Zafer Yörük: Pan-İslamist iktidar Türkiye'yi yörüngesinden çıkarıyor

Geçtiğimiz yılın siyasal gelişmelerini değerlendiren Dr. Zafer Yörük, Ayasofya ile Türkiye’de siyasal İslam’ın kurucu rüyasının gerçekleşmiş olduğunu belirterek, “Sivil toplum örgütlerinin bütününü devlet yönetimi altına alan son yasa ise kapsamlı bir anti-demokratik operasyonun önemli bir kilometre taşı oldu” diyor…

Google Haberlere Abone ol

İZMİR - Dünya genelinde 83 milyondan fazla kişiyi etkileyen, 1 milyon 800 binden fazla insanın ölümüne neden olan COVID-19 sürecinde Dünya, 1 yılı geride bıraktı. Peki, hepimiz için kabus gibi geçen 2020 yılında, siyasi tarih açısından neler yaşandı? Dünya’da ve Türkiye’de 2020 yılında yaşanan sorunlar, 2021’de de karşımıza çıkacak mı? 2021 yılı nasıl bir yıl olacak?  Tüm bu soruların yanıtını siyaset bilimci Zafer Yörük’e sorduk. 

Barış İçin Akademisyenler arasında bulunan Dr Zafer Yörük, dokuz yıl çalıştığı İzmir Ekonomi Üniversitesi’ndeki işinden uzaklaştırılmıştı. Psikanaliz ve kültür çalışmaları alanlarına olan ilgisiyle de bilinen Yörük, Duvar English ve Yeni Yaşam gazetelerinde haftalık köşe yazıları yazmakta.

Zafer Yörük: Dünya yeni bir on yıllık süreç içine giriyor ve stratejik hedefler kadar beklentiler de artık küresel bir 2030 vizyonu etrafında belirlenmek durumunda.

Dünya’nın yeni bir on yıllık süreç içine girdiğini ve stratejik hedefler kadar beklentilerin de artık küresel bir 2030 vizyonu etrafında belirlenmek durumunda olduğunu dile getiren Yörük, bitenin yalnızca bir yıl değil, 2010’lu yıllar olduğuna dikkat çekerek başladığı söyleşide, salgının ardından Dünya’da ve Türkiye’de yaşanan önemli yapısal değişiklikleri anlattı. 

‘DÜNYA YENİ BİR ON YILLIK SÜREÇ İÇİNE GİRİYOR’

2020 yılını geride bırakıyoruz. Siyaset, sosyal bir fenomen olduğundan pandeminin yarattığı insan hareketlerini kısıtlayan koşullar siyasi hayatı da küresel ölçekte kısıtladı. Bu nedenle, Dünya’da da, Türkiye’de de görece az siyasal gelişme yaşandı. Bu yaşanan olaylar içinden sizin önemli bulduklarınız hangileri oldu?

Türkiye için Deva ve Gelecek partilerinin kuruluşu, yılın sonlarına doğru da yeni bir Kürt partisi girişimlerinin hızlanması, siyasal atmosferi etkileme potansiyeli taşıyan önemli gelişmelerdi. Ayasofya’nın açılması, Erdoğan’a itibar kazandırmanın ötesinde gerek ülke siyasetini gerekse de bölgesel ve küresel tepkilerle birlikte gelecekte yaşanması muhtemel siyasal gelişmeleri etkileyecek önemli bir olaydı. Yine yılın sonu yaklaşırken sivil toplum örgütlerini yok etmeyi amaçlayan bir yasanın meclisten geçmesinin önemli sonuçları olacaktır. 

Dünyaya baktığımızda, en önemli gelişmenin pandeminin yarattığı koşullarda hak ve özgürlüklerden siyasal otorite lehine feragat etme yolunda Batı toplumlarında oluşan konsensüs olduğunu düşünüyorum. Bunun, evrensel demokratik normlar açısından önemli bir geri adım olma riski taşıdığı uyarısını vurgulamak gerekiyor. Öte yandan Donald Trump’ın seçim yenilgisiyle ABD’de adeta bir yönetsel devrim beklentisi içine girilmiş olması kuşkusuz en önemli gelişme. Biden yönetimi üzerine dünya genelinde çok fazla siyasal/duygusal yatırım yapılmış bulunuyor. Bu nedenle kısa vadede bir hayal kırıklığı kaçınılmaz görünüyor ama unutmayalım ki biten yalnızca bir yıl değil 2010’lu yıllardır.

Dünya yeni bir on yıllık süreç içine giriyor ve stratejik hedefler kadar beklentiler de artık küresel bir 2030 vizyonu etrafında belirlenmek durumunda. Biden yönetimi de kısa vadeli vaatlerden çok “Yeni Yeşil Mutabakat” gibi önemli unsurları olan böyle bir vizyon ile post-pandemik dünyayı yeniden yapılandıracak orta ve uzun vadeli bir dönüşümün mimarı olma iddiasını taşıyor. Bunlar, dünya kamuoyu gündemini giderek daha fazla meşgul etmeye aday meseleler. Demokrasi ve sosyalizm perspektifiyle baktığımızda ise 2020’de yaşanan en önemli gelişmeler, Şili’den başlayarak dünya ölçeğinde yeniden yükselmekte olan kadın hareketi ile Bolivya seçimleri ve sonrasında yaşananlardır. Devrimci iyimserliğin ve umudun somut toplumsal dinamiklerini göstermesi bakımından önümüzdeki on yılda Latin Amerika’dan başlayarak bütün periferi ülkelerde siyasal süreçlerin rotasını belirleyecek farklı bir sol dalganın başlangıcında olduğumuz söylenebilir. 

‘ERDOĞAN’IN DA BİR PROJESİ VAR’

Bu genel değerlendirmenizi akılda tutarak somut siyasal sorunlarımıza değinelim isterseniz. Sol entelijansiya, Erdoğan’ın gitmesi konusunda kısa ömür biçiyordu. Ama 3 Kasım 2002 seçimlerinden bugüne 18 yıl boyunca Erdoğan iktidarda kalmayı bir şekilde başardı ve ekseriyet artık bu durumu kanıksadı. Sizce muhalif sol genellikle temenni ve ideolojik kanaat arasında mı gelip gidiyor? 

Sol entelijansiya sorunlu bir kategori. Marjinal bir nüfusu tanımlamasına rağmen çok geniş bir politik/ideolojik yelpazeden bahsetmiş oluyoruz. Ayrıca, muhafazakar/dinci entelijansiyanın malum limitleri nedeniyle hala niceliğiyle orantısız bir etkiyi sürdürmekte olduğu da bir gerçek. Politik miyopluk, yani gözünün önünde ve kendi katkısıyla ilerlemekte olan bir gerici otoriter rejimin inşa sürecini okuma aczi bir zaafsa; ideolojik körlük, yani laikçi/Kemalist/ilerlemeci bir takıntı nedeniyle bütün politik yatırımı AKP’nin düşüşü üzerine yaptıktan sonra adım adım yenilmek de eşit derecede katastrofik bir başka zaaftır. Bu nedenlerle, ülkenin sorunlarına sol entelijansiyanın sorunları penceresinden bakmak, yapay ikilemler içinde kaybolmak anlamında yanıltıcı olacaktır. Özetle, bu soruya cevaben, analitik ekseni belirleyelim, sol entelijansiya da buna göre tercihlerini yeniden belirlesin demek daha doğru görünüyor. 

Peki, o zaman soruyu yeniden formüle edelim: Erdoğan iktidarının bu kadar uzun sürmesinin nedenleri neler ve daha ne kadar devam eder?

Toplum olarak tek adam ya da tek parti iktidarına pek alışkın değiliz. Değişim görmek istiyoruz. O nedenle 2002’de AKP iktidara geldiğinden beri hep bu iktidarı geçici olarak düşündük. Öte yandan bu geçiciliği hep Erdoğan’ın bir proje şahıs olduğu biçimindeki bir büyük komplo bağlamında algılamayı tercih ettik: ABD’nin pişirdiği Büyük Ortadoğu Projesi, 28 Şubat’tan hatta bütün bir Kemalist ‘parantez’den intikam alma projesi ve benzerleri. Bu üst proje gerçekleştiği ya da o yolda çuvalladığı noktada Erdoğan’ın sonu da gelecekti. Böyle bakıldığında Erdoğan’ın yaptığı her siyasi ya da ekonomik manevra, iktidarda kalmak yani günü kurtarmak adına yapılan hamleler olarak okundu/okunuyor. Belki de, yaşanan hemen her gelişmenin “cambaza bak” metaforuyla cevaplanmasının kendisi bir cambazlık. Gözden kaçan şu oluyor: Erdoğan pekala bazı milli ya da beynelmilel komplo çevrelerinin desteklediği bir proje şahıs olabilir ama Erdoğan’ın da bir projesi var; belki de bu nedenle başından itibaren o çevrelerin ilgisini, bazılarının da desteğini kazanmıştır. Ve yine bu nedenle yani bir proje sahibi olması nedeniyle bu kadar uzun süre iktidarda kalmıştır, kalmaktadır. Öncelikle bu projeyi kavramak için kafa yormak gerekiyor. 

