Yüzüncü yılında Alevilerin Cumhuriyet'i

Aleviler Türkiye’nin siyasal krize girdiği her dönemde kendi tercihleri olmayan bir görünürlük kazanmışlardır. Ve 'aşırı görünürlük' olarak andığım bu momentlerde ağır bedeller ödemişlerdir.

Google Haberlere Abone ol

Besim Can Zırh*

2023 yılında gerçekleştirilen Genel Seçimler ve Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, Cumhuriyet’in yüzüncü yılına rastlıyor olması nedeniyle her durumda kaçınılmaz olarak özel bir anlam taşıyacaktı. Erdoğan, iktidarda geçirdiği çalkantılı bir 20 yılın ardından #TürkiyeYüzyılı sloganıyla ülkenin geleceği üzerindeki iddiasını koruyordu. Dolayısıyla, uzun süredir memleketi ilgilendiren hemen birçok konuda yarı-yarıya kutuplaşmış olan toplumun bir kısmı için 2023 seçimleri bir son dönemeç anlamı kazandı. Peki bu dönemeç nasıl alınacaktı? Erdoğan’ın her anlamda merkezileşmiş siyasi karizmasının karşısına kim çıkacaktı? Deniz Baykal gibi bir aktörün sansasyonel vedası ardından, 2010 yılında CHP Genel Başkanlığı koltuğuna oturan Kılıçdaroğlu 2017 yılındaki “Adalet Yürüyüşü”yle tökezleyerek ilerlediği siyasetteki alanını güçlendirmiş olarak bu son dönemeçte Türkiye’yi kurtaracak/toparlayacak bir lider olarak sahneye çıkıyordu. Fakat Kılıçdaroğlu’nun adaylığı her şeyden önce, olası kazanım ve zararlarının nasıl hesap edildiğini bilmediğimiz, Altılı Masa etrafında bir tartışma gündemi oldu. Seçim öncesinden başlayarak ve sonrasında şiddetlenerek Kılıçdaroğlu’nun Alevi kökenli olması adaylığına yönelik itirazların dayandığı açık/örtük temel gerekçe oldu. 

Siyasi münakaşalardan akademik “analizlere”, kendinden menkul gazetecilerin iddialarına, fenomenlerin CHP’li belediyelerde çalışanların köken hafiyeliğini sosyal medyada afişe etmesine kadar genişleyen bu tartışmanın Alevilere yönelik ayrımcı bir şiddete yol açabileceği, konu üzerine çalışanları kaygılandıran bir durumdu. Alevilerin Cumhuriyet tarihinde yaşadıkları üzerinden ördüğü belleğe aşina değilseniz muhtemelen konduramadığınız bir bağ olacaktır bu kaygı. O halde gelin bu yüzyıllık tarihin kimi duraklarına Alevilerin penceresinden bakalım. 

2017 yılının Kasım ayında Malatya’dan basına yansıyan bir haber Türkiye’nin Alevi gündemiyle ilgili çevreleri teyakkuza geçirdi. Malatya’nın Yeşilyurt ilçesine bağlı, Cemal Gürsel Mahallesi’ndeki Alevi haneleri kırmızı çarpılarla işaretlenmişti. Haberlere yansıyan fotoğraflardan birinde kırmızı çarpıyla işaretlenmiş kapısının önünde duran bir kadının bakışları Alevilerin tedirginliği betimliyordu. Artı Gerçek kadına ulaşmış ve yaşananlara dair kendisiyle kısa ama derinlikli bir röportaj gerçekleştirmişti. Yüksel Kalın, “Korktum, tedirgin oldum. Herkes tedirgin oldu” sözleriyle Hamido Olayları'ndan (1978) 15 Temmuz Darbe Girişimi (2016) ardından mahallerine yapılan yürüyüşe kadar yakın tarihimizde Alevilerin hedef alındığı olayları hatırlatıyordu. Sonrasında ise “Biz Aleviler sahipsiziz. Atalarımız da sahipsizdi, biz de sahipsiziz” diyordu (25.11.2017). Türkiye’de Alevi işyeri ve evlerin kırmızı çarpıyla işaretlenmesi, 2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaş sürecinde, "Alevilerin savaş karşıtlığını Esat ailesiyle bir tür mezhep akrabalığıyla" açıklayan “analizler” sonrası başlamış ve bugüne değin aralıklı olarak sürmüştü. Bu saldırıların büyük kısmı açıklığa kavuşturulamadı.

