Yunanistan’a sığınan Ceren Züleyha Aybay'a işkence ve taciz

Yunanistan’a sığınmak için Türkiye'den Midilli’ye geçen siyasi mülteci Ceren Züleyha Aybay, Frontex ve Yunanistan polisleri tarafından işkence, taciz ve çıplak aramaya maruz kaldığını belirtti.

Google Haberlere Abone ol

Vedat Yeler

ATİNA - 2016 yılında Barış Akademisyenleri için Metris Hapishanesi önünde yapılan basın açıklamasında gerçekleşen polis saldırasında iki kaburgası kırılan Ceren Züleyha Aybay, açıklama dolayısıyla örgüt üyeliğinden yargılandığı dava kapsamında 13 yıl hapis cezası aldıktan sonra Yunanistan’a geçmeye karar verdi. İstinaf Mahkemesi tarafından cezası bu yılın ağustos ayında onaylanan Aybay, iki hafta sonra 17 Ağustos’ta Balıkesir’den Yunanistan’a geçmek üzere kaçakçılara verdiği 3 bin euro karşılığında bir bota bindirildi.

‘BOTTA 4 HAMİLE KADIN VE 6 ÇOCUK VARDI’

Kapasitesinin çok çok üzerinde şişme bir botla yola çıktıklarını aktaran Aybay, “Kaçakçılar bana 12 kişi olacağımızı söyledi. Ama 10-15 dakika bot ile ilerledikten sonra Afganistanlı bir grup mülteci daha bota bindirildi. Bottaki toplam sayımız 26 kişiye çıktı. Botta 4 hamile kadın ve 6 çocuk vardı. Çocuklar 1 ile 6 yaş arasındaydı. Bot ilk etapta hızlı gidiyordu. Afganistanlı mültecileri aldıktan sonra çok yavaş ilerlemeye başladı. Kapasitesinin çok üzerinde yük vardı çünkü. Bir süre sonra Yunanistan Sahil Güvenliği botu göründü. Botu süren Afganistanlı geri dönmeye çalıştı Türkiye’ye doğru ve tartışmaya başladık. Zaten Yunan sularındaydık” dedi.

'YUNAN SAHİL GÜVENLİĞİ BOTU PATLATTI'

Kendilerine yaklaşan Yunan Sahil Güvenliği'nin botlarını alabora etmeye çalıştığını, bu esnada yaptığı canlı yayın blöfü ile hayatta kaldıklarını ifade eden Aybay, akabinde yaşananlara ilişkin şöyle konuştu:

“Botlarına gaz vererek bizim bota su vermeye başladılar. Botumuzu alabora etmeye çalışıyorlardı. Ben de telefonu çıkartarak BBC’de canlı yayında olduğumuzu, Yunan polislerinin bizi öldürmeye çalıştığı gibi şeyler söyledim İngilizce. Ama telefonum kapalıydı ve onlar görmüyordu. 6 kişilerdi ve yüzleri maskeliydi. Hemen maskeleri çıkardılar ve 'Hayır. Biz size yardım etmeye çalışıyoruz' gibi bir şeyler söylediler. İtiraz ettim ve güvende olmadığımızı, BBC’de canlı yayında olduğumuzu tekrarladım. 'Tamam. Telefonunuzu kapatın. Bizim yüzümüz gözükmesin. Size yardım edeceğiz' dediler bu sefer de. Ben telefonu indirdikten sonra onlardan biri botlarının aşağısına inip elindeki keskin bir aletle bizim botu patlattı. Bu sırada hepimiz suya düştük. Saat 19:00 falandı. Bizi kurtaran tek şey üzerimizdeki can yelekleriydi. Bunu da kendimiz almıştık. Bir yaşlarında bile olmayan iki çocuğun can yeleği yoktu ama anne ve babalarının kucaklarındaydılar. Öyle hayatta kaldılar. Bu sırada beyaz renkli başka bir polis botu daha geldi. Kaos gibi bir ortamdı. O an sadece ölümü düşünüyorsunuz. Ötesi yok. Botları hareket ettiği için dalga oluyordu ve sürekli su yutuyorduk.”

