Yeraltının Cüce Devleri: Eski madenciliğe emeğin bakış açısıyla yaklaşmak

Soma katliamı sistemik bir emek sömürüsünün belgesiyse, prehistorik madenler de bizleri bu noktaya getiren tarihi süreçlerin materyal belgeleridir.

Google Haberlere Abone ol

Çiler Çilingiroğlu*

13 Mayıs 2014 günü madenciliğin kara günü olarak hafızamızda. Özelleştirildikten sonra taşeronlaşmayla birlikte daha ucuz emeğin ve denetimsizliğin merkezi haline gelen Soma kömür ocakları bir katliam için zaten geri sayıyordu. İşçilerin hayatını bile bile tehlikeye atan ve tek ilkesi daha fazla kâr olan patron Can Gürkan, ‘301 kez olası kastla öldürme’ ve ‘162 kez olası kastla yaralama’ suçlamasıyla yargılandığı davadan her ölen madenci için sadece beş gün hapis yatarak tahliye edildi. Yerin 400 metre dibinde insanlık onuruna ve iş güvenliğine her türlü aykırılıkla çalıştırılırken öldürülen yüzlerce madenci ve ailelerinin adalet talebi görmezden gelindi. Somalı madenci ailelerin mücadelesi devam ediyor. Onlarla birlikte geçmişten beri madenlerde canını vermiş yetişkin ve çocuk herkesin adalet arayışı da sürüyor diyebiliriz.

1900’lerin başında ABD’de kömür madeninde çalıştırılan çocuklar.

Madencilik, her zaman tehlikeli bir uğraş olmuştu; buna rağmen insanlar çağlar boyunca değerli saydıkları metalleri, mineralleri, taşları madencilik faaliyetleriyle elde ettiler, işlediler, takas ettiler, onlardan prestij ve kazanç elde ettiler. Madenciliğin kâr marjı denebilir ki her dönem yüksekti. 18. yüzyılın ortalarına kadar çocuklar ve cüceler, küçük bedenleriyle dar galerilere girebildikleri için, madencilik tarihinin asli failleri ve kurbanları olmuştur. Pamuk Prenses’in madenci yedi cücesini, Yüzüklerin Efendisi’nin cüce Gimli’sini ve Thor’un madenci dev cücesi Eitri’yi anımsayalım. Bu yönüyle madenler kelimenin tam anlamıyla mitlerin devleşmiş cücelerinin mekânı olarak tarif edilebilir. Bolivya’dan Türkiye’ye emek tarihi de yeryüzüne çıkınca devleşen madencilerle doludur diyebiliriz.

Devletsiz toplumlarda da madencilik etkinlikleri vardı. Özellikle Anadolu gibi maden yatakları ve çeşitliliği yüksek olan coğrafyalarda
toplumsal ve ekonomik organizasyonun düzenlenmesinde madenlere olan arz ve talebin büyük rol oynadığını biliyoruz. Günümüzde
olduğu gibi, eski dönemlerde de ucuz hammadde için savaşlar yapılıyor, ittifaklar kuruluyor, köleler/tutsaklar/yoksullar/çocuklar çalıştırılıyor ve egemenler arasında kıyasıya rekabet sürüyordu. Anadolu’da prehistorik dönem madenciliğiyle ilgili kanıtlarımız maalesef çok yetersiz. Ünsal Yalçın’ın Çorum’daki Derekutuğun’da yaptığı bakır madeni kazıları bu nedenle pek değerli. Bu kazılar sayesinde prehistorik madenciliğin yöntemleri, riskleri ve çalışma prensipleri konusunda bilgi ediniyoruz. Kayaların içine açılan dar girişli ocaklar ve karanlık galeriler içinde çam ağacından çıralar, ahşap kürek, vurgaçlar veya çanak çömlek parçaları bulunmuş. Bu bulgular bize prehistorik madenciliğin üretim araçlarının yanında üretim koşullarını da anlatır nitelikte.

İskandinavya mitolojisindeki Tanrı Thor’un
baltasını yapan demirci cüce Eitri’yi tasvir
eden bir resim.

ZİNCİFRE NEDİR?