SAHİPSİZLİĞİN TARİHSEL İZLEĞİ      

Bir Amerikan misyoneri olan George Edward White, 1887 tarihinde Merzifon’da kurulmuş Anadolu Koleji’nin müdürü olarak 1913 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na gelir. Görevi süresince Anadolu’daki inanç topluluklarıyla ilgilenir ve ilginç yazılar kalem alır. Bunlardan 1918 tarihli “Some Non-Comforming Turks” başlıklı kısa yazısında ilginç bir anekdot aktarıyor. 1908 tarihinde İstanbul’da görüştüğü bir Alevinin 29 yıl askıda kaldıktan sonra tekrar ilan edilen Osmanlı’nın ilk anayasasına dair görüşlerini sorduğunu şu cevabı alır: 

“Bize yeni bir rejim verdiler, fakat bu rejimi yönetenler kimdir? Koltukta oturanların onda dokuzu aynı kişiler. Ben bunları bir yılana benzetiyorum. Sürünerek ilerleyen yılanın yolunu iki kaya kapatır. İki kaya arasında sadece dar bir geçit vardır. Yılan yolundan geri duramaz, dönemez de. O dar geçitten geçmek zorundadır. Geçerken derisi soyulacak olsa bile geçecektir ama geçtikten sonra yine aynı eski yılandır” (1918: 242).

Rıza Nur, Hayat ve Hatıralarım (1967) anılarının bir bölümünde Lozan görüşmelerinde geçen bir hadiseyi aktarır. Heyetin “Avrupalı güçler”e karşı mücadele etmek zorunda kaldığı konulardan biri de Anadolu’da yaşayan “iki milyon Kızılbaş” nüfus olmuştur. Avrupalılar bu topluluğun “din” kavramına işaretle “azınlık” olarak tanınmasını talep ederken Türk Heyeti bu insanların “halis Türk” olduğunu ispata mecbur kalmışlardır. 1930’ların önemli gazetelerinden Hakimiyet-i Milliye yazarlarından Naşit Hakkı Derebeyi ve Dersim (1931) kitabının yazarı, “Şarki Dersim” kısmını şu sözle açıyordu: “Şarki Dersim bir kuyudur. Asırlar buraya neler doldurmamıştır” (1931, s. 63). İstanbul’la aynı yıl fethedilmiş olmasına karşın aradan geçen zamanı “ondan evvel nasıl yaşıyorsa öyle geçiren”, Cumhuriyet’e uzak düşmekle uygarlıktan mahrum kalmış ve aşiretlerin elinde mahsur Dersim’i betimlerken kullandığı kara-destansı dil dikkate değer: 

“Coğrafya kitaplarının ‘Kapalı Memleket’ dedikleri Tibet’i bile birçok keşif ve sefer heyetleri baştan başa kat etmişlerdir. Fakat Dersim, devlet memurlarıyla asker kıtalarından başkasının kuşbakışı bir tetkikine bile mevzu olmamıştır” (1931, s. 21). 

Cumhuriyet kurulduğunda Anadolu’nun birçok köşesi yeni siyasi elit için birer “kara kutu” olarak görülmekteydi. Bu nedenle belirli bölgelere müfettiş gönderilerek İmparatorluk bakiyesi demografik yapının bilgisi üretilmeye çalışıldı. Hasan Reşit Tankut’un Zazalar Üzerine Sosyolojik Tetkikler çalışması önemli bir örnek olarak sunulabilir. Tankut’un CHP’ye “mahsus” hazırladığı raporda geçen şu ifade dikkate değerdir:

“Cumhuriyetçilik onlara aykırı gelmez. Milliyetçilik anlayışları henüz olgun değildir. Fakat, anlatmak müşkül olmaz. Devletçilik insiyak olarak mevcuttur. Fakat, onların devletçiliği bir nevi tekke sosyalizmidir. (Komünistlik bu zümreye bu yolla girebilir)” (s. 110).

Tarihsel olarak bu alıntıların bağlamlarından doğru neye tekabül ettiği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte benim okumam, İslam ümmetinden Osmanlı vatandaşlığı dikilemeyen yeni kimliğin karşılığını Türk ulusunda bulduğunda Aleviler dilde, kültürde ve inançta saf/yerel bir maya olarak görülmüş ama buradan hareketle inşa edilecek ulus kimliğin içinde nasıl konumlandırılacakları bir sorun olduğundan da adı anılmayan bir referans olarak kullanılmıştır.

Hacı Bektaş Veli Müzesi’nde 2009 yılında gerçekleştirilen restorasyon öncesi ve sonrasında Mustafa Kemal’in Milli Mücadele öncesinde Bektaşilerden destek almak üzere kasabayı ziyaretini konu edinen anı köşesi. Restorasyon öncesi ancak resmi bir kurumda görebileceğimiz askeri biçim sonrasında sivilleşerek bir kahve masasına evrilmiş. Her iki temsilde de ziyaret edilenin görünmez kılınmış olması ortaklaştıkları nokta. 

Buna karşın Aleviler, Türkiye’nin siyasal krize girdiği her dönemde kendi tercihleri olmayan bir görünürlük kazanmışlardır. Yazının sınırlarını gözeterek 1960’ların sonunda Aleviliğin sol siyasetle örtüştüğü ve bunun bedelini 1970’lerin sonunda Erzincan (1974), Malatya (1978), Sivas (1978), Kahramanmaraş (1978), Çorum (1979) ve Hatay (1980) yerellerinde maruz kaldıkları şiddet ve kırımları not ederek geçiyorum. Aleviler 1960’larla birlikte Avrupa’ya başlayan işçi göçü sürecine katılmış, bu süreçte biriktirdikleriyle yıllardır kırsalında yaşadığı bu kentlerin merkezlerinde toplumsal ve iktisadi bir görünürlük kazanmış ve 1970’lerin sonuna gelindiğinde yaşanan siyasal krizin kolay hedefi olmuşlardır. Bu dönemin genel çerçevesi açısından Birikim Dergisi’nin 1978 Maraş’tan Sonra (1979) başlıklı değerlendirmesine bakabilirsiniz.

ALEVİ UYANIŞI’NA DOĞRU: 1987

12 Eylül sonrasında önemli bir durak 6 Eylül 1987 tarihinde gerçekleştirilecek Anayasa Referandumu'dur. 12 Eylül öncesi Demirel, Ecevit ve Erbakan gibi siyasi liderlerin yasaklarının da kaldırılmasını öngören referandum birçok aktör açısından önem taşıyordu. Yasaklı liderlerin yeniden siyasete girmek üzere kurdurduğu ama yasaklar nedeniyle perdenin arkasından yönettiği Demokratik Sol Parti (DSP), Doğru Yol Partisi (DYP) ve Refah Partisi (RP) gibi partiler tabanlarını "Evet" anlamına gelen mavi rengin etrafında toplarken iktidarı paylaşmaya hazır olmayan Özal ise devletin tüm olanaklarıyla "Hayır" anlamına gelen turuncu rengini merkeze alan bir propaganda süreci yürütmüştü. 12 Eylül Askeri Darbesi’yle yaşanan ağır bir dönemin ardından siyaset sahnesi tekrar kurulurken artık kentlileşmiş olan Aleviler de sola olan küskünlüklerine işaretle siyaseten yolunu arayan ve seçimler açısından ağırlık kazanabilir bir topluluk olarak yeniden keşfediliyordu.  

Referanduma giden süreçte Yeni Gündem dergisi Hacı Bektaş Şenlikleri’ne denk gelecek şekilde Alevilik üzerine ilk özel sayıyı hazırlıyordu: “Aleviliğe Ne Oluyor? Dini ve toplumsal görenekleri, siyasi konumları değişiyor” (23.08.1987). Türkiye’de Alevilik üzerine hazırlanan bu ilk dosyadan 1993 Sivas Katliamı'na kadar 2000’e Doğru, Demokrat, İzlenim ve Nokta gibi dönemin önemli dergilerinde Alevilik konusunu kapaktan işleyen 15 kadar özel sayı hazırlandı. Bu ilginin kaçınılmaz bir sonucu olarak Aleviler önemli bir görünürlük kazandı. Bu durum farklı aktörlerin de dikkatinden kaçmadı. Aleviliği, bir mezhep olmadığı teziyle özgünlüklerini silikleştirerek İslam’ın içinde konumlandıran yayınların yanı sıra tarihsel önemli referanslar da hatırlatılıyordu.