YOL BOYUNCA İŞKENCE

Kendilerini alan gri renkli sahil güvenlik botunda Portekiz ve Yunanistan bayrağı olduğunu, bir kadının sadece Yunanca konuştuğunu söyleyen Aybay, ikinci gelen sahil güvenlik botunun daha küçük beyaz renkli olduğunu ve olaya müdahil olmadığını aktardı.

Aybay’ın ifadeleri gri renkli botta bulunan ekibin FRONTEX çalışanları olduğu tahmin ediliyor. Aybay, gri renkli botla karaya çıkarıldıklarını, bu süre zarfında işkenceye maruz kaldıklarını, “Erkek mültecileri dövmeye başladılar. Ben itiraz etmeye başladım. Bizi ayrı ayrı yerlere koydular ve hamile kadınlara bile ters kelepçe yaptılar ve biz kadınlara da vurmaya başladılar. Tekmeliyorlardı, saçlarımızı çekiyorlardı, hakaret ediyorlardı. Karaya ulaşmamız iki buçuk saat sürdü ve yol boyunca işkence gördük bu botun içerisinde” dedi.

NELER YAŞANDI?

Midilli Adası’nda bir limana değil de ormanlık bir alana götürüldüklerini sözlerine ekleyen Aybay, burada kendilerini bekleyen 30’a yakın bir polis grubuna teslim edildiklerini not düşerek, yaşadığı işkence ve tacizi şöyle anlattı:

“Kıyıya ulaştığımızda kendimi güvende hissetmeye başladım ve onlara Türkiyeli politik mülteci olduğumu söyleyebileceğimi ve beni geri itmeyeceklerini düşündüm. Beni Afganistanlı sanıyorlardı. Sonra onlara durumumu anlattım ve avukatlarımın burada olduğunu benden haberdar olduklarını söyleyince çılgına döndüler. Birçok görüşme yaptılar telefonla ve beni Afganistanlılardan biraz uzak bir yere götürüp işkence yapmaya başladırlar. Üst araması adı altında tacize uğradım orada. Tişörtümü ve pantolonumu çıkardılar. 15 dakika boyunca sürdü bu durum. Fotoğraflarımı çektiler. Bu durumu zaten geldiğim yerde hapishanede de yaşamıştım. Bunu yaşadığım için Türkiye’den çıktım. 'Bitecek' diye kendimi motive etmeye çalışıyordum o an. Ne olacağını sorduğumda el işaretleriyle susturmaya çalışıyorlardı. Kendi dilimde 'İnsanlık onuru işkenceyi yenecek! İşkence yapmak şerefsizliktir' vb. sloganları atmaya çalıştığım için ağzımı kapatmaya çalışıyorlardı.”

KAMPTA ‘KAYIT DIŞI’ BİR HAFTA

Aybay, devamında Midilli'nin merkezine yaklaşık 5 kilometre uzaklıktaki Mavrovouni/Karatepe mevkiinde yer alan Moria'daki Midilli Kabul ve Kimlik Tespit Merkezi (RIC Lesvos) olarak işlev gören bir kampa götürüldü. 

Burada 18 Ağustos’tan 25 Ağustos’a kadar iltica talebi alınmadan, sağlık kontrolünden geçirilmeden bekletildiğini ve sınır dışı edilme korkusu yaşadığını belirten Aybay, “Burada da çıplak aramaya maruz kaldım. Bunu kampta çalışan yetkililere sorduğumda çok fazla oralı olmadılar. Çıplak aramayı görmezden geliyorlar burada. Burada bir hafta boyunca iltica talebime dair bir işlem yapmadılar. Ayrıca hiçbir sağlık kontrolünden geçirilmedim. Vücudumdaki işkence izleri zamanla geçmeye başladı. Hukuki süreci başlatacağım” diye konuştu.