‘GÜÇLÜ DEVLET, ÖRGÜTSÜZ TOPLUM TAHAYYÜLÜ DEVREYE GİRİYOR’

O halde, Erdoğan’ın kendisini böyle başarılı kılan projesi nedir?

Özetle, siyasal İslamcı bir restorasyon projesidir. Böyle bir projenin tezahürleri olarak okuduğumuzda, Ayasofya açılımı; Suriye, Doğu Akdeniz, Libya ve en son dağlık Karabağ’da yaşanan çatışmalara angajman; içeride sivil toplum yapıları ile ilgili düzenlemeler ve ekonomi alanında yaşananlar anlamlı bir bütün oluşturuyor. 

Ayasofya ile Türkiye’de siyasal İslam’ın kurucu rüyası gerçekleşmiş oldu. Bunun sembolik/ideolojik etkisi sanıldığından çok daha büyüktür. Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyım rektör atanması da bu hamlenin bir başka tezahürü olarak okunmalıdır. Siyasal İslam, dünyanın her yanında bir ‘dışlananlar’ sosyolojisine yaslanma anlamında kimlik siyasetinin öncüsü oldu. Erdoğan bu ideolojik hatta derinden bağlı ve hiç terk etmedi. Cumhuriyetçi laisizmin dışladığı kitlelerin, büyük burjuvazi tarafından dışlanan taşra sermayesinin, oradan Ortadoğu, Asya ve Afrika’da siyasal süreçler dışında kurgulanan Müslüman kitlelerin ve bir yandan Avrupa sanayisini ayakta tutarken bir yandan da inanç ve kültür temelinde beşeri yapılardan dışlanan göçmen işçi topluluklarının toptan sözcüsü ve önderi olma iddiasıyla iktidarını kurdu. Ve bu iddiayı taşımayı ısrarla sürdürüyor. Kimlik siyaseti, sınıfsal, ulusal vb. ayrımları ortadan bölerek yeni bir mevzileşme oluşturuyor. Ayasofya, astronomik bütçeli Diyanet’in sosyal yaşama artan müdahalelerini, yine aynı Diyanet eliyle Batı ülkelerindeki göçmen toplulukları arasında yaratılan muazzam örgütlenme ağını ve küresel ölçekte İhvan hareketi ile kurulmuş finansal ve siyasal bağları külliyen sembolize ediyor. 

Siyasal İslamcı programın hayata geçmesi, Türk milliyetçiliği ve genel olarak Türk sağı üzerinde kurulan hegemonya ile mümkün olabiliyor.  Özellikle Haziran 2015 seçimlerinden beri gerek iç asayiş terörü gerekse sınır ötesi yayılmacılık anlamında tam bir Türk-İslam örtüşmesi söz konusu. Türk sağının genel programatik duruşu olarak güçlü devlet + örgütsüz toplum tahayyülü de bu çerçevede devreye giriyor. Sivil toplum düzeyinde de sendikasızlaştırma, grev ve toplu sözleşme haklarını yasaklama gibi sistematik saldırıların 12 Eylül rejimi ile zirve yapmış uzun bir tarihi var. Ama son yıl zarfında, pandemi de bahane edilerek dernek ve odaların genel kurullarını engelleme, çoklu baro dayatması gibi hamleler, gelmekte olan topyekûn bir saldırının da işaret fişeği olmuştu.  Sivil toplum örgütlerinin bütününü devlet yönetimi altına alan son yasa, bu kapsamlı anti-demokratik operasyonun önemli bir kilometre taşıdır. 

Zafer Yörük: Büyük burjuvazinin Erdoğan yönetimi altındaki grafiği hiç de negatif değildir. Aksine, sürekli kâr artışı sağladıkları görülecektir.

‘UCUZ EMEK HER TÜRDEN SERMAYENİN CENNETİDİR’

Güçlü devlet ve örgütsüz toplum projesi hür teşebbüs açısından sakıncalı değil mi? TÜSİAD’da kümelenmiş ekonomik elitlerle zaman zaman yaşanan sürtüşmeler bu bağlamda açıklanabilir herhalde?

