Yeni medya versus etik, bilim ve insan hakları

Adnan belgeselinde Fincancı işkenceye dair bulguları belgelediği için sanki bir cemaatin ve suç örgütünün aklanmasına imkân tanımış şeklindeki ifadeler işkence suçunu da tartışma konusu yapıyor.

Google Haberlere Abone ol

Yeni medyanın ne’liği üzerine yapılan tanımlarda karşımıza çıkan başlıca özellikler var: Dijitallik, etkileşim odaklı yapı, küresel ağa bağlı olma, yayım olanakları vb. Özellikler sıralanırken yeni medyanın demokratik bir yapıda olduğu, herkesin kendi olanaklarıyla içerik üretebildiği hatta bunlardan para kazanmasının mümkün olduğu ön plana çıkarılmakta ve böylece etik tartışmaların üstü örtülmekte. Demokratik işte, ötesinin, berisinin ne olduğunun çok da bir önemi yok. Oysa önemi yok denilen, öyle düşünülen noktanın asıl olarak demokrasi için önemli, uzun vadede en çok ihtiyaç duyulan olduğu aşikâr. Yeni medyanın ve öne çıkan özelliklerin belirli bir hızı beraberinde getirdiği ve “demokratik yapı”nın seçim vb süreçlerde ne kadar yanıltıcı olduğu sadece Brexit ve Cambridge Analytica örneklerinde değil Türkiye’nin yakın tarihli 14 Mayıs Genel Seçimlerinde de ziyadesiyle deneyimlendi. Fakat hızın getirdiği bir sonuç olarak da hafızanın gerilemesi söz konusu. Toplumsal olarak bir bireyi hedef tahtasına oturtabilen, linç edebilen bu demokratik yapı kanaatlerin dolaşıma sokulmasıyla, aykırı söylemin, hatta daha çok faşist ve etkileşim alan söylemin dolaşıma girmesiyle bir kakofoni meydana getiriyor. Yakın tarihli bir örnek Adnan Oktar “belgesel”inin yayımlanması ve orada insan hakları savunucusu, TTB Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur Fincancı’yı hedef alan söylemlerin dolaşıma girmesi ve Fincancı’nın linç edilmesi.

Etkili fon müzikleri ve şık mekanlarda gerçekleştirilen, genelde konuyla alakalı olan değil daha çok “işinin ehli” ve reyting alabilecek, kendisine gazeteci diyen konukların görüşleriyle ilerleyen ve YouTube platformu üzerinden yayın yapan 140journos bugün başlangıçta yola çıktığı noktanın tam tersi bir istikamette ilerliyor. Yıllardır etiği ve insan haklarını savunan, bunun için her gün iktidarın söylemleriyle hedef haline getirilen Fincancı’ya dair itham ve iddialara yer verip belgeselin kurgu aşamasında e-posta ile cevap hakkı verdiklerini ifade etmeleri açıkça ihlalleri belirginleştiriyor. Ancak burada etiğin de konusuna giren ve söz hakkı verilen kişiye itham ve iddialarda bulunana karşılık aynı koşullarda söz hakkı vermek belgesel sinemanın, ya da onların bir dönemki deyimiyle “gazetecilik” faaliyetinin yahut “yaratıcı belgesel”in olmazsa olmazıdır. Başka türlüsü “tık” uğruna yapılan herhangi bir faaliyetin konusudur. Platformun yönetici başlangıçta “aradığımız bilgiyi bulamamaktan rahatsız”lık duyarak yola çıktığını söylerken gerçeği örten bir pozisyon alıyor. Asıl sorgulanması gereken şey sorgulanmıyor.

Sosyal medyanın hızı karşısında bilimi, etiği, insan haklarını savunmak yapılanların aksine kanaatlerin değil olguların konusudur. Kanaatlerin olguların yerini aldığı, somut gerçekliğin kanaate yenik düştüğü bu mecralarda gerçeğe itibar edilmiyor, kanaatler daha yaygın bir dolaşıma sahip olduğu gibi daha çok “tık” getiriyor. Platformalar da kanaatlere, tık getirecek durumlara yer vermeye başlayarak etik pozisyonunu nereden aldığını açıkça beyan etmiş oluyorlar. Medyada linçlerin çoğunlukla, haber konusu olmaması da bununla ilişkili.

140journos’un “Kedicik”, “Adnan” başlıklı yapımlarının bir çerçeveleme olarak daha çok mağdurlara ve işkenceye odaklanması faili bir bireye indirgeyen ve arkasındaki siyaset, bürokrasi mekanizmalarını ihmal eden bir bakışı beraberinde getiriyor. Bir önceki bölüme dair Pınar Üzeltüzenci yazdığı yazıda: “Bir şeyi saklamanın en iyi yolu onu göz önünde tutmaksa, şu ana kadar saklanan şey her ne ise, bize göstere göstere hala korunmak isteniyor” demişti. Etkili fon müziklerle ve dramatik, süslü söylemlerle empati rezervlerine yapılan saldırıya ve asıl sorumluları aklama teşebbüslerine vurguda bulunmuştu. Yapımın devamı olan son yayınında ise yine asıl bürokratik failler ve düzen aklanma saikiyle kamera hareket ediyor.

Fincancı’nın kamusal bir figür olarak elini taşın altına sokması, inandığı etik ve bilimsel değerlere uygun olarak söz söylemekten imtina etmemesi onu demokrasiye ve insan haklarına inananların gözünde kahraman kılarken iktidar medyasının ve bulgularla itham ettiği kesimin gözünde terörist kılıyor. Oysa sadece bir gerçekliği ifade etmek, hiç kimseyi terörist ya da kahraman kılmamalı. Bu otoriter bir yönetimde başkalarının söz söylememesi ve Fincancı’nın olası riskleri göze alarak söz söylemesi, konuşamayanların katharsis yaşamasıyla açıklanabilir. Fincancı gibi figürlerin çoğalması bir yandan demokrasi için gerekli özneleri kamuoyuna sunarken öte yandan söz söyleyebilecek olanlara cesaret vermektedir. Bu iktidarın ve destekleyenlerin istemediği bir şey. Zira her dönemde ve koşulda iktidar ve destekleyicileri cesaretin bulaşıcı olduğunu çok iyi biliyorlar. Cesaret bu bağlamda hakikati söylemekle ve kamusal anlamda onu görünür kılmakla ilişkili. Hakikatin kesen bir tarafı var. Cesaret gibi.

140journos’un eşit bir şekilde ifade imkânı sunması noktası da bu açıdan önemli. Belgeselin milyonlarca izlenmesi karşısında Fincancı’nın açıklamaları aynı izleyiciye ulaşmadığı gibi Fincancı’dan politik olarak rahatsız olan kamuoyunun kanaatlerinin pekişmesine alan açan bir tablonun oluşmasına, iktidar medyasında itibar suikastına uğramasına yol açıyor. Öte yandan Financı’nın savunduğu, bilimsel uzmanlığını yaptığı alan Financı’nın kendisinden öte Türkiye’de insan hakları ve demokrasiye inanan her kesimi ilgilendiriyor. Dolayısıyla hedef alınan kendisinden öte savunduğu, kamuoyunda dile getirdiği hakikatlerin etki gücü.

Fincancı’nın işkence ve insan hakları konusunda fail gözetmeksizin, failin devlet ve iktidar olduğu durumda dahi söz söylemesi, bundan imtina etmemesi konuştuğu her durumda olay olabiliyor. Aslında başkası adına utanması, başkası adına inandığı değerleri dillendirmesi ve uzmanlığını yaptığı konuda; her şeyin medya eliyle kolayca kriminalize edildiği bir atmosferde söylemekten vazgeçmemesi onu bir parrhesiastes olarak karşımıza çıkarıyor. Parrhesia etkinliği Antik Yunan’da kişisel risk altında olduğunu bildiği halde kamu yararına doğruyu söylemeyi içeriyor. Foucault bunu gerçeği konuşma sanatı olarak ele alıyor. Gerçeği konuşmak, gerçek bildiğini her koşulda, en güçlüye karşı söylemekten çekinmemek ve olası riskleri almak, alabilmek. Yapımda işkence olduğuna dair bulguları belgelediği için sanki bir cemaatin ve suç örgütünün aklanmasına, faaliyetlerine alan açmasına imkân tanımış şeklindeki ifadeler işkence suçunu da tartışma konusu kılıyor. Oysa failin kimliğinden, gücünden bağımsız olarak, mağdurun kim olduğunun önemi olmaksızın işkencenin her koşulda suç olduğunu söylemek, bunu belgelemek bizleri rahatsız etmekten çok rahatlatmalı. Suçlu olanın da işkenceye maruz kalmaması için elimizden geleni yapmak sanırım sadece demokrasi fikri için değil, etik düşünce için, insan hakları için vazgeçilmez olmalı.