Yoksa enflasyon bir tür yıkıcı rekabetin sonucu mu?

Fiyat artışlarının nerede duracağına dair bir tahminimiz yok. Durağı olmayan bir trene binmiş gibiyiz. Gittikçe hız kazanıyoruz. Kuruş hesabını çoktan unuttuk, lira lira artıyor fiyatlarımız.

Google Haberlere Abone ol

Özgür Saraç*

Kelime anlamı “şişme” demek olan enflasyon, fiyat artışlarını temsil ediyor. Lakin iki husus önemli; birincisi bu artışlar bir veya birkaç ürünün fiyatında değil, tüm ürünleri temsil eden fiyatlar genel seviyesinde yaşanacak ve ikincisi, bu artışlar bir defalık değil, sürekli olacak. Pandemi sonrasında tüm dünyada olana benzer şekilde ülkece böyle bir sürece girdik, lakin bizimkisi yine biraz bize özgü ve yine bize özel.

İşte sırf bu yüzden enflasyona geçmeden önce birinci durakta “fiyat” üzerinde durmamız lazım. Latincesi “öyle olması gereken” demek olan fiyat, hepimizin hemen hemen her gün piyasaya çıkınca muhatap olduğu ve alıcı konumundaysak yükseldiğinde sinirlendiği bir değişken. Peki bir fiyatın bileşenleri neler? Hiç düşündünüz mü? Ya da şöyle mi desek; fiyat bir sonuç değişkeniyse hangi sebep ya da sebepler fiyatı belirliyor? Eğer buna açıklık getirirsek muhtemelen fiyat artışlarını da anlayabiliriz.

Fiyatın taban değişkeni olan “maliyet” bir ürün veya hizmetin üretimini ya da arzını gerçekleştirmek için harcanan kaynakların toplam değerini temsil ediyor. Maliyetin ana bileşenleriyse şunlar: (i) emekçinin payı olan “ücret”, (ii) fiziki sermaye sahibinin payı olan “rant”, (iii) nakdi sermaye sahibinin payı olan “faiz”. Bunlara (iv) risk üstlenen girişimcinin payı olan “kâr” ekleniyor. Lakin bunların dışında bir de (v) devletin payı olup hükümetin belirlediği “vergi” var fiyatların içinde; kimileri bunu maliyetlerden sayıyor, kimileri de egemenliğin bir gereği olarak aynen kâr gibi ilave ediyor fiyata. Hangisi olursa olsun sonuç fark etmiyor ve fiyata eklenen vergi, o fiyatı ödeyenlerin cebinden çıkıyor. Bu vergilere ödeme gücüyle vasıtalı bağlantı kurduklarından “dolaylı vergi” deniyor ve bunların adaletsiz olduklarına dikkat çekiliyor. Zira fiyata eklenen bu dolaylı vergiler, o ürünü alanların zengin ya da fakir olup olmadıklarıyla ilgilenmiyor. Zenginlerse ne ala, ama ya fakirlerse… İşte adaletsizlik bu noktada başlıyor ve zenginin ödediği vergiyle fakirin ödediği vergi, aynı miktarda kesişiyor ve zenginin ödediği verginin ödeme gücü içindeki payı düşerken fakirinki artıyor. Yani oransal olarak “az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi” şeklinde özetlenen olması gerekenin aksine fakir daha fazla vergisel yük üstlenmiş oluyor. Başka bir ifadeyle, zengin kolaylıkla öderken bu vergileri, fakir zorlanıyor ve ödeyemediğinde ilgili ürünlerden vazgeçmek zorunda kalıyor. Örneğin sigara ve içki yerine tütün ve yapma alkol kullanımına başlıyor fakir, zenginse yine umursamıyor ödediği vergileri diğerlerine nasıl olsa bir şekilde yükleyeceğini bildiğinden.

Son dönemde mutsuzluğumuzun genel sebebi, hepimizin hak vereceği üzere fiyat artışları… Böyle sürerse yaşam standardımızı sürdüremeyeceğimizden endişeleniyoruz. Fiyat artışlarının nerede duracağına dair bir tahminimiz yok, keşke olsa. Durağı olmayan bir trene binmiş gibiyiz. Gittikçe hız kazanıyoruz; eskiden küçük küçük olurken şimdilerde büyümeye başladı fiyat artışları. Kuruş hesabını çoktan unuttuk, şimdilerde lira lira artıyor fiyatlarımız. Misal, eskiden benzine on, hadi bilemedin yirmi kuruş zam geliyorken şimdilerde iki lira, üç lira zam geliyor ve bu gelenler hemen her gün tekrarlanır oldu. Zam gelmeyen günlere şaşırır olduk.

Peki fiyatlar neden artıyor? Bu hususta bolca açıklama var elbet. Gelin belli başlılarına bir göz atalım ve konuyu yazımızın başlığına bağlayalım.

Birincisi para arzı artışları… Bunu gerekçelendirenlere monetarist deniyor ve en popülerleri Nobel iktisat ödülü sahiplerinden olan Milton Friedman. Şöyle bir sözü var: “Enflasyon, her zaman ve her yerde parasal bir olgudur.” Şiir gibi bir söz ve bize üstü örtülü de olsa para arzı artışını sebep gösteriyor. Peki bir merkez bankası neden para arzını artırır? Özerkse artırmaz; değilse hükümetten gelen baskıya dayanamaz ve artırır. Böyle bir baskıya sebep, çoğu zaman kamusal finansman ihtiyacıdır. Kamusal finansman içinse çokça gerekçe bulunur. Hoyratça harcanan kamusal gelirler sebebiyle oluşan bütçe açığıdır genelde gerekçe, ama bazen de bize özgü, kur korumalı mevduat hesapları özel gerekçe olur. Yeri gelmişken kur korumalı mevduatın neden nakdi sermaye sahibi için en mantıklı yatırım aracı olduğuna değinelim kısa da olsa…

Şöyle diyor hükümet, gel paranı dövize değil, mevduata yatır. İkna olunursa kur yükselmeyecek ve hükümetin başarısını gösteren en kestirme karne notu olan döviz kuru yerinde seyredecek. Ama ya buna rağmen kur yükselirse? Yatıranlara cevap şu: korkma kur farkı size hükümetimizce ödenecek. Güzel, peki nereden? Elbette TCMB hesaplarından. Geçenlerde bu konuda kamuoyuna bilgilendirme yapıldı. Peki, TCMB bu ödemeyi nasıl yapacak? Tabii ki, para arzını artırarak, emisyona giderek yani para basarak. Oluşacak olumsuzlukları aynen bir tür vergi gibi halkın sırtına binen enflasyon vergisi olarak özetliyor ve bu noktada Friedman’a bağlıyoruz; enflasyonun tek bir sebebi oluyor kıssadan hisse, o da para arzı artışları…

Enflasyonun sebebi hususunda çok daha çarpıcı bir tespit daha var ve bugünlerde bizde yaşananı oldukça güzel anlatıyor. Post Keynesyenlerden geliyor bu tespit ve enflasyon, “ekonomik aktörlerin gelirden pay alma mücadelesi sonucu oluşur” deniyor. Yine şiir gibi bir söz.

Kim bu ekonomik aktörler? Az evvel bahsettiğimiz ve fiyatın bileşenlerine sahip olan emekçiler, rantiyeler, faizciler, girişimciler ve hükümet. Emekçi “ücretimi artırın yoksa grev yaparım” diyor, misal İzmir’de geçtiğimiz pazartesinin gündemi olan metro çalışanları. Rantiyeler “kiramı artırın yoksa evimden, işyerimden çıkarırım” diyor kiracısına hükümetin tespit ettiği artış yüzdesine rağmen. Faizciler, “politik faiz temel gösterge olsa da biz çok daha fazlasını istiyoruz” diyor bankalara ve onlar da müşterilerine dayatıyor yüksek faizleri. Girişimcilerse doğrudan muhatap olduklarından olsa gerek tüketicilere “efendim diyor, benzimiz soldu akaryakıt fiyat artışlarından; kolay mı diyor tarladan tezgaha gelmesi” ve bugünlerde tarlalarda yetişen taze fasulyeye yüz otuz lira fiyat etiketi yazıyor. Hükümete gelince… Hani ateşi ateşle söndürme diye bir yöntem var ya, bugünlerde aynen ona misal vergi politikaları izliyor. Fiyatların içindeki dolaylı vergileri artırıyor. Çocukların oynadığı elim sende oyunu misali herkes birbirini ebeliyor ve kısacası herkes yıkıcı bir rekabet içinde. Fırsatını bulduğunda fiyat içindeki gelir payını artırma rekabetine giriyor herkes ve bunu yapamayanın satın alma gücü hızla eriyor, altta kalanın canı çıksın misali. Dahası fiyat artışları kolaylıkla kanıksanıyor ve atalet oluşuyor. “Nasıl olsa ilerde fiyatı daha da yüksek olacak” diye düşünüldüğünden fiyatı artıyor olsa da ürünlere olan talep azalmıyor, aksine daha da artıyor. Beklentiler maalesef olumsuz.

İşte bu son tespit, politikaların nereye odaklanması gerektiğine ışık tutuyor. Vergi artışlarına değil, umuda ihtiyacı var toplumun ve naçizane, hükümetin mümkün olan en kısa zamanda bunu oluşturması gerekiyor.

* Doç. Dr.