Erdoğan’ın post-Kemalist projesinin ekonomi politiğini kavramak için Putin’in post-komünist Rusya’daki pratiğine bakmak gerekiyor. Sermayenin benzer bir yeniden yapılandırılmasıyla siyasal iktidarla uyumlu bir ekonomik ‘oligarklar’ koalisyonu ortaya çıkmış bulunuyor. Bu klientalist yapı, liberallerin ‘laissez faire’ prensibinden pre-kapitalist zamanlara doğru bir geriye savruluş gibi görünebilir ama aslında küresel ekonominin periferideki ihtiyaçları bakımından güncellenmiş bir modeldir. Erdoğan, Erbakancı milli ekonomi ve kalkınma projeleriyle yollarını ayırarak sermaye çevrelerinin ‘dışa açılma’ talebi ile örtüştüğü için iktidarda. Özal’dan beri ithal ikameciliğin terk edilerek dünya ekonomisine tam açılma yönündeki adımlar Erdoğan yönetimi altında zirve noktasına ulaştı. Dünya piyasalarından gelen neo-liberal baskılar altında gerçekleşen bu dönüşümün anlamı, ülkenin endüstriyel, tarımsal, enerji, hammadde, toprak vb. bütün varlıklarının ve kaynaklarının uluslararası finans piyasalarında serbest dolaşıma sokulmasıdır. Alıcı olarak Katar’ın adı geçtiğinde infial yarattığı görülen bu açılma, aslında bütün ülkelere ve multi-nasyonal firmalara yöneliktir. Ekonomik faaliyet düzleminde TÜSİAD elitleri ile Erdoğanist oligarklar birbirlerinin alanına müdahale etmiyorlar; öte yandan bu dışa açılma ya da toptan satılma yanında örgütsüz toplum yani sendikasız ve sosyal güvencesiz endüstriyel hayat fikri de elit sermaye çevreleri açısından son derece cazip. Zaten büyük burjuvazinin Erdoğan yönetimi altındaki grafiği hiç de negatif değildir. Aksine, sürekli kâr artışı sağladıkları görülecektir. Ucuz emek, her türden sermayenin cennetidir. 

‘SINIFSAL ÇELİŞKİNİN YERİNE TOPLUMSAL HARMONİ HAYATA GEÇECEK’

Alman toplumunda Nazi iktidarının benzer milliyetçi hamasetine karşı Bertolt Brecht “ama ekmek satılmıyor eskisinden ucuza” yanıtını vermişti. Yani milliyetçilik ya da cami iyi şeyler olabilir fakat son tahlilde karın doyurmuyor. Ayrıca hegemonyadan söz etmişken, ülke seçkinleri ile bir ittifakın sağlanmış olması, çoğunluğu ücretli emek erbabı olan toplum üzerinde hegemonya kurulduğu anlamına gelmez. Öyleyse, bu örgütsüz toplum ya da güvencesiz emek fikri toplumun bütünü nezdinde nasıl onay bulabiliyor?

İşin burası da “cambaza bak” metaforuyla, yani boş mideler üzerinde din istismarcılığı ya da milliyetçi hamaset ile açıklandığı takdirde eksik kalacaktır. Öncelikle Erdoğan’ın oligarklar vasıtasıyla kurduğu klientalist yapı, taşeron firmalara, taşra tüccarlarına kadar ulaşan bir ağ oluşturuyor. Her bileşen, kamu projelerinin alt ihalelerinden ya da devlet teşviklerinden bir şekilde payını alıyor. Böylece, endüstriyel ve ticari hayatın kılcal damarlarına kadar işleyen bir hegemonik ağ kurulmuş bulunuyor. Ücretli emek ve sosyal güvenlik cephesinde ise hak arama ve hak kazanma mantığı terk edilirken ulufe, fitre-zekat, hayır gibi İslami dayanışma kavramları üzerinden vakıfların ve tarikatların esas olduğu pre-modern bir dayanışmacı model söz konusu. Bu çerçevede modern, örgütlü emek, bir nevi “işçi aristokrasisi” damgası yiyerek yeni Türkiye mimarisi içinde tasfiye edilecekler listesinde bulunuyor. Sermaye cephesinde devlet teşvikleri, hibeler, vergi indirimleri gibi uygulamalardan başlayıp yoksullara devlet yardımı pratiğine kadar uzanan bu çark, kendisini sosyal devlet kavramının ve idealinin yerine ikame ediyor. Böylelikle sınıfsal çelişki ve çatışma son bulacak, bunlar yerine toplumsal harmoni hayata geçecek… Bu fikir arkaik olsa da pratikte hegemonik bir güce sahip. 

‘YENİ BİR KİMLİK BUNALIMI SÜRECİNİN BAŞLAMA DÜDÜĞÜ’

Türkiye’nin cumhuriyetten gelen, diplomatik boyutta yürüttüğü geleneksel bir dış politika anlayışı vardı. Erdoğan’ın deyimiyle ‘suya sabuna dokunmayan’ bu dış politikanın yerini, agresif, müdahaleci bir kriz siyaseti aldı gibi görünüyor. Sizce bu, iç ve dış siyasal konjonktürün dayattığı bir zorunluluk mu, sizin deyimizle Erdoğanist projenin bir unsuru mu yoksa artık Türkiye’nin dış politika anlayışı mı?

Bu tür gelişmeleri içerideki sorunları perdeleme amacı güden hamleler olarak okuma eğimli oldukça yaygın fakat yanıltıcı. Bunun yerine devletin stratejik hedefleri ile Erdoğan’ın ideolojik hattının kesişmekte olduğunu teslim etmek gerekir. Bunu, sınır ötesi operasyonlara sistem içi muhalefetin de onay vermesinde gözlemleyebiliriz. Türkiye’nin aktif ve müdahil bir bölgesel güç haline gelmesi ve uluslararası kamuoyu karşısında pazarlık gücü yüksek bir aktör olması devlet politikası anlamında milli hedeflerle örtüşüyor. Bu hedeflerin dinsel mi yoksa milliyetçi bir terminolojiyle mi ifade edileceği artık bir sorun olmaktan çıkmış durumda.

Öte yandan küresel güçlerden görece özerk, hatta bu güç odaklarını birbirine karşı oynayabilen bir alt-emperyalist güç olma yolundaki hamlelerin faturası korkutucu. Yüz yıllık cumhuriyetin devleti ve toplumu birlikte tahayyül ederek içinde tanımladığı bir anlatının ortadan kalkma tehlikesi. Bu, modernleşme ve demokratikleşme gibi kavramlarla örülmüş bir anlatıdır ve özellikle 90’lı yıllardan bu yana ülkenin Avrupa’ya, genel olarak da Batı’ya ait olduğu kabul edilen temel hak ve özgürlük normlarını kendi bünyesine katma süreci içinde olduğunu ifade eder. Son yıllarda gerçekleşen sınır-ötesi askeri angajmanlar yanında Ayasofya açılımı, Fransa ile sürtüşme gibi vakalarda tezahür ettiği üzere Türkiye’de ve Batı toplumları içinde çatışmacı bir kimlik siyasetini tırmandırma iradesi, sürecin 'eksen kayması'ndan çok daha ileriye, bir 'yörüngeden çıkma' boyutuna taşınma tehlikesi altında olduğunu gösteriyor. Bu, her şeyden önce, anlatısını yitirmiş bir yurttaşlar topluluğu olarak yeni bir kimlik bunalımı sürecinin başlama düdüğüdür. Dahası, böyle bir kopuş sonucu çekim gücüne yakalanılması kaçınılmaz olan öteki galaksi mensuplarının, temel hak ve özgürlükler konusundaki sicilleri oldukça arızalı. Özetle, Erdoğan’ın tahtını Doğu Perinçek’in (ömrü vefa ettiği takdirde) doldurduğu bir distopik gelecek ihtimali hiç de hayali bir tehdit değil.  

Erdoğan’ın projesi, bu hassas dış politika manevraları içinde kısmen pan-Türkist veçheleri olan pan-İslamist bir anlatı kurgusuna dayanıyor. Böylelikle merkezinde şahsının ve Türkiye devletinin bulunduğu bir üçüncü kutup yaratabileceği umudu taşıdığı görülüyor. Akil bir siyasetçi, böyle bir proje için yatırımını kültür ve eğitim başta olmak üzere “yumuşak güç” kaynakları üzerinde yoğunlaştırır, uluslararası arenada siyaset kadar kültürel ve ideolojik nüfuz yayılmacılığı temelinde uzun vadeli bir strateji oluştururdu. Erdoğan’ın ise “sert gücün” cazibesine kapılarak konvansiyonel devletçi unsurlarla kol kola girip İttihatçı maceracılık peşinde irredentist ve alt-emperyalist ihtiraslara yenik düştüğü görülüyor. Bütün veriler, bir küresel proje olarak Erdoğanizmin iflasının kaçınılmaz olduğuna işaret ediyor. F-35 projesinden dışlanma, CATTSA yaptırımları ve Avrupa Birliği’nden gelmesi muhtemel yaptırımların bu iflasın uyarı düdüğü olarak bir yörüngeye dönüş manevrasının başlangıcına vesile olması, Türkiyeli ve Batılı demokrat çevrelerin temennisi olmalıdır.

’BOĞAZİÇİ OPERASYONU CİHATÇI ZİHNİYETİN ESERİ’

Sohbetimizin başında Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atamasına, 'siyasal İslamcı restorasyon projesi' çerçevesinde değindiniz. Bunu biraz açalım çünkü gündemi belirleyen bir olay…

Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar, birkaç boyutu ile ele alınabilir. Abdülhamid-Darülfünun ilişkisi ile başlayabiliriz. Erdoğan’ın başlıca ilham kaynağı olduğunu bildiğimiz Sultan İkinci Abdülhamid, Türkiye’nin ilk üniversitesini iktidarına bir tehdit olarak görmüş ve işlevsiz hale getirmişti. Tarihi ileriye sararsak, bu hamle 12 Eylül darbesini takiben YÖK’ün kurulması ve ardından 1402 sayılı yasa ile yaşanan tasfiyelerle karşılaştırılabilir. Rektörlerin seçim yerine atama ile görevlendirilmesi, YÖK’ün kurulması ile yasalaşmıştı. Erdoğan’ın projesi çerçevesinde bakarsak, bu hamleyi dört yıl önce Barış İmzası bahanesiyle üniversitelerde gerçekleşen tasfiye hamlesinin bir devamı olarak görmek doğaldır. Erdoğan, kendi imzasıyla akademisyenleri işten çıkarma konusunda Kenan Evren’i çoktan geçmiş bulunuyor. Her ikisi de üniversite fikrine yabancı karakterlerdir. Ama Evren’den farklı olarak Erdoğan, siyasal İslamcı repertuarı içinde medrese ya da ‘külliye’ gibi alternatifleri olduğu inancına sahiptir ki bu, onu demokrasi açısından Kenan Evren’den bile daha tehlikeli kılar.

İşin bu boyutu, Hilal Kaplan’ın Boğaziçi’ni ‘elitistlerden’ kurtarıp ‘millete’ teslim etme söyleminde kendini ele verir. ‘Elitist’ terimini Robert Kolej gerçeğiyle birlikte ele almak gerekiyor ve burada bütün diktatörlere içkin bilim düşmanı olağan zorbalık duruşundan öte bir çatışmayla karşı karşıyayız. Bu, siyasal İslam’ın Hıristiyan misyonerlikle tarihsel çatışmasıdır. ‘Cihat’ fikrinin önemli bir motifidir ki Erdoğan’ın Panislamizm projesinin mantığı çerçevesinde atılması zorunlu bir adımdır. Hilal Kaplan’la birlikte meseleye baktığımızda, üniversiteler bu tür rektörler eliyle millileştirilecektir. Tabloya bakalım: Siyasal İslamcılar, özellikle Gülen cemaatinin tasfiyesi sonrası, ne pozitif bilimler ne de sosyal bilimler alanında böyle bir dönüşümü gerçekleştirecek kadrolara sahip değil. Bu durumda, akademisyenleri kendilerine biat etmeye çağırmaktan başka çareleri yok görünüyor. Tasfiye dalgalarına rağmen üniversitelerde kalabilmiş olan akademisyenlerin işi daha da zorlaşacak. Mesleki etik gereği siyasal otoriteyle aralarındaki mesafeyi korumaları gerekiyor ve Erdoğan’ın kontrolü altına girmiş üniversitelerde bu, riskli bir duruş.

‘KÜRT OYLARINA GÖZ DİKMELERİ FAŞİZAN BİR YÖNELİM’

Türkiye bahsinde son olarak Kürt meselesi ile muhalefet ilişkisine gelelim. Cumhuriyet rejimi Kürtlerle arasında hep bir kırmızı çizgiyi korudu. İktidar ve muhalefet partileri de bugüne kadar HDP ve Kürtleri siyaset alanının dışında tutarak, birlikte olmaktan kaçındı. Son dönemde Deva Partisi’nin Kürt sorunu ve ana dilde eğitim konusundaki net çıkışları, bu kırmızı çizgiyi siyaseten aştığının sinyallerini mi veriyor? Ne dersiniz?

Deva Partisi ile başlayalım. Kürt meselesi üzerine söylediklerinin hiçbir orijinallik taşımadığını görüyorum. Her siyasal partinin muhalefette iken demokrat, iktidarda ise diktatör olması bir gelenektir. Kürt meselesinde CHP ve genel olarak Millet İttifakı partilerinin daha da temkinli ve dışlayıcı olmaları ile kıyaslandığında biraz daha demokrat bir söylem ama “Kürt kökenli kardeşlerimizle, öpüşüp barışalım” söyleminden öteye geçemediğini de teslim etmek gerekir. O kırmızı çizgiyi aşmak, somut bir yönetsel dönüşüm programıyla mümkündür. Cumhuriyet tarihinde bu dönüşümü “yerinden yönetim” olarak dillendirebilmiş tek muktedir, 1990’lı yılların başında Turgut Özal olmuştur. Sonrasındaki bütün çözüm söylemleri, AKP’nin “Kürt açılımı” da, Babacan’ın şimdi dile getirdiği yuvarlak öneriler de dahil olmak üzere, Özal’ın gerisinde kalmıştır. HDP çizgisi “demokratik özerklik” programı ile bu alandaki tek istisnadır. Özal’ın çıtası gerektiği irtifaya yükseltilmiş bulunuyor ve burada artık demagoji yerine örneğin Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın kabul edilerek uygulanacağı yönünde somut irade beyanları dikkate alınabilir.

HDP’yi siyasi kadrolarından seçmenine kadar ortadan kaldırmaya yeminli devlet saldırısı koşullarında Babacan ve Davutoğlu partilerinin demokrasi havariliğine soyunarak sahipsiz kalan Kürt oylarına göz dikmeleri demokrat değil, faşizan bir yönelimdir. Bu şartlar altında demokratik duruşun tek şartı açıkça HDP’yi savunmak yani bütün parti teşkilatları ile HDP’nin direniş ve protesto eylemleri içinde fiilen yer almaktır. Kürt seçmeninin de artık bu dediğimden aşağısına pirim vermeyeceğini düşünüyorum. 

Deva ve Gelecek partilerinin önemi, AKP seçmeninden ne kadar oy koparacaklarıyla sınırlıdır. Umarız seçim vakti geldiğinde bugünkü muhalif ifadelerini unutup kopardıkları seçmen öbeklerini eski reislerine geri teslim etmezler.

‘2021, SURİYE İÇ SAVAŞININ BİTİŞİNİ DE GETİRECEK’ 

Babacan’ın Kürt programını önemsemiyorsunuz ama geçtiğimiz yılın önemli olayları arasında yeni bir Kürt partisi kurma girişimini andınız. Bu girişimi neden önemsiyorsunuz?

HDP çizgisi karşısına bir Kürt partisi çıkarmanın Erdoğan için tek çözüm olduğu uzun zamandır ortada. Bu yolda, Mesud Barzani ile aynı kürsüyü paylaşmak, Şivan Perver ile İbrahim Tatlıses’e birlikte türkü söyletmek, Miroğlu ve Metiner gibi şahsiyetleri AKP milletvekili yapmak, Hüda-Par’ı güçlendirmeye çalışmak gibi birçok girişimde bulundu. Hepsinin ortak özelliği, dindar olmalarının yanında PKK’ye uzak hatta hasım unsurları merkeze almış olmasıydı. Bu kez yapılmakta olan manevranın farkı Osman Öcalan’ın PKK’yi içeriden yeniden dizayn etmek mealinde ifadelerinde hemen kendini gösteriyor. Öyle anlaşılıyor ki bu yeni girişim, Kürt hareketi ve HDP seçmeni içindeki muhtemel fay hatlarını kaşıyacak. PKK’nin barış yapmaya çalıştığı ama Erdoğan takıntılı Türkiye solunun etkisi altındaki HDP yönetimi tarafından barış sürecinin rayından çıkarıldığı gibi iddialar üzerinden siyaset yapacak. Yani dindar Kürt seçmenini HDP’den koparmanın ötesinde, kapsamlı bir HDP eleştirisi ve yeni bir barış girişimi iddiası da taşıyacak gibi görünüyor. HDP’nin polis ve yargı marifetiyle fiilen yok oluş eşiğine getirildiği koşullarda Kürt seçmeni için yeni ve etkili bir elçi olma vaadi sunmayı hedeflediği anlaşılıyor.

Kuşkusuz böyle bir proje de birçok sorunu içinde taşıyacaktır. Yukarıda değindiğimiz özyönetim programı kadar, hatta daha da fazlasıyla Suriye’de boğulmaya çalışılan Kürt oluşumunun kaderi bu sorunların ana kaynağıdır. 2021, covid aşısıyla birlikte Suriye iç savaşının bitişini de getirecek gibi görülüyor. Biden yönetiminin Kürt oluşumunu feda etmeden nasıl bir çözüm önerisi formüle edeceği merak konusudur. Yeni Kürt partisi girişimi, bu gelişmeler içinde Türkiye, Irak ve Suriye içindeki dinamikler üzerinden ve Erdoğan’la çatışmaktan kaçınarak bir hat belirleyecektir. Her halükarda, böyle bir girişimin demokrasi, haklar ve özgürlükler adına Kürt halkı için ve Türkiye toplumunun bütünü için HDP’nin sunduğu mücadele hattının çok gerisine düşmesinin kaçınılmaz olduğundan kimsenin kuşkusu olmasın. 

‘YENİ DÖNEMİN MÜCADELE DİNAMİKLERİ LATİN AMERİKA’DA BAŞLADI’

Bizim sorularımız bu kadar. Siz neler eklemek istersiniz?

Bitmekte olanın yalnızca bir yıl değil 2010’lu yılların bütünü olduğundan hareketle dünyanın yeni bir on yıllık süreç içine girdiğini yeniden vurgulamak isterim. Bu hatırlatmanın ardından dikkatleri Latin Amerika’ya çekerek bitirmek isterim, çünkü geleceğin tohumlarının orada atılmakta olduğunu gözlemliyorum. Orta ve Güney Amerika’dan başlayacak yeni fırtınanın ilk belirtisi Las Tesis/Yolundaki Tecavüzcü dansı ile Şili’de başlayan yeni protesto dalgasıdır. Kadınların taciz, tecavüz, cinayet ve şiddete karşı başkaldırısının ifadesi olarak pandemi koşullarına rağmen dünyada geniş yankı bulmuştur. Yılın başlangıcında bütün Latin Amerika’yı sardıktan sonra kuzeye ve doğuya doğru sıçramış, Avrupa’dan Orta Doğu ve Asya’ya kadar yeni bir kadın isyanının başlangıcı olmuştur. Türkiye’nin örgütlü kadın hareketi de bu yeni dalganın dışında değildir. Cinsiyetçi tahakkümün tezahürleri karşısında dünyanın her köşesinde sürekli ölüm/kalım savaşı vermeye zorlanan kadınların bu yeni isyan hamlesi, geçtiğimiz yıla damgasını vurmakla kalmayıp önümüzdeki dönemin sosyal hareketlerinin karakterini ve rotasını belirleyecektir.

Aynı kıtada dikkate alınması gereken ikinci önemli gelişme, Bolivya’da Sosyalist Hareket MAS’ın kazandığı seçime rağmen iktidardan uzaklaştırılmasından bir yıl sonra yenilenen seçimleri de kazanarak yeniden iktidara gelmesi sürecinin niteliğinde gözlemlenebilir. Devrik başkan Evo Morales’in sürgünden geri dönmesine rağmen başkanlık koltuğuna talip olmaması da alışıldık güç siyasetinden farklı bir durumla karşı karşıya olduğumuz yolunda önemli bir gösterge. Pandemiden kurtulma sürecine girmiş olan dünyamızda hemen hiçbir şeyin pandemi öncesi ile aynı olmaması kaçınılmazdır. 

Antonio Gramsci’nin deyişiyle “eskinin öldüğü ama yeninin doğmadığı” bir dünyanın içinde olduğumuz ortada. İşte yeninin doğuş dinamiklerinin ilk göstergeleri olması bakımından Latin Amerika’dan başlayan ve geçmişteki benzerlerinden önemli farklar gösteren hareketlenmeler, demokrasi, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin gelecek on yılının işaret fişeğidir. Sağlıklı ve özgür bir on yıl diliyorum.