Yekta Kopan: İsteyen istediği sopayı sallasın sanat susmuyor

'Bana Kuşlar Söyledi' kitabı Can Yayınları tarafından yayımlanan Yekta Kopan'la konuştuk. Kopan, "İsteyen istediği sopayı sallasın sanat susmuyor. Sanat çaresizliğe izin vermiyor" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 1968’de doğan Yekta Kopan, Hacettepe Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. Toplamda 13 kitap kaleme alan Kopan’ın, 'Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri' adlı kitabı 2002 Sait Faik Hikâye Armağanı’na, 'Karbon Kopya' adlı kitabı 2007 Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı Ödülü’ne, 'Bir de Baktım Yoksun' adlı kitabı da 2010 Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne ve 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer bulundu.

Yazarlığın yanı sıra program sunuculuğu ve seslendirme sanatçılığı da yapan Kopan’ın 'Bana Kuşlar Söyledi' adlı kitabıysa geçtiğimiz günlerde Can Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Biz de bu vesileyle keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

'ÇOCUKLAR BİZİM BU İKİYÜZLÜ HALİMİZE NASIL BAKIYOR?'

Kitabınızın yazım süreciyle başlamak istiyorum. 'Bana Kuşlar Söyledi' nasıl bir derdin ürünü, kitabın yazım sürecine dair bizimle paylaşmak istediğiniz şeyler neler?

Uzun zamandır söylenen bir söz var: “Biz çocuklarımıza iyi bir dünya bırakmadık.” Bu sözün arkasından da bütün o kötülükler sıralanıyor; çevre felaketleri, adaletsizlik, ırkçılık, her tür eşitsizlik, kadın hakları, hayvan hakları daha doğrusu her alandaki haksızlıklar, salgınlar, savaşlar… Liste uzar gider. Bu sözler söyleniyor, bu kötülükler sıralanıyor ama ertesi gün hayat kaldığı yerden devam ediyor. Üstelik öyle de kalmıyor, her gün yeni bir kötülüğün yükünü bindiriyoruz geleceğin sırtına. Bu bitmek bilmez ikiyüzlülük hali üzerine düşünmek beni bu kitaba getirdi. Kafamdaki soru şuydu: “Peki çocuklar bizim bu ikiyüzlü halimize nasıl bakıyor, onlar dünyayı nasıl görüyor?”

'BİR KİTAP, YAZARININ ELİNDEN ÇIKTIKTAN SONRA FARKLI YOLCULUKLAR YAPAR'

'Bana Kuşlar Söyledi', 12 öyküden oluşuyor. Çocuklardan, çocukluktan yola çıkılarak yazılmış öyküler bunlar. Çocukların gözünden bu dünyaya, toplumsal meselelere, dahası “büyük”lerin sorunlarına bakmak enteresan bir yabancılaşma sağlıyor aslında. Farkındalık kazanmak için yabancılaşmak mı gerekir ya da şöyle sorayım; “kurtuluş” çocukta mı?

Çocuklara dünyayı “kurtarma” sorumluluğu yüklemek gibi bir tavır içindeyiz ve bununla yüzleşecek cesaretimiz bile yok. Yüzleşmeye cesaret edebilmek için önce farkında olmak gerekiyor, haklısınız. Bizden önceki kuşaklar “Yarınlarımız sizin ellerinizde, umudumuz sizlerde” deyip bildiklerini okumaya devam ettiler. Bizler de farklı davranmıyoruz. “Dünyanın çivisini çıkardık ama gelecekten umutluyuz, bu harika çocuklar o çiviyi yeniden yerine çakacaktır” demekten başka şey yapmıyoruz. Farklı bir gelecek hayali kurup çocukları aynı eğitim sisteminin, aynı sınav yarışının, aynı eşitsizliklerin, aynı saçmalıkların içine salıyoruz. “Ne yapıyorsam çocuklarım için yapıyorum” diyen ve ezberlediği kötülüklere yenilerini ekleyen büyüklerin dünyası burası. Yahu hiç değilse kötülüğüne ortak etme çocuğunu.

