YAZARLAR

‘Evde kalmış’ filmler

Korona virüsü salgını nedeniyle evlerimizde olduğumuz bu günler için ufak bir liste hazırladık. Tabii ki bu kadar kısıtlı bir listede mutlaka unuttuğumuz yapımlar olacaktır. Listede son yıllarda vizyona çıkan filmler ağırlıkta olsa da bazı eski yapımlara da yer verdik.

Bütün dünyayı sarsmış olan korona virüsü salgını yüzünden evlerimize kapandığımız bu günlerde, bazılarını Netflix kanalında, bazılarını internet kanallarında, bazılarını ise zamanında (eğer biriktirmişseniz) DVD’lerde bulabildiğiniz filmlerden ufak bir liste hazırladık.

Baştan belirtmekte yarar var: Bu liste en beğendiğimiz filmler listesi değil. Kuşkusuz listeyi oluştururken, belli bir düzeyin üzerinde yapımlar seçmeye çalıştık ama aynı zamanda da ‘seyir zevki yüksek’ filmleri ön plana aldık. Dolayısıyla ‘en iyi filmler deyince’ bizim de aklımıza gelecek bazı çok sağlam filmleri hatta başyapıtları, ağır karamsar havalarından, işledikleri (kuşkusuz çok önemli) konuların ciddiyeti ve ister istemez biraz ‘kapanç’ atmosferlerinden dolayı listemize almadık.

Tabii ki bu kadar kısıtlı bir listede mutlaka unuttuğumuz yapımlar olacaktır. Listede son yıllarda vizyona çıkan filmler ağırlıkta olsa da bazı eski yapımlara da yer verdik.

Son olarak çok ‘hafif’ bir seçki olmaması için listede, birkaç tane de olsa ciddi bir gerilim taşıyan hatta seyirciyi bayağı ‘diken üstünde tutan’ filmler bulunduğunu da ekleyelim.

Remember: Her filmi merak uyandırıcı olan, yönetmen Atom Egoyan’dan çok sağlam bir senaryo, kusursuz oyunculuklar ve muazzam bir sürpriz final barındıran bir yapım olduğu için…

Pain and Glory: Bizce, yıllar sonra en iyi filmlerinden birini sunan Pedro Almadovar’ın çılgın ama bir o kadar da ‘derin’ dünyasını tekrar hatırlamamıza vesile olduğu için…

Midnight in Paris: Büyük yönetmen Woody Allen’ın özdeşlemiş olduğu ‘New York’ şehrine ara verip Avrupa şehirlerindeki sinema gezintisinin en keyifli duraklarından biri olduğu için…

Bad Times at The El Royale: Uzun zamandır iyi bir örneğini beklediğimiz çok sağlam bir polisiye/film noir olmakla yetinmeyip aynı zamanda Amerika’nın bir döneminin adeta ‘otopsisini’ sunduğu için…

Children of Men: Bizce Alfonso Cuaron’un en başarılı filmlerinden biri olarak ‘doğal düzenin bozulması’ gibi çok evrensel bir konuyu sağlam bir hikayeyle birleştirip seyirciyi ‘düşünmeye iten’ bir yapım olduğu için…

A Separation: İran sinemasının en önemli yönetmenlerinden Asghar Farhadi’den ‘zorlama olmayan’ bir senaryo ve ‘tam dozundan hissettirilen duygular’ açısından neredeyse ‘ders’ niteliğinde bir film olduğu için…

A Quiet Place: Adeta ‘Söz gümüşse sükut altındır’ atasözünden yola çıkararak, belki de ‘The Ring’ filminden beri en iyi korkutan yapım olduğu için…

Memento: Aradan bunca zaman geçmesini rağmen Nolan’ın bu ikinci uzun metrajlı filminin ‘ters’ akışı ve yapboz gibi senaryosu hala aklımızda olduğu için…

American Beauty: Yönetmen Sam Mendes’in bütün hünerini gösterdiği bu filmin ‘saflık’ peşindeki bir Amerikan aileden çıkarak herkesi ilgilendiren bir konuya etkileyici bir şekilde parmak bastığı için…

No Country For Old Man: Kısaca söylemek gerekirse Coen Kardeşler’in en iyi filmlerinden biri olduğu için…

Deux Jours, Une Nuit (İki Gün, Bir Gece): Aslında sıradan hatta ‘sıkıcı’ olabilecek bir olayı Dardenne Kardeşler’in kendilerine has, sade ve güçlü sinema diliyle aktarıp ve aynı zamanda da Marion Cotillard’ın inanılmaz oyunculuğundan güç alarak bizi çok etkilediği için…

Blue Jasmine: Zaten hiçbir filmine ilgisiz kalmayacağımız Woody Allen’ın bu sefer de bizce yaşayan en büyük aktrislerden biri olan Cate Blanchett’le ‘tam gaz’ ilerleyen işbirliğini görmek için…

A Few Good Men: Büyük çoğunluğunda bir tiyatro havası hakim olsa da, yönetmen Rob Reiner’ın en formda olduğu yapımlardan biri ve kadrosunda birçok yıldızın bütün hünerlerini gösterdiği, heyecanlı ve bizce çok başarılı bir ‘mahkeme’ filmi olduğu için…

Moulin Rouge: Baz Luhrmann’ın bu modernize ettiği hikayeyle sadece müzik ve dans açısından bile bizi mest ettiği için…

Vavien: Taylan biraderlerin bu ‘ince’ filminin hak ettiği gişe başarısını yakalayamamasını en azından evde izleyerek telafi etmek için…

Inglourious Bastards: Quentin Tarantino’nun tarihi çarpıtmak pahasına kendine özel mizahını ustaca serpiştirdiği bu filmiyle bizi bir kez daha etkilediği ve Cristoph Waltz gibi bir oyuncuyu tanıttığı için…

Frost/Nixon: Gerçek bir olaydan yola çıkarak bir gazeteci ve eski bir siyaset adamı (hatta burada eski Başkan!) arasında geçmiş bir ‘söz düellosunu’ bütün çıplaklığıyla ve bütün sertliğiyle bize gösterdiği için…

Skyfall: Son yılların ve kuşkusuz Daniel Craig ‘döneminin’ en iyi James Bond filmi olduğu için…

The Ballad of Buster Scruggs: Netflix kanalındaki bu Coen Kardeşler’in birbirinden bağımsız gibi duran ancak sonunda aynı yere bağlanan ve bir kısa film şeridi gibi akan filmi gerçekten ilgiye ve izlemeye değer olduğu için…

Amarcord: Çünkü… Fellini filmi olduğu için…

When Harry Met Sally: Bu ‘eskimeyen’ romantik komedi halen türündeki en parlak örneklerinden biri olduğu için…

Sinemanın bize açtığı hayal ve duygu dünyasında dolaşmak kapalı kaldığımız bu günlerde bize iyi gelecektir diye düşündük.

Umarız öyle olur.


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .