Yiğit Bener: Babam ve amcam iki farklı gezegende yaşayan iki ayrı yazar gibi görüldüler
Bu yılın edebiyat-yayıncılık alanında heyecan verici işlerinden biri olan ‘Yazınsal Akrabalıklar: Benerler’ serisinin ortaya çıkışını ve Bener ailesine dair yeni projeleri Yiğit Bener’le konuştuk.
DUVAR - Vüs'at O. Bener'in doğumunun 100. yılı onuruna hazırlanan altı kitaplık ‘Yazınsal Akrabalıklar: Benerler’ serisi üç kuşak yazar yetiştiren Bener ailesini hem yakından tanıma hem de metinleri arasındaki akrabalığı görme fırsatı sunuyor. Ailenin üçüncü kuşaktan yazarı Yiğit Bener’in girişimiyle başlatılan proje için bir editör ekibi de titizlikle çalışmış. Çalışmalar ve araştırmalar sırasında Erhan Bener’in bir kayıp romanı ve Vüs’at O. Bener’in de hiç yayımlanmamış bir oyunu çıkmış. Ama bu kadar da değil, bunların yanında heyecan verici olan ise Vüs’at ve Erhan Bener’in babaları Râşit Bener’in aslında aile içinde varlığından bile emin olmadıkları, bir söylence olarak kalan kayıp romanının çıkması. Bu metin de oldukça ilginç. Binti Halim Seyhan mahlasıyla, 1913’te yazılmış döneme göre şaşırtıcı, Yiğit Bener’in de deyişiyle “erilliği yerden yere vuran” bir metin. Bu yılın edebiyat-yayıncılık alanında heyecan verici işlerinden biri olan ‘Yazınsal Akrabalıklar: Benerler’ serisinin ortaya çıkışını ve Bener ailesine dair yeni projeleri Yiğit Bener’le konuştuk.
Kaç yıldır ‘Yazınsal Akrabalıklar- Bener’ler’ için çalışıyorsunuz, nasıl başladı süreç?
Yaklaşık bir buçuk yıl önce, Saadet Özen Everest Yayınları'nın başına geçtiğinde hem tanışmak hem de telif hakları zaten Everest'te olan babam Erhan Bener'e yönelik yaklaşımını öğrenmek için randevu istedim. Buluştuk, “yayıncı-yazar varisi” şapkalarımızı kısa sürede vestiyere astık, sohbet koyulaştı. Bener ailesinden üç yazar çıkmasının ilginçliği dile geldi. İkinci buluşmamızda, Saadet bana ailenin tüm yazarlarını Everest'te buluşturmayı önerdi. Aslında yıllardır babamla amcamı aynı yayınevinde buluşturmak için çalmadığım kapı kalmamıştı. Çünkü bugüne kadar hiç üzerinde durulmayan aralarındaki yazınsal bağın ancak bu şekilde dikkat çekebileceğine inanıyordum. Saadet Özen, kötü örneklerini ne yazık ki kanıksadığımız memur ya da “uyanık tüccar” zihniyetli yayıncılardan değil. Yayıncılığın darboğazda olduğu bir kriz döneminde böyle bir projeye kalkışmak biraz da yürek ister.
Para pul, satış, pazarlama gibi müstehcen konulara hiç girmeden kafa kafaya verdik ve yeniden basımlarla sınırlı olmayan, hem her yazarın özgünlüğünü hem de aralarındaki yazınsal bağları ortaya koyacak çok geniş kapsamlı bir edebi proje geliştirdik. Ardından hemen işe koyulduk, bir yılı aşkın bir süredir Everest'in genç, dinamik ve yetkin ekibiyle hazırlık aşamasına çok ciddi bir mesai ayırdık: Adalet Çavdar, Deniz Günel ve Mert Şınay haftalarca çalışıp binlerce fotoğraf ve belge taradı. Çok titiz bir editörlük çalışması yürüttük. Kardelen Akçam’ın özgün kapak tasarımlarından Gelengül Erkara’nın şık sayfa tasarımlarına kadar her iş ince elenip sık dokundu.
