YAZARLAR

'Bir köy okulunda uzaktan eğitim nasıl mı olur?'

Uzaktan eğitimi bizim durumumuzda uygulayamayacağımızı öğretmen arkadaşlarımla en baştan biliyorduk. Bir taraftan Milli Eğitim ya da müdür kontrol ederse endişesi yaygındı bütün öğretmenlerde. Özel okullarda çalışan arkadaşlarımdan daha ilk hafta zoom'la online sınıf kuran vardı. Ben eğitimi, EBA'yı (Eğitim Bilişim Ağı) geçtim, çocuklara ulaşmak, en azından hallerini öğrenmek derdindeydim. Tek tek denemeye başladım. Birinin amcasını buluyorum, birinin başka bir yakınını.

Sınıfın sobasını yakmaktan faranjiti azmış, bizzat yaşadığı ve tanıklık ettiği eşitsizlikler onu yormuş olsa da, köy okullarında öğretmenlik yaparken “güçlendiğini” söylüyor. Bu genç öğretmenin anlatacağı farklı bir “uzaktan eğitim” hikâyesi var. Diyarbakır'a bağlı köyünde telefonu olmayan ailelerin, barakada yaşayan Suriyelilerin çocukları için öyle ikinci gün zoom sınıfı kurmak kolay değil. Salgın öncesini de dinlemek lazım çünkü her şey biraz “uzaktan vatandaş” olmakla ilgili.

Çizim: Murat Başol

On yıldır hep köylerde öğretmenlik yaptım. Şu an Diyarbakır'ın bir ilçesine bağlı bir köy okulunda sınıf öğretmeniyim. Bir ara İran sınırında hiç ulaşımın olmadığı bir köydeydim. Van'ın bir köyünde yaptım. Normalde de zaten altı ay yollar kapalı orada, telefon çekmiyor.

Korona öncesi halimizi anlatayım önce. Birleştirilmiş sınıf okutuyorum, birler ve ikiler. Toplamda birkaç öğretmeniz, öğrenci sayımız da çok değil. Ama tek derslik olduğu için, lojmanı da sınıfa çevirdik. Üç dört sıranın sığacağı kadar bir yerden bahsediyorum. Genel sıkıntımız anadil mevzuu. Çocuklar 3-0 geriden başlamışken bu görülmüyor, sürekli dışarıdan bir baskı... Ayrıca kişisel olarak materyalimizin aşırı cinsiyetçi oluşundan, barışçı hiçbir ifadenin bulunmayışından rahatsızım. Suriyeli öğrencilerim var. Kobani bölgesinden gelmiş aileleri. Buralarda su az bulunduğu için sondaj gibi kuyu kazılır, onların başında beklesin diye de aileler “kiralanır”. Barakalarda yaşıyorlar. Suriye'den gelenlerin bir kısmı Kürt, Diyarbakır Kürtçesiyle farklı olsa da bir şekilde çocukları anlıyorum, bu bir avantaj. Fakat buna rağmen sınıfta bir eşitsizlik var: Onlar da Kürt, onlar da. Ama biri diğerine Suriye'den gelmiş, işçi, tarlada babalarının yanında çalışan gözüyle bakabiliyor. Çok garip, köyden Kürt çocukları, onlarla Kürtçe konuşmuyor, Kürtçe konuşan daha kötü, daha pis sanki. Birlikte oyun oynamıyorlar. Kendi aralarında bir hiyerarşi var. İlk yıl aralarında barışçıl bir ilişki kurabilmek için çok zorlandım. Suriyeliler uzakta yaşıyor, servis ayarlanmadığı için çocuklar neredeyse on kilometre yürüyor her gün. İki ayakkabı değiştiriyorlar. Tarla çamur olduğu için çizmeyle geçiyor, anayolda ayakkabısını giyiyor. Kışın gelmeleri mümkün değil bu yüzden, hafif yağmurda yürüyemezler.

Köy okulunda uzaktan eğitim nasıl mı olur? İlk uzaktan eğitim yazısı geldiğinde bundan çocuklara bahsedemedik, nasıl anlatacağız? Onlara kitaplar, testler hazırlayıp dağıttık önce. Köy okulunda ebeveynlerle bire bir ilişki kuruyorsunuz. Evlerine gideriz, tarlaya uğrarız, salatalık domates alırız, onlar okulun bostanına uğrar. Durumu anlatmaya çalıştık biraz. Ama bir yandan düşünmeye başladım, biz nasıl uzaktan eğitim verebiliriz? Mideme ağrılar girdi, çoğunun telefonu yok, ben köyde değilim. Bir yandan kendi ailemin yanına gitsem mi diye düşünüyorum, babam kronik hasta.

Uzaktan eğitimi bizim durumumuzda uygulayamayacağımızı öğretmen arkadaşlarımla en baştan biliyorduk. Bir taraftan Milli Eğitim ya da müdür kontrol ederse endişesi yaygındı bütün öğretmenlerde. Özel okullarda çalışan arkadaşlarımdan daha ilk hafta zoom'la online sınıf kuran vardı. Ben eğitimi, EBA'yı (Eğitim Bilişim Ağı) geçtim, çocuklara ulaşmak, en azından hallerini öğrenmek derdindeydim. Tek tek denemeye başladım. Birinin amcasını buluyorum, birinin başka bir yakınını. Akşam çocuğun evine gidip beni arıyorlar, bin bir zahmet... Bazı Suriyeli öğrencilere hiç ulaşamadım, birkaçının ebeveynine zar zor derdimi anlatmaya çalıştım.

Çocukların çok hoşuna gitti, birbirimizin sesini duymamız, hallerini anlatabilmeleri... Bazıları nasıl korkmuş. Biri “Bir sürü insan ölmüş, biz de ölmeyelim diye mi evdeyiz?” diyor. Biri EBA'yı evde televizyonda ayarlayamayınca, sanki başlarına çok kötü bir şey gelecekmiş gibi panik olmuş. Kurmayı da tarif etmiştim velilere adım adım, ama hepsi yapamadı.

Sonra işte böyle birinin dayısı, birin babasıyla, kime erişebiliyorsam bir WhatsApp grubu kurdum. Akıllı telefonu olmayanları ayrıca arıyorum. Oradan dersle ilgili bir şeyler yolluyorum. Arada kendimi videoya çekip atıyorum. İşte günaydın çocuklar, nasılsınız, ben şunları yaptım, bunları yaptım... Birkaçı kendi videosunu yolladı. Ama cevap yazamayan da var, çünkü çocuk her akşam telefon isteyince laf ediyorlar şarj bitiyor diye. O videonun bir de Kürtçesini çektim. Hele Suriyeli birkaç öğrenci gel, git, kitap, bostan dışında Türkçe bilmiyor. Tabii ki uzaktan eğitimde bu dil konusu düşünülmemiş. Ben sınıfta yüz ifadelerinden anlamadıklarını görüyorum, ona göre davranıyorum normalde. En azından öğretmenin Kürtçe bilmesi bir güvence gibi geliyor çocuğa. Televizyondan ya da internetten eğitimde bu mümkün değil, interaktif olsa dahi çocuk anlamıyor, bunu görmüyorlar. Bu arada bir öğrencim duyma ve konuşma engelli, mesela böyle özel ihtiyaçları olan çocuklar, otizmliler de EBA'da düşünülmemiş. EBA şu anda toplumun “normal” diye karşıladığı, sağlıklı, Türkçe bilen, televizyonu olan, orta sınıf çocuğa hitap ediyor... Asla kapsayıcı değil.

Tabii bunların ortasında çaresizliğe, yalnızlığa daha kolay düşüyorum. Birçok öğretmen öyle. Duyarlı olmanın bir yükü var, dersimi anlatıp, hepsine test yollayıp bırakabilirim. İşimi de yapmış olurum. Ama çocukların duygularını kendiminkiler kadar önemsediğim için iki kat yıpranıyorum. Kendime, zorlandığın yerleri gör, oraları güçlendir diyorum. Bu yıpranma sürerse sonra hiçbir şey yapamazsınız çünkü. Genel olarak zaten öğretmenlerin özel yaşamı, onların da dertleri olabileceği düşünülmüyor pek.

Sınıf öğretmeni olarak ilk atandığınızda merkezde çalışma ihtimaliniz düşüktür. Bizde puan sistemi var. Bu da ayrıca eşitsizlikler doğuruyor. Diyelim köy okulunda 30 puan aldım. Tayinimi istediğim okulu benden daha yüksek puanlı birinin tercih etmemesi gerekiyor. Merkezdeki okullarda hep 25-30 yıllık öğretmenler çalıştığı ve başka yere tayinlerini istemedikleri için benim merkezde çalışma ihtimalim kalmıyor pek. Köy okulları da hep aynı değil. Kaloriferi, servisi, jeneratörü olan köy okulları var. Orada da yıllık 30 puan alırsınız. Ben birleştirilmiş sınıf okutuyorum, okulun sobasını kendim yakıyorum, çalışanımız yok, odunumuzu kendimiz alıyoruz, servis yok ve ben de 30 puan alıyorum. Merkezdekilerin de kendine göre zorlukları var, ağır bir hiyerarşiyle yaşıyorlar örneğin, ebeveynlerin çocuk algısı başka türlü, at yarışı gibi bakıyor her şeye. Köy illa daha zordur demem. Ama eşitsizlik var işte. İlk atandığımda, ki 20 yaşındaydım o zaman, birleştirilmiş beş sınıf okuttum. Ve sınıfta farklı gelişen, otizmli öğrencilerim vardı. Sıfır deneyim... Çok zorlandım, ama muazzam bir deneyimdi.

Köyler, yoksulluğun daha da göründüğü yerler. Bunun karşısında elinizin kolunuzun bağlı olması insanı yoruyor. Destek toplamak geçici bir çözüm. Bir çocuğa o yıl montla bot alman ancak senin vicdanını rahatlatır. Kalıcı bir çözüm üretememek içten içe yıpratıyor insanı. Her şeye rağmen köyde çalışmak bana çok şey kattı, beni geliştirdi diyebilirim. Sürekli soba yakmaktan, soba dumanından faranjitim arttı tamam. Ya da her yıl servis problemiyle uğraşmaktan yoruldum, evet. Ama köylerde güçlendim ben.

Eski öğrencilerimle haberleşiyorum. İlk öğrencilerimden beşinci sınıfta olanlar büyüdüler. Çok yoksul bir köydü orası. İçlerinde okuyan yok. Liseden sonra bırakmışlar en fazla. İstanbul'da bir inşaatta çalışan var, Eskişehir'de bir lojistik şirketinde çalışan var, biri Mardin'de inşaat işçisi. Onlar da oldukları yerde mahsur kalmışlar salgınla. Para da kazanamıyorlar, dertliler. Virüs eşitledi diyorlar, herkes sıkışmış olabilir ama ihtiyaçlar farklı. Biri ev borcunu ödeyemediği için sıkışmış, diğeri doğrudan nasıl besleneceğini düşünüyor. Yoksullar yaşıyor ağırını, cezaevindekiler, hastanede çalışanlar... Can derdinde insanlar.

Konuştuğumuz gün 61.049 vaka, 1296 ölüm açıklanmıştı.

*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan. Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.


Pınar Öğünç Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler mezunu. 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışıyor. Jet Rejisör (söyleşi, İletişim Yay.), İnce İş (söyleşi, İletişim Yay.), Asker Doğmayanlar (söyleşi, Hrant Dink Vakfı Yay.), Aksi Gibi (hikâye, İletişim Yay.), Beterotu ((hikâye, İletişim Yay.), Cotturuk Defterleri (çocuk, CanÇocuk) kitaplarının yazarı.