Ben bu yazıda üzerinde çok fazla konuşulmayan bir maden üzerinde durmak istiyorum: Zincifre. Derekutuğun’dakine benzer olarak ana kaya içine açılan dar, karanlık galerilerde yapılmış olan bir madencilik faaliyeti bu.

Dilimize Arapça’dan geçen zincifre sözcüğü, zehirli bir element olan cıvanın (Hg) cevher haline verilen isim. İngilizce’de “cinnabar” veya “vermilion” olarak biliniyor. Genellikle karbonatlar, şistler ve mermer gibi metamorfik kayaçlar içinde damarlar veya benekler halinde görülüyor. Zincifre, morumsu parlak kırmızı rengiyle geçmiş toplumların boya maddesi olarak kullanıldığı bir hammaddedir. Zincifre cıvanın temel bileşeni olduğu için toksik bir madde. Olasılıkla tarih öncesi madenciler zincifreyi işlemlerden geçirirken soluma nedenli zehirlenmeler, sindirime bağlı sorunlar veya nörolojik bozukluklar yaşamış olmalı. Bu toksik özellik en azından Antik dönemden bu yana bilinmekte. Mesela Roma döneminde İspanya’daki zincifre madenlerinde bu yüzden sadece tutsaklar çalıştırılıyordu. Zincifrenin zehirli özelliği nedeniyle
bu madenlerde çalışmak bir çeşit ölüm fermanı anlamına geliyordu.

Güneybatı Asya’da MÖ 8. binyıldan, Batı Akdeniz’de ise MÖ 5. binyıldan itibaren kullanımı yaygın. Daha erken kullanımları şimdilik bilinmemekte. Güneybatı Asya’daki yataklar Türkiye sınırları içinde kalırken, Batı Akdeniz’de İspanya ön plana çıkıyor. Doğu Akdeniz’de zincifre Neolitik, Kalkolitik ve Erken Tunç Çağında boya maddesi olarak kullanım görüyordu. Yine de zincifre hiçbir zaman okr veya aşı boyası olarak bilinen demir oksit (Fe3O2) kadar yoğun ve sürekli kullanım gösteren bir boya haline gelmez. Kullanımındaki bu kısıt, hammaddenin nadir ve zor elde ediliyor olmasıyla ve ayrıca zehirlenme riskiyle ilgili olabilir; çünkü hammadde yataklarının yakınlarındaki bölgelerde
bile demir oksit kullanımı her zaman daha yoğun. Yani zincifre kırmızı rengi veren diğer minerallere kıyasla daha emek yoğun ve hayati riski olan çalışma ortamları anlamına geliyordu.

NEOLİTİK DÖNEMDE ZİNCİFRE MADENCİLİĞİ

Kırmızı pigmentlerin Üst Paleolitik ve Epipaleolitik dönemlerde, hatta Neandertaller tarafından Orta Paleolitik dönemde boya olarak kullanımı bilinmekte. Kırmızı rengin evrensel ve çok gerilere giden kullanımı, insan gözünün bu rengi ayırt eden reseptörlere sahip olmasına bağlı olduğu gibi, kanın kırmızı renkte oluşu da kırmızıyla yaşam ve ölüm arasındaki sembolik bağlantının erken prehistorik dönemlerde kurulmuş olabileceğini gösterir. Bu nedenle gerek ölü gömme törenlerinde gerekse mimaride ve materyal kültür üzerinde kırmızı rengin yaygın kullanımı Güneybatı Asya ve Anadolu Neolitiği’nin karakteristik bir özelliği olarak karşımıza çıkmakta.

Kırmızı rengi üreten mineraller doğada yaygın olarak bulunur. Bunların içinde demir oksitler başta gelir; ancak zincifrenin de erken dönemlerden beri parlak, kalıcı, koyu kırmızı rengiyle toplumların ilgisini çektiğini söylemiştik. Neolitik dönemde en erken zincifre kullanımı, İsrail’deki Kfar HaHoresh yerleşmesinde bulunmuş. Burada MÖ 8500-7600 yıllarına tarihlenen tabakalarda kireçle modellenmiş bir kafatası üzerinde boya olarak zincifre tercih edilmiş. Özellikle sönmüş kireç kullanarak modellenen insan kafatasları Levant bölgesinde Çanak Çömleksiz Neolitik dönemde birçok yerleşmede karşımıza çıkar. Jericho, Ain Ghazal, Beisamun bu yerleşmelerden bazılarıdır; ancak yapılan analizler sadece Kfar HaHoresh’te zincifreden elde edilmiş boyanın kullanımına işaret eder. Güney Levant bölgesinde bu hammadde bulunmadığı için, bilim insanları zincifrenin Anadolu kaynaklı olduğu görüşünü paylaşmıştır.