Bu derinlemesine çalışmanın ürünü olarak arşivden babamın kayıp sandığımız yayınlanmayan ilk romanı ve amcamın ona nazire olarak kaleme aldığı yayınlanmayan ilk oyunu çıktı… İki metni birlikte, ‘Yazınsal Akrabalıklar’ın editörü Didem Ünal Demir’in olağanüstü yetkin bir kıyaslamalı analizi ve dostumun Semih Poroy iki özgün deseni eşliğinde yayımladık.
Bir de Dedeniz Râşit Bener’in’ Ümid-i Afil (Kaybolan Umutlar)’ isimli bir romanını bulmuşsunuz. Öncesinde bu esere dair ne biliyorsunuz?
Dedemin bir kayıp romanı olduğu aile içi bir söylenceydi. Yayınlanıp yayınlanmadığı bile bir muammaydı, çünkü kitap ortada yoktu. Babam ve amcam çeşitli söyleşilerinde bundan söz ederler, babalarının “Sani” takma adıyla Kadınlar dergisinde kadın haklarını savunan yazılar yazdığını da belirtirler. Bu romandan söz ettiğimde Saadet, “bir araştıralım, belki buluruz” dediğinde açıkçası dudak büktüm. Gelgelelim, Saadet tarihçi merakı ile gitti, kitabı Atatürk Üniversitesi Seyfettin Özege Kitapları arasında eliyle koymuş gibi buldu! Meğer Dedem kitabı kendi adıyla değil, bir kadın adıyla, Binti Halim Seyhan mahlasıyla yayınlatmış, yani kardeşi filozof Cemil Sena'nın kızı Seyhan’ın adıyla. 1913’te eski Türkçe alfabesiyle yayımlanan kitabı Halil Solak Latin harflerine aktardı. Hem orijinal metni hem de Sevdagül Kasap’ın günümüz Türkçesine uyarladığı versiyonu benim bir sunuş yazımla birlikte bastık.
Siz bu kitabı okuyunca ne hissettiniz peki?
Çok heyecanlandım ve müthiş duygulandım. İnsanın 64 yaşınayken, yarım yüzyıl önce aramızdan ayrılan dedesinin 22 yaşındaki zihninin ürünü olan bir metinde karşılaşması çok tekinsiz bir duygu. Ümitsiz bir aşkı anlatan naif bir metindi. Gururlandım da açıkçası, çünkü dedem o romanda erilliği yerden yere vuran, “ön-feminist” diyebileceğimiz ve günümüzde dahi birçok erkeğin yanından geçemeyeceği cümleler kurmuş: Yıl 1913, yazan 1890 doğumlu bir Osmanlı erkeği!
'BABAM, OLACAKLARI TAHMİN ETTİĞİ İÇİN SİYASİ KİTAPLARIMI YAKMIŞ'
Erhan Bener'in ‘Civcivler’ öyküsüne siz de ‘Civcivin Torunu’ öyküsüyle cevap veriyorsunuz. Bunun hikâyesini anlatır mısınız?
Babamın ‘Civciv’ ler öyküsü, kızı polis tarafından aranan bir babanın, kızının kitaplarını polisten kurtarmak için çiftliğinin kümesine gizleyişi etrafında kurgulanan bir olay örgüsüne dayanıyor. Bunun bilinçdışı arka planının bizim aile tarihimizle dolaylı bir bağı olduğunu düşündüm. 1980'li yıllarda ben yurtdışında sürgündeyken, polis birkaç kez bizim evi de basmış. Babam, olacakları tahmin ettiği için önlem almış ve benim siyasi belgelerimle kitaplarımı yakmış. Böyle yapmak zorunda olduğu için çok üzüldüğünü sonradan konuşmuştuk. Öykünün, babamın bu duygusunun dışavurumu olduğunu hissettim. ‘Civcivin Torunu’ öykümü ona nazire olarak, bu duygusunu hafifletmeye katkısı olsun diye yazdım ve sadece ona yolladım. Yayımlamayı hiç düşünmemiştim, hiçbir öykü kitabıma da almadım, çünkü benim gözümde o öykü babamınkinden bağımsız düşünülemezdi. ‘Yazınsal Akrabalıklar’da, bu hikâyeyi ayrıntılı olarak anlatan bir sunuş yazımla ikisini birlikte yayınladık.
Ben de 1980 dönemine gelmek istiyordum. Sizin sürgünde olduğunuz yıllar… 12 Eylül dönemi Bener ailesini nasıl etkiledi?
Çocukları öldürülen, ağır işkencelere maruz bırakılan ailelerin yaşadıklarıyla kıyas kabul etmez elbette, ancak bizim aile açısından da döneme, bir konuşmadan ötürü hakkında 15 yıl hapis istemiyle açılan dava ve gıyabi tutuklama kararı nedeniyle on yılımı Belçika ve Fransa'da sürgünde geçirmem damga vurdu. Ben o sırada 22 yaşındaydım, Ankara Tıp fakültesinde son sınıf öğrencisiydim. Yaz tatilinden faydalanarak İsviçre'de acil cerrahi stajı yapmaktaydım. Türkiye dönemedim, hekim olamadım, başka meslekler, uğraşlar edinmek zorunda kaldım. Bu süre zarfında babamla sadece dört kez, annem ve kız kardeşimle ikişer kez görüşebildim. Amcamı, halamı, dayılarımı ve Türkiye'de bıraktığım yakınlarımın ezici çoğunluğunu hiç göremedim… Üstelik o dönem internet yoktu, görüntülü telefon ya da diğer mesajlaşma teknolojileri icat edilmemişti. Haberleşme kanallarımız telefon ve mektuplarla sınırlıydı. Telefon hem çok pahalıydı hem de dinlenebileceğinden endişe ediyorduk. Mektupların ulaşması ise günler, bazen haftalar sürebiliyordu. İnsani açıdan ve aile bağları açısından hepimiz için çok zorlayıcı bir dönemdi. Öte yandan, o uzun mektuplaşmalar aramızda bambaşka bir bağın kurulmasına vesile oldu hem babamla hem amcamla yazınsal akrabalarımızın temelini attı.
‘Yazın Ağacı’ kitabını hazırlamışsınız, bence çok etkileyici ve belli ki titizlikle üzerinde çalışılmış, nasıl bir çalışma metodu izlediniz?
Ailenin tüm yazarlarının yaşam öykülerini tek bir belgede toplamanın ve bunu zengin fotoğraf arşivimizdeki belgelerle destekleyerek yayımlamamın aradaki bağların daha görünür hale gelmesine katkısı olacağını düşündüm. Arşivle birlikte, yaşayan aile bireylerinin tanıklığına, halama, kız kardeşim Yaprak’a ve aile dostlarına da başvurdum elbette… En zor kısmı dedemle ilgili olandı kuşkusuz. Elimizde kendi yazdığı ve halamın derlediği gençlik anıları (halamın sunuşu ve düzenlemesiyle ‘Yazınsal Akrabalıklar’da yayımladık) ve birçok belge vardı. Buna ek olarak uzun yıllarını annesi ve babasıyla geçiren halamın güçlü belliği bu sorunun üstesinden gelmemizi sağladı.
Babam ve amcam hakkında yazılmış çok titiz ve kapsamlı doktora çalışmalarında yaşam öyküleriyle ilgili birçok ayrıntı yer alıyordu. Söyleşilerinde de birçok konuya kendileri değinmişti. Muğlakta kalan noktalarda ya da aralarında çeliştiklerinde kurtarıcımız yine halam oldu, bazen de kuytuda kalan arşiv belgeleri, mektuplar.
Gelgelelim, sakınan göze çöp batar misali, tüm titizliğimize karşın önemli bir hata yaptığımızı kitap yayınlandıktan sonra keşfettik: Fotoğraf arşivinde dedemin kübist bir yaklaşımla yapılmış bir portresinin siyah beyaz fotoğrafı yer alıyordu. Arkasındaki elle yazılmış “Eşref Üren 1934” ibaresi vardı, biz de bunu böyle belirttik. Ancak daha sonra, dedemin editörü Sevdagül Kasap, başka bir araştırma sırasında bir katalogda tesadüfen aynı tablonun renkli fotoğrafına rastladı: “Bir öğretmenin Portresi” başlıklı ve 1933 tarihli bu tablo, meğer dedemle aynı dönemde Erzincan’da öğretmenlik yapan Cemal Tollu’ya aitmiş. Yeni baskılarda düzeltiriz ama şimdiden söylemiş olayım.
'BİRİNİ KÜLT YAZAR OLARAK GÖREN DİĞERİNİ GÖRMEZDEN GELDİ'
“Yazınsal Akrabalık” meselesine gelelim. Bu kitap çalışmasıyla birlikte bu “yazınsal” akrabalık ortaya çıktı ama bunun öncesinde iki kardeşin bu akrabalığına dair bir çalışma olmuş muydu?
Edebiyatsever bir ülkede, ayrı ayrı çok değer verilmiş iki kardeş yazarın etkileşimleri hakkında onlarca akademik çalışma yürütülür ya da metinleri arasındaki bağlar hakkında onlarca yazı yazılırdı. Bizde bu yok ne yazık ki. Tuhaf!
Vüs’at O. Bener ve Erhan Bener sağlıklarında da (bence yeterince olmasa bile) çok önemsendiler kuşkusuz, birçok değerli ve ayrıntılı incelemeye konu oldular. Gelgelelim, iki farklı gezegende yaşayan iki yazar gibi görüldüler sanki. Babamı öne çıkaranlar amcamın yüzüne pek bakmadılar, amcamı kült yazar olarak yüceltenler babamı görmezden geldiler. Gerçi her ikisi de çok farklı yazar kimlikleri, biçemleri, yaklaşımları olan, gerçekten özgün iki ayrı yazar. Birinin eserlerini seven okur, diğerinde aynı tatmini bulamama hakkına sahiptir kuşkusuz. Ancak hem özel hem yazınsal yaşamları bu kadar iç içe geçmiş, birbirini derinden etkilemiş, birbirlerinin eserlerini yayımlanmadan okuyup tartışmış, aynı kuşaktan sayılabilecek iki kardeş yazarın yazınsal etkileşimleri nasıl yok sayılabilir, bunu anlamakta hâlâ güçlük çekiyorum. Everest’le yürüttüğümüz bu edebi projenin bir amacı da edebiyat tarihimizdeki bu boşluğu doldurmaya katkı sunmaktır.
'BİRBİRLERİNİN BİR TÜR 'ALTER EGOSU' OLMUŞLARDI'
Peki yazarlıklarının dışında Vüs’at O. Bener ve Erhan Bener nasıl iki kardeşti?
Çok tutkulu diyebileceğim bir ilişkiydi. İnanılmaz derecede birbirine düşkündüler. Çocukluklarından beri kader birliği etmişler: ‘Yazın Ağacı’ndaki çocukluk, gençlik, orta yaş ve yaşlılık fotoğrafları bunu yeterince sergiliyor sanırım. Zaman zaman büyük kavgalar, kısa küskünlük dönemleri de yaşanmadı değil, ama özünde sarsılmaz bir bağları olduğunu söyleyebilirim. Hem benzer hem ayrışan kişilik özellikleri ve zevkleri vardı kuşkusuz, ama birbirlerinin bir tür “alter egosu” olmuşlardı. Entelektüel referansları ve birçok dostları ortaktı. Sonuçta, aynı dönemin insanlarıydılar. Toplum yaşamındaki onca sarsıntıyı benzer tepkilerle birlikte göğüslediler, aynı tarihte hapis yattılar… Bir dönem, yazar dostları Ayla Kutlu’yla birlikte ortak bir yazıhanede yan yana çalışıp metin ürettiler. Sık sık birlikte tatile giderlerdi. Her ikisi de yazdıklarında ortak yaşam kesitlerinden esinlenen eserleri yazdılar. İkisi de klasik batı müziği tutkunuydu. Babam yurtdışı görevlerinden -o dönem Türkiye’de zor bulunan- klasik müzik plaklarıyla dönerdi, hemen ertesinde amcam bize gelirdi, birlikte saatlerce müzik dinler, yorumlarlardı.
Yazan bir aileden yazar çıkmak hem bir yandan kolay ama öte yandan da zor gibi geliyor bana. Siz bunu nasıl yaşadınız?
Edebiyatçı bir ailenin çocuğu olmak iyi bir okur olmayı ve nitelikli eserlere ulaşmayı kolaylaştırıyor kuşkusuz. Entelektüel bir ortamda büyümenin, iki önemli yazarla hem kendi eserleri hem de genel olarak edebiyat, sanat, felsefe konusunda saatlerce sohbet etme ayrıcalığı da cabası.
'HEVES ETSENİZ BİLE NASIL CÜRET EDECEKSİNİZ?'
Gelgelim, iş yazmaya gelince bu avantaj tam tersine dönüyordu! Önümdeki çıta sanki aşılmaz bir duvar gibi yüksekti: Heves etseniz bile nasıl cüret edeceksiniz? Yazmaya kalkıştıklarınızı ikisi de ellerinde kırmızı kalemle okuyacaklar… Biri beğense belki öteki dudak bükecek… “İyisi mi hiç bulaşmayayım” dedim ve kendi yolumu çizebilmek için onların yetkinliklerinden uzak bir alana, tıbba yöneldim. (kız kardeşim de matematiği seçti!)
12 Eylül darbesi olmasaydı, hayat çizgim olasılıkla çok farklı olurdu, belki meraklı bir edebiyat okuru olmakla yetinirdim ya da halam gibi ancak 70’şine merdiven dayamışken kitap yazardım! Gerçi ben de zaten ilk romanımı 40 yaşında yayınladım. Bu konudaki deneyimlerimi çocuklar için yazdığım ‘Matbaacılık Oyuncağı’ kitabımda mizahi bir dille anlatmıştım.
'İKİ DEV YAZARA ROMAN BEĞENDİRMEK KOLAY MI!'
Siz yazdıklarınızı babanız ve amcanıza okuttuğunuzda ne hissederdiniz, yorumları size nasıl gelirdi?
Babam, kitapları hakkında yazdığım yorumları çok beğenmişti, yazdıklarıma kitaplarında arka kapak yazısı ya da önsöz olarak yer verdi. Amcam da sohbetlerimizde benim görüşlerime değer verdiğini dile getiriyordu. Bunlar beni çok cesaretlendirdi kuşkusuz. Halamdan da hep çok teşvik gördüm. Bununla birlikte, roman yazmaya kalkışma aşamasında işler çok daha çetrefilli hale geldi tabii. Bu kadar farklı tarzları olan iki dev yazara roman beğendirmek kolay mı! İlk romanım ‘Eksik Taşlar’ı yazdıkça bölüm bölüm babama iletiyordum, ancak iyi niyetle yaptığı en ufak yorum bile tüm özgüvenimi yerle bir etmeye, bu işi beceremeyeceğimi düşündürtmeye yetiyordu. Aylarca bir daha elimi süremiyorum! Sonra baktım öyle olmayacak, yazdıklarımın gerisini ancak romanı bitirdikten sonra önüne koydum. Okuyunca, burada tekrarlayamayacağım ama beni çok mutlu eden bir nitelemesini dile getirdi.
Amcanız Vüs’at O. Bener’le nasıl oluyordu bu ilişki?
Amca sınavı farklıydı. Romanın dosyasını okudu, sonra evinde buluştuk. İçeriği çok beğendiğini, çok başarılı bulduğunu söyledi… “…ama Türkçesi yer yer problemli…” diyerek dosyayı bana uzattı. Eve dönünce, “tüm sayfaları baştan aşağı kırmızı kalemi ile işaretlenmiştir eminim” diye korka korka baktım. Oysa 500 sayfalık romanda topu topu 10-15 hata tespit etmişti. Sevinçten havalara uçtum tabii… Ama o kadarcık hata bile amcam için fazlaydı ve haklıydı! Her ikisiyle beni çok mutlu eden ve çok şey öğreten bir çalışmamız daha oldu: ‘Gecenin Sonuna Yolculuk’ çevirimi ikisi de okudu, üzerinde uzun uzun tartışabildik. Gelgelelim, babam sadece ilk ve ikinci romanı okuyabildi, devamına ömrü vefa etmedi. Amcamsa ona ithaf ettiğim ikinci romanı okuyamadan aramızdan ayrıldı.
'ARŞİVİ DEŞMEYE DAHA YENİ BAŞLADIK'
Başka yeni kitaplar olacak mı bu proje kapsamında?
Şimdiye kadar yayınlanan 23 kitapla sınırlı olmayan, başarabilirsek uzun soluklu olarak sürdürmeye niyetli olduğumuz bir proje bu. Bu yıl 100. doğum yılı olan amcama ağırlık verdik: Editörü, yazar dostum Murat Çelik’le geceli gündüzlü çalışarak tüm eski baskıları ve eldeki belgeleri gözden geçirdik, Vüs’at O. Bener’in özgün yazımına riayet ederek tüm kitaplarını bir seferde bastık. Yaşasaydı, eminim sade tasarımları da çok beğenirdi. Yayımlanmamış manzumelerini bulduk, kadim dostu Cemil Eren’in desenleriyle birlikte değerlendirdik. Önümüzdeki dönemde babamın kitaplarının yeniden basılmasına ağırlık vermeyi kararlaştırdık. Bunu tamamlamak elbette biraz zaman alacak, çünkü şimdilik sadece dörtte biri yeniden yayımlanmış toplam 42 kitap söz konusu.
Benim başka yayınevlerinde daha önce çıkmış romanlarımın yeni baskıları da Everest’ten çıkacak. Öykülerim yılbaşında yayımlandı zaten. İki yeni deneme kitabım sanırım önümüzdeki haftalarda, Devrim Çakır’ın editörlüğüyle yayımlanacak. Sırada daha sonra gündeme gelecek 4-5 yeni deneme kitabım daha var.
Bunun dışında, halamın yayınlanmamış bir romanı var, onu da en kısa zamanda yayınlamayı planlıyoruz. ‘Yazınsal Akrabalıklar’ dizisi için planladığımız yeni yayınlar da var: Arşivi deşmeye daha yeni başladık!
Peki siz yeni bir şeyler yazıyor musunuz?
Açıkçası son bir buçuk yıldır edebi mesaimin hemen tümünü bu projeye ayırdım, zaman ayırmaya da devam edeceğim. Öte yandan, çalışmanın en zor kısmını geride bıraktığımıza göre, yavaş yavaş kendi kurgusal metinlerime dönmeyi de planlıyorum. Yeni bir roman ve yeni bir öykü kitabı projem var. Ama ilk sırada, Everest’in Açık Hava Serisi için Saadet’e söz verdiğim bir metin var: Tasarladım, yazmaya başlamak üzereyim…