÇOK ŞEY ANLATMAYI GEREKTİRİYOR'

Öykü, yazın türü olarak biraz yabana atılıyor gibi. Siz bu türde yazan biri olarak ne düşünüyorsunuz? 

Bu benim üzerine çokça düşündüğüm bir mevzu. Öyküye yapılan bu muamele, erkeklerin kadın emeğine yönelik bakışıyla çok benziyor gibi. Ya da gündelik hayatı kavrama biçiminde çıkan aşağılama pratiklerine. Mesela ortada büyük büyük devlet ve memleket meseleleri varken yemek yapmak, çocuk yetiştirmek ve ev temizlemek gibi mevzular ne ki! Oysa dönüp baktığımızda buradaki emek sayesinde dünya dönüyor ve dahası birileri bu önemsiz işleri yaparken  diğerleri bu işlerin bu görünmez emeğin üstüne basarak yükseliyor. Öykü denince de işte böylesine önemsiz, komplike olmayan ve basit bir anlatı türü geliyor akla. Öykü yazmak ne ki roman yazmanın yanında, dahası öykü yazarlığı roman yazarlığına giden yolda geçirilmesi gereken bir merhale gibi görülüyor. Oysa basit her zaman zordur ve hatta en zor şeylerden biri bizim basit dediğimiz şeylerdir. Buna sebeptir ki, bir insanın basit bir gününü öyküleştirmek olağanüstü insanların hayatlarını öyküleştirmekten daha zordur. Dahası bunca basit ve sıradan olan birini üç-beş sayfada okunur bir metin haline getirebilmek çok daha zordur. Romandaki gibi uzun uzun anlatma, dününü bugününü deşme, tasvir etme şansınız yoktur. Sonuç olarak öykü, az cümleyle çok şey anlatmayı gerektiriyor, haliyle basit ama yoğun bir anlatı türü olarak varlık gösteriyor.

Kitaptaki kadın kahramanlardan bazıları erkekler yüzünden, onlara duydukları aşk yüzünden yaşadıkları yerlerden sürülürken kadının kadından hoşlanması gibi pek konuşulmayan durumlarda var yazınınızda. Bu kavramları görünür kılma nedeniniz neydi? Size nasıl görüşler geldi? 

Son sorudan başlayayım çünkü çok eğlenceli tepkiler geldi. Mesela yakın çevremden biri ‘Sürgün’ü okuyup, ‘İpli Don’a geçmek için bir süre beklediğini çünkü ilk öykünün onda şok etkisi yarattığını söyledi. ‘İpli Don’dan sonra da bir hafta beklemesi gerektiğine kanaat getirmiş. Bir başka arkadaşım da tüm öykülerinde bir lubunyalık var dedi. Öykülerimi çok cesur, aykırı yaşamların içinde gezinen ve hatta erotik bulanlar oldu. Tabii bir de en çok gelen ikinci yorum var: Öykülerinde çok acı var ama insanda acı değil, gülme hissi yaratıyorlar. Bunlar hem yakın hem uzak çevremden gelen tepkilerin ortaklaştığı yorumlar. Sanırım bu yorumlar öykülerimin yaşamla örtüştüğünü gösteriyor.

Birinci soruya gelince, sanırım akademik meraklarım ve çalışma alanlarımla öyküleştirdiğim mevzular çok iç içe geçiyor, bu niye böyle oluyor çok bilmiyorum. Ama bildiğim şey; cinsiyet, cinsellik ve toplumsal cinsiyet artık adına ne derseniz deyin gündelik yaşamımız ve kurduğumuz düzen açısından son derece belirleyici bir mevzu, yani hayatın ta kendisi. Bunlara ilişkin politikalar yapıyı düzenliyor, bedenimiz üzerinden düzenlenen bu yapı içinde yaşıyoruz. Çatışmalarımız, çelişkilerimiz bu yapıyla bedenlerimiz ve arzumuz arasındaki mesafeden kaynaklı büyük oranda.

Özetle, niyetli bir yazma biçimi değil benim için bu, ya da önceden karar verilmiş bir konu da. Etrafımı çevreleyen dünyadan süzülüp gelen hikayeler bunlar, var olanın varlığının teslimi bir nevi. Mesela 'Zakkum’un kahramanı Kako, Ermeni ve lubunya kimlikleriyle sınırlarda gezinen bir karakter, esasında tam da dünyanın kustuğu yerde, bir açıklıkta varlık gösteriyor. Onu bu iki özelliğinden, kimliğinden ve de yöneliminden bağımsız düşünmek de mümkün değil, bunlar var. Ya da hayatta bunlar var, o zaman niye yazılmasın ki!