İsrail’deki buluntuya benzer olarak, Suriye’de yer alan Abu Hureyra’da MÖ 7400-7100 arasına tarihlenen 2B tabakasında bir kafatası üzerinde zincifre kullanıldığı tespit edilmiş. Bu alanda çalışan arkeologlar zincifrenin Anadolu’dan gelmiş olabileceği önerisini yinelerler.

Anadolu’da Neolitik Dönemde zincifre kullanımı Konya’daki Çatalhöyük yerleşmesinden bilinmektedir. Konya’da Ladik-Sızma yöresinde çok sayıda işletilmiş ve işletilmemiş zincifre yatağı bulunur. Çatalhöyük’teki zincifrenin kaynağı bu yörelerdeki cevherler olmalıdır diye düşünüyorum.

Çatalhöyük’te taban altı mezarlarda bazı insan kafatasları üzerinde boya olarak zincifre kullanılmış. Bunun yanında, yumuşakça kabukluları içinde ve bazen de okrla birlikte duvar boyasına karıştırılıyor.

Schotsmans ve Çatalhöyük ekibi tarafından yazılan 2022 tarihli bir makalede Çatalhöyük’teki iskeletlerin %11’inde boya kullanımına dair izler tespit edildiği, bunların büyük bir kısmının kafataslarına uygulandığı belirtilir. On dört iskelette ise zincifreye rastlanmış. Bunlar farklı tabakalardan gelen örnekler olsa da çoğunluğu MÖ 7000-6500 yılları arasına tarihlenen erken ve orta evrelere ait. Sonuç olarak, Çatalhöyük toplumu için zincifre erişilebilir ve işlenebilir bir hammaddedir. Zehirli özelliğine rağmen kullanımı yüzyıllar boyunca devam etmiştir. Ayrıca sadece ölü gömme törenlerinde kullanılan, rengi nedeniyle sembolik önemi olan, törensel bir özel işleve sahiptir.

EGE PREHİSTORYASINDA ZİNCİFRE MADENCİLİĞİ

Ödemiş, Tire, Alaşehir, Germencik gibi yerlerde bu cevherin bulunduğu bilinse de miktar olarak Türkiye’de zincifrenin en fazla görüldüğü yerlerden biri İzmir’in Karaburun ilçesi. Burada birkaç noktada zincifre cevherine rastlanmış, madenler 1950’li yıllara kadar işletilmiştir. Bu yüzden günümüzde özellikle yarımadanın kuzeydoğu kesimlerindeki tatlı sularda halen cıvaya rastlanır.

Karaburun’daki civa madeninin genel görünümü.

İzmir-Karaburun’daki Manastır mevkii ise biz arkeologlar için oldukça ilginç bulgulara sahip. Buradaki madenin Kalkolitik Dönemde, yani günümüzden 6 bin yıl önce işletildiği arkeolojik kanıtlarla bilinmekte. Her ne kadar günümüzde arkeolojik dolgular tamamen yol olmuş olsa da yapılan eski kazıların bulguları madencilikle ilgili belli bir fikir veriyor.

Karaburun’daki maden kazısı 1949 yılında Hamit Zübeyr Koşay ve Hakkı Gültekin tarafından yapılır. Sadece on gün süren kazılar prehistorik dönem zincifre kullanımıyla ilgili kıymetli bilgiler sağlamıştır. Çalışmalarda taş baltalar, yontma taş aletler, vurgaçlar ve boynuzdan aletler ile el yapımı kaba görünümlü çanak çömlek parçaları bulunmuş. Koşay’ın da belirttiği gibi, cıva madeninin prehistorik topluluklar tarafından boya maddesi temini için işletilmiş olması yüksek bir olasılıktır. Çanak çömlekler, mal grubu ve form olarak MÖ 4500-4000 yıllarına ait özellikler göstermekte olup madenin kullanımı Orta Kalkolitik Çağ’a tarihlenmektedir. Buradan Karaburun gibi ulaşımı zor, dağlık bir bölgenin zincifre yatakları sayesinde prehistorik toplumların dikkatini çektiğini, yatak çevresinde bir yerleşme alanı kurduklarını ve tüm risklerine
rağmen bu cevheri çıkarıp olasılıkla bazı ön işlemlerden sonra takasını gerçekleştirerek geçimlerini sağladıklarını anlıyoruz.

Cevher halindeki zincifre. Karaburun, Manastır Mevkii.

Zincifrenin başka bir kullanımı Ege Tunç Çağından bilinmekte. Günümüzden önce 5000-4000 yıl kadar önce Ege ve Batı Anadolu toplumları kültürel etkileşim içindeydi. Bu dönemde Ege’nin Kiklad Adalarında gelişen özel bir kültürel ürün olan mermer figürinler revaçtaydı. Arkeoloji literatüründe “Kiklad figürinleri” olarak bilinen bu figürünler her ne kadar sade ve beyaz renkli gözükse de mikroskop altında incelendiğinde, boyalı oldukları anlaşılır. Çoğunlukla mezarlıklara konulan bu heykelcikleri dini anlam taşıyan törensel nesneler olarak yorumluyoruz. Yapılan incelemeler bazı figürinlerin üzerinde kırmızı boya olarak zincifrenin kullanıldığını ortaya koymuş. Kiklad adalarında veya Yunanistan’da zincifre yatakları bilinmediği için Kiklad figürinleri üzerindeki boyanın Anadolu menşeli olma ihtimali oldukça yüksektir. Bu noktada Karaburun’da yer alan ve Kalkolitik Dönemden beri Anadolulu madenciler tarafından işletilen kaynaklar güçlü bir olasılık olarak beliriyor.

EMEĞİN BAKIŞ AÇISIYLA MADENCİLİK

Sonuç olarak, zincifre arkeolojik kayıtlarda daha fazla dikkat etmemiz gereken bir boya maddesi olarak karşımıza çıkmakta. Türkiye’de halen spesifik olarak bu konuda sistematik bir araştırma gerçekleşmiş değil; belli ki şu anki bilgilerimiz çok daha fazla genişlemeye açık.

Dahası emeğin bakış açısından bir madencilik arkeolojisi yapmaya ihtiyacımız var. Bu şekilde yaşama ve eyleme hizmet eden bir arkeoloji pratiğini inşa edebiliriz. Madenciliğin derin tarihine dair bilgilerimiz bugüne ışık tutacak nitelikte. Arkeolojide emek bakış açısına sahip çalışmaların çeşitlenmesi ve artması bize sadece eski toplumların madencilik faaliyetlerini nasıl organize ettiğiyle ilgili bilgi sağlamakla kalmaz; ayrıca üretim araçları, ilişkileri ve koşulları hakkında bilgi verir. Anadolu’da toplumsal evrimi ve politik örgütlenmeyi anlamak için bu konuların malûmatçı olmayan, sorun odaklı yöntemlerle çalışılması iyi olabilir.

Avusturya’daki Hallstatt tuz madeninde Tunç Çağında çocuk işçilerin çalıştırıldığına dair
arkeolojik kanıtlar.

Geçmişin çocuk madencisini, tutsak işçisini, ucuz emekçisini veya siyahi kölesini anımsamak bu nedenle çok önemli. Prehistorik maden ocaklarında insanın çocuksu merakı, dünyaya açılan saf ilgisiyle onun geçim mücadelesi, açgözlülüğü ve onulmaz hırsı bir arada karşımıza çıkıyor. Nasıl ki Soma katliamı sistemik bir emek sömürüsünün belgesiyse, prehistorik madenler de bizleri bu noktaya getiren tarihi süreçlerin materyal belgeleridir. Böylesi bir teorik yaklaşımla üretilen arkeolojik bilgi bugünün adalet mücadelesine katkı sunmaya yetkindir. Yeter ki tarihi aşağıdan yukarıya doğru bir kavrayışı mümkün kılacak emek dostu teorik yaklaşımlara sıcak bakalım.

*Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi