'Babalar ve oğullar' şairi Ahmet Erhan

Yaşamdan çıkıp gittikten sonra da yazdıklarını geride kalanlara okutabilen şairler için kurduğum cümleyi onun için de tekrarlıyorum. Modern Türkçe şiirin parantezi kapanmayan şairlerinden biri de odur.

Google Haberlere Abone ol

Okur karşısına Ahmet Erhan (8 Şubat 1958 - 4 Ağustos 2013) adıyla çıkan şair kendini dünyaya, “Otobiyografi” (1986) şiiriyle takdim eder. Şiirden bir bölüm okuyalım…

“Sana artık Ahmet Erhan diyorlar,

Yalnızlık, ölümün üvey kardeşi

Eve hep geç saatlerde gelen babaların ayak izlerinden yükselen buğu

Bir toprağın, dalına dokunamadığı yerde büyüyen boşluk

Ayışığında kaldırımları süpüren bir kadının ikide bir durup, burnunu önlüğünün koluna silmesi

Gibi boğuk, gibi çıldırtıcı, gibi silik

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar

Nereye gideceğini yitirmiş”

'BUGÜN DE ÖLMEDİM ANNE'

Ahmet Erhan “yetmiş sekiz kuşağı”nın en hüzünlü şairi olarak tanınır. En hüzünlü şair! Hem de yaşamakla ilgili “Yaşamak dünyayı ödüllendirmektir artık” dizesini yazmış olmasına rağmen… Ahmet Erhan şiiri o güne kadarki Türkçe şiirin ruh haline, deyim yerindeyse tarihsel akışına, bir müdahaledir. Bir yandan umut, sevinç, mutluluk arayışı içindedir. Öte yandan umutla yüceltilen yaşam umutsuz, sevinçle kucaklanan dünya acı yüklü bir sesle reddedilir. Çok okunan “Bugün de Ölmedim Anne” başlıklı şiirini anımsayalım…

Yüreğimi bir kalkan bilip sokaklara çıktım

Kahvelerde oturdum çocuklarla konuştum

Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum

Bugün de ölmedim anne

Kapalıydı kapılar, perdeler örtük

Silah sesleri uzakta boğuk boğuk

Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük

Bugün de ölmedim anne

Üstüme bir silah doğruldu sandım Rüzgar, beline dolandığında bir dalın

Korktum, güldüm, kendime kızdım

Bugün de ölmedim anne

Bana böylesi garip duygular

Bilmem niye gelir, nereye gider?

Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar

Bugün de ölmedim anne.

78 KUŞAĞININ EN HÜZÜNLÜ ŞAİRİ

Hem içinde yer aldığı kuşaktan isimlere hem de modern Türkçe şiir geleneğine bakıldığında sesi ondan daha karamsar çıkan bir başka şair olmamıştır. Umuda, iyimserliğe dayanan dünya, hayat anlayışının hem bireysel, hem toplumsal düzlemde iflasının şiirini yazar adeta…

Onun için dünyada, hayatın oluşunda rol oynayan bütün iyimserliklerin, bütün sevinçlerin, umutların, gülüşlerin arkasında yer alan kocaman bir acı vardır ve şair Ahmet Erhan da oraya dikkat kesilir… Elbette umutlu, mutlu, huzurlu, iyimser olmak ister. Şiir de tam orada ortaya çıkar, olamamakta!. Yakasını acıdan kurtaramaz. “Ağıt” şiiri sanırım bunun örneklerinden biri olarak okuyabiliriz…

Çiçekçi bana bir gül ver

sevgilime değil bir ölü için

Çiçekçi bana bir gül ver

İçine gözyaşlarımı sığdırabileyim.

Yakasına böyle bir gül takmıştı

O gün bir görseydin sen onu

Çiçekçi bana bir gül ver

Sanki o güldendi bütün mutluluğu

Sen de: - Bir arkadaşın öldü

Ben diyeyim: - Kardeşim!

Çiçekçi bana bir gül ver

Götürüp tabutuna iliştireyim.

Kaldırımlarda kömür tozları

Bacalarda koyu bir duman var

Kara bir gökyüzü tek özelliği bu kentin

Çiçekçi bana bir gül ver

Kapalı perdeleri açabilse gülüm

Kapalı kapıları kırabilse

Kapalı yüreklere girebilse...

Çiçekçi bana bir gül ver

- Beyim, gül olmaz ki bu mevsimde!

Ahmet Erhan, başına gelenleri ve gelecek olanları “şair sezgisiyle”(!) kavramış ve şiire dönüştürmüştür. Onu yetmiş sekiz kuşağının en hüzünlü şairi olarak kayda geçiren neden budur diyebiliriz… “Oğul” başlıklı şiiri, dönecek yeri kalmayan bir kuşağın dönüş şiirdir… Hüznü de o imkânsız dönüştedir aslında…

Anne ben geldim, üstüm başım

Uzak yolların tozlarıyla perişan

Çoktan paralandı ördüğün kazak

Üzerinde yeşil nakışlar olan

Anne ben geldim, yoruldum artık

Her yolağzında kendime rastlamaktan

Hep acılı, sarhoş ve sarsak

Şiirler çırpıştıran bir adam

Kurumuş kuyunun suyu, incirin sütü çoktan çekilmiş

Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi

Ayrık otları, dikenler bürümüş

Kapıdaki çıngırak kararmış nemden

Atnalı ve sarmısak duruyor ama

Oğlum, mektup yaz diyen

Sesin hâlâ kulaklarımda

Anne ben geldim, ağdaki balık

Bardaktaki su kadar umarsızım

Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?

Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın.

Ülke alacakaranlıktadır ve genç Ahmet Erhan, omzu apoletli, yakaları sırmalı, ayaklarında Amerikan postalı olan cuntacı paşaların iki dudağının arasına terk edilen halkların yazgısını kendi bireysel varoluşunda duyumsar ve şiirin diliyle söyler. “Alacakaranlıktaki Ülke” şiirinden toplumun tedirginliğinin, kaygısının, maruz kaldığı zulmün, katliamın betimlendiği bir bölüm:

“Masanın üstünde çay bardakları,

Ekmek kırıntıları, eski bir demlik.

Onun altında gazeteler, kitaplar.

Duvarlarda resimler ve yazılar…

Naylonla örtülmüş bir pencere – camları kırık.

Acılı oğulları ülkemin

Ölüp giderler bir akşamüstü Karanlık, kuytu bir sokakta;

Gözleri sonuna kadar hayata açık.

Elleri kavuşmuş, bilmezmiş gibi

Ölümü ve kalleşliği bu dünyada.

Ertesi gün resimleri gazetelerde

Ve bir tarih resmin altında: Doğumu şu yıl, ölümü üç nokta…”

Bazı dönemlerde yayımlanan bazı kitaplar vardır. Ne olduğu, neden olduğu gibi sorularla cebelleşmeden “zamanın ruhu” girer araya ve uçurtmanın rüzgârı olur adeta… Yalnızca adıyla bile kültleşmeye aday yapıtlardan söz ediyorum. Her şey öyle denk gelir ki önce kendi zamanının, ardından bütün zamanların unutulmayan kitabı sıfatını kazanırlar… “Alacakaranlıktaki Ülke” de bana göre biraz öyle bir kitaptır. Adı, yayımlandığı zaman, kültürel, sosyal ortam ve içindeki şiirlerin birbirini tamamladığı ender kitaplardandır.

ahmetss

“Alacakaranlıktaki Ülke” yayımlanır yayımlanmaz Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü alır. Ancak şair de, şiir okuru da bunun pek tadını çıkaramadan kitap toplatılır. Bu yasaklama aslında Ahmet Erhan’ın şiirini bir yandan acı sarmalına daha da iter, bir yandan da sözünün yaşamın gerçekliği içinde olduğunu, güncel ve tarihsel bağlamda temas ettiği yer bakımından da doğrulandığını gösterir.

Ahmet Erhan şiirini “Alacakaranlıktaki Ülke”yi de, sonraki şiirlerini ve kitaplarını da anlamak için çok önemli bir şeyi daha anlamak gerekiyor. Şairin şiir yayımlamaya başladığı 1975 ila 2013 yıllarındaki ülkeyi ve tarihini… İşte “Protesto” başlıklı şiirinden altını çizdiğim dizeler:

Sevgili dünya, yol arkadaşım

Ülkem alnında bir yara bandı gibi durur

Ne biçim bir çağa düştüm

Enlemler boylamların ardından konuşur.”

Kendi dönemiyle güçlü bağları olan bir şiirdir onun şiiri. “Alacakaranlıktaki Ülke” olsun, onu takip eden toplu şiirleri “Kuş Kanadı Kalem Olsa” ve sonraki tüm kitapları olsun, günceli tarihselleştirmek bakımından önemli şiirler içerirler. “Yeniden Doğuş” başlıklı şiirin ilk bölümünü de böyle okuyabiliriz sanırım…

“Ölümün yüzdelere vurulduğu çağlardan geliyorum

Ellerimde bayraklar dilimde marşlar yok artık

Tökezlesem de düşmem, yaralansam da ölmem diyordum

Yine de sesim titrek, düşlerim kopuk kopuk

Küllerden yeni bir ateş yaratmayı deniyorum

Kitaplardan yapılan alıntılarla yanıtlıyorlar beni

Beni söylevlerle, naftalin kokan sözlerle

Oysa öldüm binlerce kez o kitaplar için

Onları yazan da sonra oturup yakan da benim

Ölümüm yüzdelere vurulduğu çağlardan geliyorum

Yüreğimde o acı yüzümde gözyaşları yok artık

Yaşımı mezar yazıtlarına bakarak anlıyorum

Ne kadar gencim daha ey dünya ey insanlık

Yazılmamış bir tarihim şimdi ben Tanık olun

Yaşamımı bir tohumun içine bırakmak istiyorum”

Ahmet Erhan yaşamını şiire, şiiri yaşamına dönüştüren; aslında kendisiyle ilgili söylenecek her şeyi bir başkasının söylemesine gerek kalmayacak biçimde söylemiş bir şair… “Kalıt” şiirini o nedenle anmak istiyorum…

Kalırsa bir soru kalır benden

Yanıtı var mıdır bilmem

Denizine, göğüne, toprağına

Uçanına, kaçanına bu dünyanın

Kalırsa bir soru kalır benden

Ölüm gelir, gün akşama kavuşurken

Neyi ararım ben, neyi bulurum?

Taştan taşa, düşten düşe sekerek

Enginleri aşar da, sığda boğulurum.

Kalırsa bir soru kalır benden

Yanıtı var mıdır bilmem

Yazar elim upuzun bir şiir

Söyler dilim içli bir türkü

Kalırsa bir soru kalır benden

Gökte yıldızdır o, toprakta gömü

Kalırsa bir soru kalır benden

Bir de üç beş şiir, iyi kötü

. .

Onu anlatırken kendi söylediklerinin üstüne cümle ya da cümleler kurmak da zor aslında. “Ucu açık” bir şair, hatta “açık” bir şair diye düşünüyorum onun için. “Çok üşüyorum toprak / üstümü örtsene” diyecek kadar açık bir şair… “Açık şair”, yani dünyaya olan itirazını kendine yapan, hayata olan öfkesini kendinden çıkaran bir şair… Belki bir de şiirinin doğaçlamaya yakın oluşu; sesinin, sözünün niteliği nedeniyle böyle tanımlamak istiyorum. Kendini alıkoymadan, bir çerçeveye, forma yerleştirmeden varoluşunu açan bir şair olmasını adlandırmak için, “açık şair” diyorum ona…

Şiirlerinin önemli özelliklerinden biri de “içinden geldiği gibi” söylenmiş olması çünkü. “İçinden geldiği gibi” söylemiş olma özelliği, onun şiirini hem var eden hem de alttan alta kenetleyen (ketleyen değil) bir durum olmuştur. Kenetlemek şu anlamda: Şiiri, en baştaki kurucu sesinin, başlangıç sözünün etrafında dönmüştür…

Yaşamı ve aklı orda, başlangıçta kendi şairlik miladında kalmamıştır, ama dili ordadır. Bir uzun şiire başlamış ve yaşamı süresince ona yeni bölümler eklemiştir sanki… Varını yoğunu şiire adayan; varını yoğunu şiir yapan ve buna karşın şiirin iflah etmediği, ama şiiri iflah etmek için uğraşan şair olmasını da sanırım böyle açıklayabiliriz.

Türkçede her ünlemin, her sedanın karşısına bir şair ve onun sesini koyacak olsak ben tereddüt etmeden “ah”ın karşısına Ahmet Erhan yazardım…. Varlıkla yokluk arasındaki bireyin bunaltılı ve acılı varoluşu; tarihle gelecek, anılarla yaşantı arasındaki keder sarmalı; faşizmle özgürlük arasındaki siyasi; babayla oğul arasındaki erkek; devletle toplum arasındaki şair… Bunların hepsi… Hatta daha da fazlası olunca insandan ilk çıkan ses bir “ah”tan başka ne olabilir ki…

ÇAĞININ ACILARINI SAHİPLENEN ŞAİR

Çağının insanı… Çağının şairi… Acısıyla, kederiyle, yasıyla, sevinciyle, kırık dökük yaşantısı, bölük pörçük mutluluklarıyla… Doğduğu tarihle dünyaya veda ettiği zaman dilimi içerisinde hayat bu coğrafyada insanın başına ne getirirse başına o gelmiş bir şair… “Alacakaranlıktaki Ülke”nin şairi nasıl olursa öyle olmuş bir şair… Acıdan, hüzünden, mutsuzluktan, sıkıntıdan, ölümden konuşur onun için… “Bugün Oturdum Ölümü Düşündüm” şiiri de bunları söylüyor.

Şiirde bakmayın “hayat bu kadar güzelken” dediğine. O, kulaklarını “Yıkılma Sakın”, “Bir Gün Mutlaka” sesinin doldurduğu, ama kalbinde her gün yenilenen ölümün acısını, yasını duyan, yaşayan kuşaktan biriydi. Ahmet Erhan şiirinin temel gerilimini oluşturan da budur bana kalırsa…

Dokunduğum, gördüğüm her şeye sindi

Ürperdim, korktum ve biraz şaşırdım

Bugün oturdum ölümü düşündüm

Yağmur altında ya da karanlıkta

Bir başıma kalmış gibi.

Sevgilim böylesine alımlıyken

Güz kuşlarının güneye doğru akıp gideceği yol

İyice belirmişken gökyüzünde

Onarırken, sararken hayat

Çocukların incinmiş gülüşlerini

Artık her park yeri bir apartman inşaatı

Her sokak bir otomobil nehriyse de.

Bugün oturdum ölümü düşündüm

Soğuk camlara dayayarak yüzümü

Kuşağımın acısını, kefenlenen gençliğimizi

Yaşayan ya da artık yaşamayan dostları

Bugün oturdum ölümü düşündüm

Örterek yüreğime kara bir tülü.

Bugün oturdum ölümü düşündüm

Kapkara bir gece penceremi dalarken

Öleceğini bile bile karşı koymanın onurunu

Yiğitliğin, özverinin, sevginin

Arkadaşlarımın yüreklerinden çıkan özsuyunu.

Bugün oturdum ölümü düşündüm

Bir darağacında ya da yolda yürürken

Bugün oturdum ölümü düşündüm

Yirmi yaşında ve hayat bu kadar güzelken

Toplamına baktığımızda bir başkaldırı ve kurtuluş akımının içinde, büyük bir kalabalıkla hareket ederken önü kesilip etrafı boşaldığında iddiasını kaybeden ve başkaldıramayan insanın “kendini deşen hançer” olarak sesi ve sözü olmuştur Ahmet Erhan şiiri denebilir.

Bir cebimizde “Kuş Kanadı Kalem Olsa” bir cebimizde Kazancakis’in “Zorba”sı, kordon boylarında saçını rüzgâra bırakan günlerimizin de hatırasıdır aynı zamanda.

Ey modern Türkçe şiirde “Akdeniz’in ufuk çizgisi” olmuş şair; doğum gününü, sesini, sözünü unutmadık. Selam olsun…

YENİ ÇIKAN KİTAPLAR

Yazılı Kâğıt yayınları şubat ayının ilk haftasında bir şairi ve kitabını daha şiir okurları, şiir dostlarıyla buluşturdu. Yayınevinin yeni kitabı Emel Güz'ün (1971) “Tabiat Bende Değil” adını taşıyan yapıtı oldu. Emel Güz, modern Türkçe şiirin trenine 1990'ların sonunda, "geç doksanlar" olarak adlandırılan döneminde binen şair kadınlardan biri.

Kitabın ilk bölümünde yer alan şiirlerde Güz’ün, olmazları ama “şairin olmazları”nı değil de “şairden olmazları” sorun edindiğini görüyoruz. “Şairden” her “olmaz” için bir şiir yazmış. Yani bir bakıma şaire ayna tutmuş denebilir. Ama ben demeyeceğim. Çünkü şiirler biraz daha dikkatli, yatay değil de dikine okunduğunda Emel Güz’ün aslında şaire ışık tuttuğu fark ediliyor. Güz, “şairden olmazları” o ışığının altına alarak şiire aktarıyor... Daha sonraki bölümlerde yer alan şiirlerle birlikte kitap için kısaca “Olmazlar, Olanlar ve Soneler”den oluşuyor, yani şair varoluşun olanları, olmayanları ve şarkılarını söylüyor çıkarsamasını yapmak mümkün.

. .

Emel Güz, “Tabiat Bende Değil”de kendini didikleyen, kendisini didikledikçe varoluşu didikleyen, hayatı ve dünyayı evire çevire kurcalarken eylem ortağı olan sözlerini, sözcüklerini kaydetmiş, sonra da bir araya getirmiş…

Kendine dönük öfke ve küskün bir sesle şiirler söylüyor Emel Güz. “Ben kendime baktım” diyor şair. Değişik anlamlar çıkarılabilecek bir söz; hem de kitabın sorunsalına dikkat çeken bir dize olarak yorumlanabilir... “Ben kendime baktım” ey okur, sen nereye diye bir soru olarak okunabileceği gibi herkes kendine baksın, ben kendime baktım uyarısı olarak da düşünülebilir.

Yalnızca kendinize söyleyeceğiniz şeyler vardır. Söylersiniz, söylersiniz, sonra bir kaosu söylediğinizi fark edersiniz.

Güz’ün, okurla tercihini kaostan yana yapan bir şair olduğunu paylaşıyor. Bunu önemsemek gerekiyor. Bu ifade aslında bize kitaptaki şiirlerle ilgili önemli bir yorum imkânı sağlıyor. “Şiir kaosa çok şey borçludur” sözünün, bu kitabın neden nirengi noktasını haline geldiğini açıklığa kavuşturuyor.

Yalnız ruhu değil, dili değil, varoluşu kaos olarak, bir kaotik hal olarak algılayan şairin öfkeleri, küslükleri, kırgınlıkları yansıyor şiirlerine. Öyle ya, “Tabiat Bende Değil” diyen kitapta kaos olmaz da ne olur? “Bir görene sordum kendimi, kendinden bahsetti” sözünü başka hangi nedene bağlayabiliriz?

Tabiatın düzenini bozmanın bir bedeli vardır ve o da kaosta kalmaktır…

Emel Güz’ün, “Kalbini korumak bir fulara, standart olmak bir ilaca bakardı” sözleri neyin şiirini yazdığını yeteri kadar imliyor aslında.

Kaos varsa insanın kafası karışır. Öyleyse ancak kafası karışık insanın yeni bir dünya arayışı vardır ve ancak yeni bir dünya arayan insan şiirli olabilir… Şair de öyle diyor: “Kafası bulanmamış her insan şiirsizdi”.

“Tabiat Bende Değil”, şair kadınların şiirlerinin neden ve nasıl okunması gerektiği konusunda da önemli ve yol gösterici bir yapıt.. Şiir okurları ve şiir dostları dikkatlerinden kaçırmamalılar…

SÖYLEŞİ… ETKİNLİK…

Kitap fuarlarında yer alan şiir söyleşileri, imza günleri ve şiir dinletileri de önemli etkinlikler olarak ilgi görüyor. Bu yıl 15’incisi düzenlenen TÜYAP Bursa Kitap Fuarı’nın tarihi belli oldu. Fuar, 18-26 Mart tarihinde kitapsever ve okurlara kapılarını açacak…

UNUTULMAYAN DİZELER

"O sözler ki, kalbimizin üstünde

Dolu bir tabanca gibi

Ölüp ölesiye taşırız.

O sözler ki Bir kez çıkmıştır ağzımızdan,

Uğrunda asılırız."

Attilâ İlhan