YASAL DAYANAĞI OLMAYAN ‘KAYIT DIŞI’ SÜREÇ

Göçmen ve mültecilere ücretsiz hukuk desteği sağlayan Legal Centre Lesvos (Midilli Hukuk Merkezi) yetkilileri, Aybay’a yapılan ‘kayıt dışı’ uygulamaya Covid-19 sürecinde ‘karantina’ adı altında mültecilere dönük genel bir uygulamayla başlandığını ve şu anda Midilli de dahil çeşitli bölgelerde devam ettiğini kaydetti. Bunun hukuksal bir dayanağının olmadığını vurgulayan yetkililer, “Bizim de uzun süredir Göç ve İltica Bakanlığı’ndan tek talebimiz buna ilişkin bir dayanağın gösterilmesiydi. Bu uygulamaya dair ne bizim ne de UNCHR (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) gibi kurumların başvurularına bir cevap verilemedi. Aldığımız cevapların ise tatmin edici, hukuksal dayanak sunan bir yanı yok” dedi.

‘İNSANLAR YASADIŞI BİR ŞEKİLDE ALIKONULUYOR’

Legal Centre Lesvos yetkilileri konuyla ilgili şunları söyledi: 

“Biz incelediğimiz vakalarda insanların yasadışı bir şekilde alıkonulduğunu, kampa götürüldüklerini fakat kimseyle görüştürülmediklerini, hatta çoğunlukla bu kişilere erzak, temel giyim, temel sağlık ve hijyen malzemeleri veya sağlık hizmetlerinin ulaşmasına müsaade etmeyen bir durumu kaydediyoruz. Bizim gibi çok sayıda kurum önümüzdeki günlerde yasal dayanağı olmayan ve sadece burada uygulanan bu prosedürün nedenine ilişikin ortak bir açıklama yapacak. Kamp içerisinde ayrılan bir bölümde yürütülen bu sürece ilişkin gözaltı, karantina vb. hiçbir şey denemiyor. Çünkü hukuki herhangi bir düzlemi yok. Zorla kapatma demek daha doğru olur.”

‘MÜLTECİLER TEHDİT VE KORKUDAN İŞKENCEYİ ANLATAMIYOR’

Yaşanan işkence vakalarının resmi rakamlara göre çok az olmasına dikkat çeken yetkililer, mültecilerin üzerlerindeki korku ve tehditten kaynaklı yaşadıkları işkenceleri anlatamadıklarını ifade ederek, “Bizim elimize de geçen resmi olarak işkenceye uğrayanların sayısı çok çok az. Bunun temel nedeni ise insanların da söylediği gibi korkuyor olmaları. Bazı polis gibi otoriterler tarafından tehdit edilmeleri. Bize ulaşan işkence vakaları da iki yönlü oluyor. Ya Türkiye’ye geri itiliyorlar ve orada ulaşıp tanıklıklarını alıyoruz. Ya da burada bütün iltica sürecini tamamlayıp başka bir ülkeye yerleşiyorlar ve bize o zaman dönüp işkenceye maruz kaldıklarını anlatabiliyorlar. Bizim anlayabildiğimiz Yunanistan’da kaldıkları süre boyunca bu otoritelerden aldıkları tehditlerden ötürü işkence meselesini gündeme getirmek istemiyorlar. Çünkü aynı otoriteler onların iltica sürecinde de etkin faktör konumunda. Dolayısıyla resmi olarak bize geçen işkence vakası çok az oluyor. Bu nedenle biz beyanları önemsiyoruz ve kayda geçiyoruz. Var olan koşulların kendisi zaten işkence olarak tanımlanabilir” diye konuştu.

STK’LAR DA BASKI ALTINDA

Bu tarz davalara yönelen sivil toplum kuruluşları (STK) veya politik kurumların üzerinde de böyle bir baskı ve cezalandırma yönelimi olduğunu ifade eden yetkililer, “Özellikle geri itmeler ve bunların davalaştırılması üzerine çalışanlar 'kaçakçılık' suçlamasıyla karşı karşıya kalıyor. Bu konuda takip ettiğimiz davalar da mevcut. Ve bazı STK’ların veya çalışan kişilerin, aktivistlerin sessiz kalması da bu tehditlerle ilişkili bir durum. Genel olarak bu alanda gönüllülüğü güçleştirdiği gibi kurumların bu süreci ele alış biçimine de yansıyor. Bu kurumlarda çalışanların kendi güvenlikleri söz konusu oluyor ve buraya yansıyan tehdit kurumsal çalışmayı da etkiliyor” değerlendirmesinde bulundu.