Nokta Dergisi’nin 1987 yılında “Alevilik Tarihe Karışıyor: Dinsel, kültürel ve politik bir yok oluşun öyküsü” (27.09.1987) başlıklı olandan 1990 yılında yayımlanan “Aleviler ‘Artık Susmayacağız’ Alevi düşüncesi son yıllarda büyük bir canlılık içinde” (13.05.1990) özel sayısına kadar Türkiye’de Aleviler “uyanış” olarak anılan bir görünürlük kazanmıştı. 

2000’LER DÖNEMECİ: TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK AÇILIMLARI VE ALEVİLER

1993 Sivas Katliamı'yla 1980’lerin sonunda kazandığı aşırı görünürlüğünün bedelini ödeyen Aleviler 2002 Seçimleri'ne doğru yeniden keşfedildi. Ruşen Çakır ve İhsan Yılmaz’ın Hacı Bektaş Şenlikleri'ne denk gelecek şekilde hazırladıkları sekiz bölümlük yazı dizisinin başlığı bu anlamda manidardı: “Yolunu Arayan Alevilik” (2001). Bu yazı dizisi için görüşülen Mersin eski Müftüsü Abdülkadir Sezgin kendisine cemevlerinin yasal olarak tanınması sorulduğunda Avrupa’da dahi çok az kişinin haberdar olduğu Kızıl-Yol isimli küçük bir siyasi topluluğun internet sitesine işaret ederek Alevilerin “Alevistan” hayali peşinde koştuğunu ve “PKK’dan sonra ikinci problem” olduklarını söylüyordu. Başbakan koltuğuna oturan Erdoğan, 2003 yılında yurtdışına gerçekleştirdiği ilk ziyarette, Berlin’de Türkiye kökenli göçmen dernekleriyle bir araya gelmiş ve Alevi derneğinin cemevleriyle ilgili yönelttiği aynı soruya İslam’da ibadethanenin tek olduğunu belirterek cevap vermişti. Bu dönem yaşanan bir diğer önemli vaka ise 2004 yılında yayımlanan AB İlerleme Raporu’nda Alevilerin “Sünni olmayan Müslüman azınlık” olarak tanımlanmış olmasıydı. Her ne kadar bu kavram, Türkiye’nin itirazlarıyla ilgili rapordan çıkarılmış ve bir daha kullanılmamış olsa da Rıza Nur’un Lozan’dan aktardığı Alevilerin dini bir azınlık olarak tanınması sorununun neredeyse bir yüzyıl sonra yine “Batılı güçler” aracılığıyla ve dolayısıyla “Sevr sendromu” olarak yeniden gündeme gelmiş olması önemliydi (2004). 

Bu dönemin hemen ertesinde, Hrant Dink’in çalışmalarıyla Türkiye’nin Ermeni meselesi önemli bir görünürlük kazanıyordu. Özellikle 2005 ve 2007 yılları arasında Aksiyon dergisinde yayımlanan bir dizi haberde, Türkiye’deki din değiştirmelerin özellikle Alevi-Kürtler arasında yaygın olduğuna dikkat çekiliyor fakat bu durumun gerçekte “eski dine dönüş” olarak görülmesi gerektiği belirtiliyordu. Bu gibi haberlerde bir iç güvenlik sorunu olarak işlenen misyonerlik faaliyetleri Aleviliğe de değerek gündem olmuştu. Aynı yılın şubat ayında Trabzon’da Rahip Santoro öldürüldü. Bu cinayetin ardından bir yıl geçmeden Hrant Dink suikastı gerçekleşti ve hemen ardından nisan ayında Malatya’da Zirve Yayınevi’nin irtibat bürosu basılarak üç kişi öldürüldü. 

Bu dönemde “kripto” tezlerle örülen tehdit algısıyla çelişir gözüken bir başka tez ise Ergenekon Davası sürecinde gündeme geliyordu. “Cumhuriyet Mitingleri” olarak anılan Ankara, İstanbul ve İzmir’de düzenlenen protestolara Alevilerin yoğun olarak katıldığı ve böylece darbe çağrısı yaptıkları söyleniyordu (21.05.2007 – Aksiyon). Bu dönemde önce Şerif Mardin’in “Mahalle Baskısı” (02.05.2007) ve Konda’nın “Biz Kimiz” araştırmasında geçen “Endişeli Modern” (2008) kavramları siyasal jargonumuza girmişti. Binnaz Toprak’ın Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakarlık Ekseninde Ötekileştirilenler (2009) araştırmasında Alevilerin büyük şehirler dışında maruz kaldıkları ayrımcılıklara değiniyordu. Alevi Enstitüsü ise saha araştırmasına dayalı “Türkiye’de Alevi Olmak” raporunu 2010 yılında yayımlamıştı. 

Bu dönemde Aleviler “eşit yurttaşlık” talebiyle çeşitli mitingler düzenledi. 9 Kasım 2008 tarihinde Ankara’da düzenlenen “Büyük Alevi Mitingi” dönemin AKP İstanbul Milletvekili ve 2007 yılındaki ilk Alevi açılımından sorumlu Reha Çamuroğlu’nun tepkisini çekmişti ve mitingi güvenlikçi bir kuşkuyla karşılamıştı (12.11.2008). 2007 yılında Çamuroğlu’nun yönettiği açılım süreci sonuçsuz kalınca 2009 yılında “Alevi Çalıştayı” gerçekleştirildi. Devlet “ilk defa” Alevilerle masaya oturuyordu. Muharrem Ayı vesilesiyle Çankaya’da “iftar sofrası” kuruluyordu. Çalıştay kapsamında yedi toplantı yapıldı, sonuç raporu 2010 yılının hemen başında yayımlandı. Alevilerin taleplerinden çok Sünnilerin bu süreçten alınmış olabileceği duygusuyla yazılmış olan raporun tek somut sonucu 2 Temmuz 1993 tarihinde kundaklanan ve 33 kişiye mezar olan Madımak Oteli’nin kamusallaştırılması ve bir “Bilim ve Kültür Merkezi” olarak restore edilmesi oldu. Bina girişine konulan ve 2 Temmuz’da hayatını kaybeden (aralarında oteli yakmak için dışarıda toplanmış saldırganlar da dahil) herkesin isim sırasına göre dizildiği fakat neden hayatlarını kaybettiklerine dair bir açıklama içermeyen küçük bir anı köşesiyle konu kapanmış oldu. Bu nedenle olmalı Sivas Valiliği hemen o yıl, 1994 yılından bu yana düzenlenen Sivas Anması Yürüyüşü'ne izin vermedi. Yürümeye çalışanlara gaz ve su sıkılarak müdahale edildi. Çamuroğlu birkaç yıl sonra Nil Mutluer’e verdiği röportajda “Alevilerin her düzeyde aptal yerine konmaya çalışıldığını görüyorum” diyecekti (17.01.2013). 

Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı öncesi “herkesin bildiği sır” Dersim, Alevilerin CHP’yle olan tarihsel ittifakını hedef alacak şekilde gündeme gelmişti. Dönemin Başbakanı Erdoğan, 2011 yılında 1937-8’de Dersim’de yaşananları “katliam” olarak anıyordu. CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün Zaman gazetesine verdiği ve 10 Kasım 2011 tarihinde yayımlanan röportajı yılın olayı olmuş ve 29 Aralık 2011 tarihine kadar 20 gazetede Dersim meselesiyle ilgili 535 köşe yazısı yayımlanmıştı (2012). Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasıyla birlikte Dersim referansıyla Alevilik giderek siyasal bir gündeme dönüştü. Kılıçdaroğlu ilk büyük sınavına bu iklimde girdi. Tüm Türkiye Alevilerin 12 Eylül 2010 Referandumu'nda "Evet" (AKP), "Hayır" (CHP) ve "Boykot" (BDP) seçenekleri arasında nereye yöneleceklerini merak ediyor ve bunu görmek için Tunceli’ye bakıyordu. 55 bin seçmenle Türkiye’nin en küçük seçim bölgelerinden biri olan Tunceli bir anda Türkiye’nin gündemine oturmuştu. Katılımın yüzde 67’de kaldığı Tunceli seçimi yoğun olarak boykot eden 10 il arasındaydı. Sandığa gidenlerin yüzde 81’i ise referanduma karşı bir tutum sergileyerek Tunceli’yi Türkiye'de en yüksek oran da "Hayır" oyu veren il konumuna yerleştirmişti. 

Bu süreçteki yazılan bazı köşe yazılarının başlıklarını hatırlatmak isterim: “Dersim: Alevi’nin Stockholm Sendromu” (Özlem Albayrak – YeniŞafak, 17.10.2009), “Celladına aşık olmak” (Mehmet Kamış – Zaman, 08.08.2010), “Stockholm Sendromu Olarak Atatürkçülük” (Hilal Kaplan – Yenişafak, 16.11.2011), “Sivas'ta Aslan Kesilenler Dersim'de Niye Sessiz?” Ali Karahasanoğlu – Yeni Akit, 25.11.2011). Hakan Albayrak ise hemen referandum sonrasında kaleme aldığı “Dersim dedik Tunceli çıktı!” başlıklı yazısında şunları söylüyordu: “Hey gidinin Dersim'i... Sen hakikaten Tunceli olmuşsun. Demek ki yarın ‘Sabiha Gökçen Havaalanı'nın adı değiştirilsin mi?’ diye referandum yapılsa ona da hayır diyeceksin” (15.09.2010).

Oysa Aleviler, 12 Eylül Referandumu öncesi ve sonrasında yeni anayasa tartışmasının hızlandığı bu sürece katkı vermek üzere yoğun bir çaba içindeydiler. “Eşit yurttaşlık” talebi merkezinde sadece kendilerine yönelik değil zorunlu din dersleri konusunda olduğu gibi Türkiye’de laikliği güçlendirici talepleri çeşitli toplantı ve etkinliklerde basın açıklaması ve rapor olarak sunmuşlardı (2012). Söz gelimi, Hacı Bektaş Veli Kültür Vakfı ve Alevi Enstitüsü ise 7‐8 Ocak 2012 tarihlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde “Anayasa’yı Beklerken: Aleviler Sempozyumu” gerçekleştirdi. Bu toplantıdan sonuçları ise 15 Ocak tarihinde Ankara’da “Aleviler Anayasayı Beklerken” alt başlığıyla düzenlenen İkinci Büyük Alevi Kurultayı’nda Mor Kitap olarak dağıtıldı.

13 Mart 2012 tarihinde Sivas Katliamı davası zaman aşımına uğradı. 2011 yılında başlayan Suriye İç Savaşı’nın Türkiye’ye yansımaları Aleviler açısından bir başka baskı ortamı yaratmıştı (12.05.2013). 11 Mayıs 2013 tarihinde Reyhanlı’da gerçekleşen bir patlamada “53 Sünni vatandaşımız şehit oldu”, 21 Mart 2013 tarihinde Diyarbakır’da kutlanan Nevruz’da Öcalan mektubunda “bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşam” anıldı. 2013 yılı haziran ayında yaşanan Gezi Parkı Protestoları bir “Alevi İsyanı” olarak çerçevelenmeye çalışıldı (21.03.2014) ve aynı yılın sonuna doğru Ankara Tuzluçayır’da Cem Vakfı ve Cemaat'in ortak projesi olarak “cami-cemevi” inşaatına gösterilen tepkiler nedeniyle (22.11.2013) Alevilik, Türkiye gündemindeki huzursuz yerini korudu, Uğur Kurt, 14 Mayıs 2014 tarihinde akrabasının cenazesi için gittiği Okmeydanı Cemevi'nde Berkin Elvan için yapılan gösteriye müdahale eden bir polisin silahından çıkan mermiyle öldürüldü, Nisan 2016 tarihinde 24 Alevi köyünün bulunduğu Sivricehöyük (Maraş) yöresinde Suriyeliler için konteyner kent yapılmasına IŞİD korkusu nedeniyle Aleviler tepki gösterdi. 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi sonrasında bazı Alevi mahallelerin hedef alınmasından bugüne Aleviler büyük bir sessizlik içinde (2017). Fırat Konuşlu 2021 yılında Alevilerin bu sessizliğine dikkat çektiği yazısını neden kaleme aldığını şu şekilde açıklıyordu: “Karşımızdaki inancın, çağları aşan zulüm karşısında sadece zulmeden tarafından tehdit edildiğini değil, yanında gördükleri tarafından da yoğun bir yalnızlığa terk edildiğini hatırlatmayı amaçlıyorum.” 

Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte inşa edilen ulus kimlik kapsamında Alevilerin, Kürtler gibi birçok diğer topluluklarla birlikte, sahip olduğu özgünlükler/farklar görünmez kılındı. Bunun zemini Anayasa’nın 66’ncı maddesinde açıkça ifade edilir: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” Aidiyet vurgusunu vatandaşlıktan doğru kuran bu cümle kâğıt üzerinde kapsayıcı bir tanımdır ve 10’uncu maddeyle güvence altına alınmıştır. Tarihsel olarak 27 Mayıs Darbesi sonrası, Alevilerin Demokrat Parti’yle yaşadıkları hayal kırıklığı nedeniyle geriye dönük olarak inşa edildiğine yönelik geçerli bulduğum yorumlar ışığında Aleviliğin kendilerine bir tür görünmezlik sağlayan bu çerçeveyi benimsediklerini düşünüyorum. Takiye geleneğiyle de uyumlu olarak Alevi olduklarını ifade etmek ve dolayısıyla savunmak zorunda kalmadan eğitim başta olmak üzere yeni Cumhuriyet’in kamusal yaşamına katılmanın önünü açan bu “bedelli (görece) eşitlik” önemli bir kazanım olarak görülebilir. Bu nedenledir ki 27 Mayıs Darbesi sonrası Diyanet İşleri Başkanlığı kapsamında bir mezhepler masası kurulması gündeme geldiğinde milliyetçi muhafazakâr çevrelerin “mum söndüyü camiye taşıyacaklar” gibi başlıklarla (2018) yaptıkları yayınlara karşı Ankara ve İstanbul’da, ağırlıkla hukuk fakültelerinde okuyan Alevi kökenli üniversite öğrencilerinin bir araya gelerek yayınladıkları bildirinin temel vurgusu Anayasa’nın 10’uncu maddesi olur. 

Alevilerin Cumhuriyet’in laiklik (görünmezlik) pelerinine sarılmış olarak ama Aleviliklerini bıyık ve saz gibi bilgisine vakıf olanın okuyabileceği kültürel gösterenlerle imleyerek görünmez kalmayı tercih ettikleri düşünülebilir. Buna karşın Türkiye’de siyasetin kitlendiği, krize girdiği dönemlerde Aleviler kendi rızaları dışında görünür kılınmışlar ve “aşırı görünürlük” olarak andığım bu momentlerde ağır bedeller ödemişlerdir. Dolayısıyla Alevilerin görünmez kılınmış olmalarının doğrudan karşıtı görünür olmaları (Aleviliğin anayasal olarak güvence altına alınması) değil aşırı görünürlüğünün getirdiği fiziksel/sembolik bir şiddet olmuştur. Tıpkı Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, Kılıçdaroğlu’nun Alevi kökenine işaretle yapılan tartışmalarda olduğu gibi. 

Kapanış Notu: Bu yazı tamamlandığı esnada CHP'den ihraç edilen Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan katıldığı bir TV programında şu sözleri ediyordu: “Dersim'de bir harekat yapılıyor. Hukuken CHP'ye üye olup aslında CHP'li olmayanlar 'Dersim Katliamı' diyor. Bir bölgede ayaklanma olmuş, buna müdahale ediyorsun… Kılıçdaroğlu'nun içinde bu ukde olarak kalmış. O yüzden Atatürk'e karşı sempati beslediğini düşünmüyorum.” (15.08.2023).

*Dr., ODTÜ Sosyoloji Bölümü