Bütün bu meselelere çocukların gözünden bakmak, okurda bir yabancılaşma, bir tedirginlik yaratır mı bilemem. Her okurun algısı farklıdır ve bir kitap, yazarının elinden çıktıktan sonra farklı yolculuklar yapar. Bu kitaptaki öykülerin yetişkinler dünyasına tokat atıp “Kendinize gelin artık” demek gibi bir görevi ya da sorumluluğu yok. Dünya o tokadı her gün atıyor zaten. Düşünsenize, bu söyleşiyi yaptığımız gün Marmara Denizi’ni saran müsilaj sorununu konuşuyoruz. Bir günde mi oluştu bu sorun, hayır. Denizler, dereler, ormanlar, bütün doğa yıllardır haykırmıyor mu? Bütün bu haykırışlara menfaatler uğruna kulak tıkayıp sonra da “Ama çocuklarımız dünyayı güzelleştirecek” demek nasıl bir ikiyüzlülüktür?

Bana Kuşlar Söyledi, Yekta Kopan, 128 syf., Can Yayınları, 2021.

Öyküleriniz her ne kadar bir dizi bireysel ve toplumsal sıkıntıyla iç içe geçmiş olsa da, karanlık bir buhran, çıkışsız bir melankoli şeklinde devam etmiyor; umut, nereden buluyorsa bir şekilde yolunu bulup ortaya çıkıyor. Ne var ki umut hem cennet hem cehennem olabiliyor bazen. Bu çelişkiye dair neler söylemek istersiniz?

Güne umutla başlayıp gece inene kadar o umudu hayata geçirecek, yeşertecek tek adım atmazsak, böyle bir çelişkiden söz edebiliriz. Sanırım Cicero’nun bir sözüydü; “Yaşıyorsam, umudum da var.” Ben umutsuz bir insan değilim. Ama umutlu olmayı romantikleştirmeyi, bu bakış açısının arkasına sığınıp atalet içinde yaşamayı da sevmem. Kabul edemem. Ne cennet ne cehennem. Harekete geçmek için bir itici güç umut. Ama umudu, romantik bir bakış açısı olarak bırakırsak, hayatın kenar süsü olmaya mahkûm edersek dediğiniz karanlık kuyuya düşeriz.

'EN ÇOK BAĞIRANIN HAKLI SAYILDIĞI BİR COĞRAFYAYA DÖNÜŞTÜK'

“Bana Kuşlar Söyledi” lafı aslında bir yalana, sırra karşılık gelir. Bızdık adlı öyküdeki domuzsa, bunun insanların uydurması olduğunu, hayvanların birbirine yalan söylemediklerini anlatır ve “Şu dalların arasında kuşlar var. Arılar var. Çiçekler, böcekler var. Keşke hepsini dinleyebilsen, keşke hepsiyle konuşabilsen. Dünyada hikâyesini anlatmak isteyen kim varsa, dinlesen keşke. Bu kadar çok hikâye varken dinlememek, konuşamamak daha büyük günah” der. Farklı olandan korkumuz bundan mı kaynaklanıyor sizce, dinlemek-anlatmak bu yarayı iyileştirebilir mi?

Birbirimizi dinlemeyi, anlamaya çalışmayı o kadar uzun zaman önce bıraktık ki. En çok bağıranın haklı sayıldığı bir coğrafyaya dönüştük. İnsanları diğer canlılardan ayıranın “hikâye anlatma yeteneği-gücü” olduğu söylenir hep. Bir yönüyle doğru. Ama bu, doğadaki diğer canlıların, hikâyelerini kendilerince anlatamadığı anlamına gelmiyor. Bu, bizim diğer canlılardan üstün olduğumuz, dünyanın sahibi olduğumuz anlamına da gelmiyor. Bu sadece, bizim gibi olanların dışındakilerin hikâyelerini dinlemek istemediğimiz anlamına geliyor. Artık benzerlerimize bile tahammülümüz kalmadı, yankı odalarımızda bile mutlu değiliz. “Biz” bile uzak bir ihtimal olmaya başladı, artık sadece “ben” var. Dinlemekten, anlamaktan, anlayıp yorumlamaya çalışmaktan geçtim, artık duymak bile istemiyoruz. Hani az önce, farkında olmak için yüzleşebilmek gerekiyor dedik ya, ona bir ön cümle eklemeliyiz belki: Dinlemek gerekiyor önce. Bütün insanları, bütün canlıları, bütün doğayı, bütün hikâyeleri dinlemek…

Çocuk denince aklımıza, bitmek bilmez bir enerjiyle davranan, sürekli soran, sorgulayan ve lafını hiçbir şekilde sakınmayan bir şey geliyor. “Büyük”lerin dünyasının tam tersi yani. Peki kötü olan büyümek mi yoksa büyüdüğümüz dünya mı? Özgürce konuşanın, eleştirenin hapse atıldığı günümüz Türkiye’sinde susmak öğrenilmiş bir çaresizliğe mi dönüştü?

Büyümek değil kötü olan. Elbette doğacağız, büyüyeceğiz ve öleceğiz. Büyüdüğümüz dünyayı da bizden bağımsız düşünemeyiz. Birden büyüyüp, gökten zembille bir dünyaya bırakılmıyoruz. Her gün, bir sonraki günü inşa ediyoruz. Büyüdüğümüz dünya yaptıklarımızdan bağımsız bir deney alanı değil ki. Ne ekiyorsak onu biçiyoruz. Susmak ise apayrı, derin bir mesele. Dinlemek konusundaki tahammülsüzlükten farkı yok, “bizim gibi” konuşmayanı susturmak… Farklı düşünceleri, yaşayışları, algıları susturmak, köreltmek, korkutmak, baskılamak ve giderek bu korkunun bir davranış kalıbına dönmesini sağlamak. Edebiyatın ve sanatın tüm dallarının gücü burada devreye giriyor; isteyen istediği sopayı sallasın sanat susmuyor. O sanat dalının üreticisi de bir insan, elbette o da korku ikliminden üstüne düşeni alıyor ama sonra yine doğrulmayı başarıyor, konuşuyor. Sanat, çaresizliğe izin vermiyor.

'BU HAYATIN TOPLAMIYIM, DOĞRUSUYLA YANLIŞIYLA'

Sizi pek çok alanda görüyoruz; yazarlığın yanı sıra program sunuculuğu, seslendirme sanatçılığı da yapıyorsunuz. Diğer alanlardaki deneyimlerinizin edebiyattaki karşılığına dair neler söylemek istersiniz?

Bu soruyu ben de kendime sorarım sıklıkla. Belirgin bir cevap bulamam ama. Sadece yaptığım işler değil, hayatımın her parçası yazdıklarımda bir yer buluyordur mutlaka. Şu işimden şöyle bir deneyimi aktarıyorum, bu işimden dolayı şöyle bir zorluk yaşıyorum diye ayrımlar yapamam. Bütün yaptıklarımı farklı çekmecelere koymam mümkün değil, anlamlı da değil. Bu hayatın toplamıyım, doğrusuyla yanlışıyla. Ama şunu hep söylemişimdir, öğrenmeyi ve sürekli öğrenci olmayı seviyorum. Çalışmayı, çabalamayı çok seviyorum. Bocalamaktan fazlaca korkmuyorum. Disiplinlerarası ilişkiler kurmak, farklı yaşamlardan bilgiler almak bana her zaman iyi geliyor. Her gün yeniden umutla ve bir şeyler öğrenebilme arzusuyla uyanıyorum.

İlk kitabınız olan 'Fildişi Karası'ndan (2000) bu yana 13 kitap kaleme aldınız. Katıldığınız öykü seçkileri, çalıştığınız edebi projeler de cabası... Bugünden geriye baktığınızda kendinize yönelteceğiniz eleştiriler var mı? Diğer bir deyişle; şimdiki Kopan, 2000’li yıllardaki “çocuk” yazarına nasıl bakıyor?

Kendimi eleştirmek için o kadar eskiye gitmeye gerek yok. Düne bakmam yeter. Hele ki çocukluğuma kadar gidip, oradan eleştiri cümleleri çıkarmama hiç gerek yok. İlk kitabım çıktığında 32 yaşındaydım, yani oraya da “çocuk” zamanlarım diyemem. Genel olarak kendini eleştiren biriyim, bir hata varsa ortada önce kendime bakmayı tercih ederim. Bu bakış açım, yazma yolculuğumda da değişmiyor. Ama buradan hep geçmişi eleştirdiğim anlamı da çıkmasın. Bazı zamanlarda da eski günlerin cesaretini, hata yapma korkusu olmadan mevzuya dalma halimi özlerim. İnsan yaşlandıkça daha kontrollü oluyor belki, her gün o kontrol zincirlerini kırmaya uğraşıyorum.

Şu sıra yeni bir projeniz var mı?

Üstünde çalıştığım bir dosya, belli bir noktaya gelene kadar anlatmayı başaramıyorum. Yakın çevreme bile anlatamam. Şimdilik sadece birden fazla projeye çalıştığımı söyleyebilirim.