YAZARLAR

Devlet kapasitesi: Siyaset viral olunca

Salgın şeklini alan viral hastalıkların ortaya çıkışında, yayılmasında ve sonunda giderilmesinde işleyen mekanizmalar, siyasal iktidar süreçleri ile tıbbi söylemlerin yolunun kesiştiği özgül zeminde inşa edilirler. Otoriter halk sağlığı siyasetleri, başlangıçta hastalığın gelişmesi ve yayılmasına yol açmış olan baskıcı önlemleri, sanki çözümmüş gibi daha geniş yelpazede uygulamak türünden bir paradoksun içine düşmektedir. Oysa DSÖ, karantina uygulamasının salgın hastalıklar konusunda etkili bir mücadele yolu olmadığı, ülke sınırlarını kapatmanın beklenin tersi sonuçlar ürettiği yönünde uyarılarda bulunmaktadır.

Toplumu anlamanın anahtarı genellikle şu soruya verilen yanıtlarda aranır: İnsanlar neden bir arada yaşar? Siyasete dair bilinenlerin büyük bir kısmının bu yoldan ilerlenerek elde edildiği bir gerçek. Ancak bazen aynı yolun tersinden ilerlemek de ziyadesiyle bilgilendirici olabilir. Hiç kimse başka türlü bakış açıları elde etmenin değerini yadsıyamaz. Yani meseleye farklı insanlara açık olma, ötekiyle uzlaşma veya birleşme üzerinden değil, kendini kapatma, çatışma veya ayırma gibi ölçütler üzerinden yaklaştığımızda da farklı aydınlanma biçimlerinin yaşanması mümkündür. Bugünlerde “korona virüsü” üzerinden yürütülen tartışmaların açığa çıkardığı “panik” böyle bir yaklaşımla ele alınmaya ziyadesiyle uygun görünüyor. Zira panik anında yüzeye vuran korkular ve bu korkuları besleyen önyargılar, bize siyaseti yönlendiren ilkeleri açıklamak için başka başka imkanlar sunuyorlar. Boşalmış caddelerin ıssızlaştırdığı kentlere, karantinaya alınmış hayalet gemilere yahut kapatılan sınır kapılarına baktığımızda insanlar arasındaki bağların çözülmesinin işaretleri kadar devlet kapasitesinin bir ölçüsünü de görürüz.

Devlet kapasitesini, egemen gücün yönettiği nüfusun güvenliğini ve esenliğini sağlayacak olanaklara ne ölçüde sahip olduğuyla ilgili bir kavram olarak düşünebiliriz. Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Xi Jingping, “Salgın bir şeytandır. Şeytanın saklanmasına müsaade edemeyiz” dediğinde devlet kapasitesine dair bu yönlü bir vurguyu bariz bir şekilde öne çıkarır. Böylesi bir vurguya ihtiyaç duymasının nedeniyse, Çin’in süreçle ilgili siyasi sorumluluğunun sadece o ülkedeki devlet ve toplum ilişkileriyle sınırlı kalmayıp uluslararası düzeyde tartışmaya açılmasıyla ilgili. Hastalığı teşhis edip meslektaşlarını uyaran bilim insanın cezalandırılması ve bu süreçte hayatını kaybetmesi, genel bir otoriterlik eleştirisi üzerinden Doğu ile Batı veya komünizm ile liberalizm arasındaki karşıtlıkları yeniden ileri sürmeye ve tartışmaya olanak tanıdı. Bu süreçte aleniyet, özgürlük veya serbest tartışma gibi değerlerin, daha liberal ve medeni oldukları için, “insan sağlığına” daha iyi geldiği yönünde bazı görüşler ileri sürüldüğüne dahi tanık olduk.

Salgın şeklini alan viral hastalıkların ortaya çıkışında, yayılmasında ve sonunda giderilmesinde işleyen mekanizmalar, siyasal iktidar süreçleri ile tıbbi söylemlerin yolunun kesiştiği özgül zeminde inşa edilirler. Çin’in işlettiği otoriter mekanizmaların dayandığı mantığın, halk sağlığını korumak şöyle dursun hastalığın ilerlemesi ve yayılmasına katkı yaptığı görülmüştür. Zira panik yaratmamak veya düzeni korumak adına oluşturulan enformasyon boşluğu, büyük ölçüde fısıltılar, dedikodular ve komplo teorileri tarafından doldurulmuştur. Başlangıçta düzeni sağlamak ve paniğe engel olmak gerekçesiyle meşrulaştırılan baskıcı önlemler, bu nedenle son aşamaya vardığında ilk amaçlarına ters düşerek karmaşa ve kaos çıkmasına sebep olurlar. Bugün Çin’de izlediğimiz sahneler, Xi’nin Çin’in “şeytanı” saklandığı yerden çıkarıp hakkından gelecek kudrette olduğu yönlü vurgusu, hep bu politikaların öngörülmemiş sonuçlarının “devlet kapasitesine” dair yarattığı kuşkulara verilmiş bir tepki olarak görülmelidir.

Tabii bu kuşkularla mücadele, 60 milyonu aşkın insanı karantina koşullarında yaşamaya mahkum etme, giderek artan sayıda insanı politik ve hukuki yollardan cezalandırma gibi sonuçlara yol açmaktadır. Otoriter halk sağlığı siyasetleri, başlangıçta hastalığın gelişmesi ve yayılmasına yol açmış olan baskıcı önlemleri, sanki çözümmüş gibi daha geniş yelpazede uygulamak türünden bir paradoksun içine düşmektedir. Oysa Dünya Sağlık Örgütü, karantina uygulamasının salgın hastalıklar konusunda etkili bir mücadele yolu olmadığı, ülke sınırlarını kapatmanın beklenin tersi sonuçlar ürettiği yönünde uyarılarda bulunmaktadır. Buna göre, sınırları kapatmak yerine ülkeye giriş çıkışları izlemek çok daha etkili olacaktır. Fakat tüm bunlara rağmen, sadece otoriter Çin’de değil liberal Batı’da da sınırları kapatma, karantina altına alma gibi çözümlerin devlet kapasitesinin etkin kullanımının örnekleri olarak revaçta olduğunu görüyoruz. Hatta bu yöntemleri daha en başından itibaren kullanmadığı için İran’ın ağır eleştirilere tabi tutulduğuna şahit oluyoruz.

Modern halk sağlığı söyleminin geliştirdiği önerilerinin hangilerinin dikkate alınacağı hangilerinin gözardı edileceği veya kime ne ölçüde uygulanacağı konusundaki seçici tutumlar bize meselenin ne kadar çetrefilli olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda ilk olarak virüslerin sadece medeniyetin sınırlarına saygısı olmayan hastalık taşıyıcı bir güç olarak görülemeyeceğini kaydetmekte yarar var. Susan Sontag, hastalığın bir metafor olarak kullanılmasının nasıl mağduru suçlamanın, bunun acısını çekenleri değersizleştirmenin bir yolu olduğuna dikkatimizi çeker. Böyle bakıldığında, virüsün aynı zamanda farklı olanı etiketlemenin yahut ötekini aşağılamanın bir aracı olarak da işlevselleştirildiğini rahatlıkla görürüz. Hastalığın açığa çıkması ve salgına dönüşmesi sürecinde başarısız olmuş toplumları suçlamanın, bu insanları değersizleştirmenin bir adım ötesinde onları hastalığın kendisi olarak görmek durmaktadır. Avrupa’nın aşırı sağcıları kadar, Türkiye’nin ulusalcılarının da başvurduğu bu ideolojik söylemin hareket noktasını tam olarak burada buluyoruz: Bir hastalık olarak Doğu!

İkinci önemli nokta, ister otoriter olsun ister liberal, ister Doğulu olsun ister Batılı, tüm devletlerin salgın kontrolünde sınır güvenliğine aşırı önem yüklemede ortaklaşmasıdır. Halbuki yirminci yüzyılın başlarından itibaren sınırların kapatılmasını merkeze alan çözümlerin salgın kontrolü konusunda ya etkisiz kaldığı ya da beklenenin tersi yönde sonuç doğurduğu yaygın kabul görmektedir. Sadece bundan önceki birkaç virüs salgınına dahi bakılsa sınır kapatma veya hastalığın kaynağı ülkelerle etkileşimi durdurma yönünde geliştirilen söylemlerin nasıl etkisiz olduğu rahatlıkla görülebilir. Dolayısıyla söz konusu uygulamaların şimdilerde yine popüler olmasının nedenini, doğrudan tıbbi gerekliliklerin kendisinde değil, küreselleşmeye karşı gelişen yeni ulusal-popüler siyasetlerin araçsallaştırdığı halk sağlığı söyleminde aramak gerekiyor. Halk sağlığı, ulusu risk olarak görülen yabancıdan ya da hastalık olarak görülen Doğulu’dan arındırsın diye, sınır duvarlarının üzerine yerleştirilen bir başka “dikenli tel” olarak devreye sokulmaktadır.

Bu hususlar tıbbi tarihin otoriter ve demokratik çözümler arasında salınan karşıt söylemleri çerçevesinde siyasi anlamlarını kazanırlar. Hastalıkların teşhisi ve tedavisiyle ilgili tıbbi söylemin ağırlık merkezini şu düstur oluşturur: Hastalık yoktur hasta vardır. Bu yanıyla tıbbi bakış açısı her insanın biricikliğini tanıyan, çeşitliliği olumlayan demokratikleştirici bir siyasi güç gibi görülür. Ancak bir salgın kaynağı olarak virüsler veya bakteriler söz konusu olduğunda, tıbbi tarihin pek fazla demokratikleştirici örnek sunamadığını görürüz. Acil ve kararlı bir tıbbi müdahalenin kitlesel olarak uygulanmasının gerekli olduğu durumlarda, teşhis ve tedavi açısından olmasa da, salgının kontrolü açısından özgürlüklerin askıya alınması, bir tür olağanüstü halin devreye sokulması sanki sağduyunun gereği olarak aktarılmaktadır. Çin’deki otoriter halk sağlığı uygulamalarının oluşturduğu olumsuz örnek kadar, ayrımcı ve dışlayıcı bir medeniyet söylemi içinden konuşan bazı Batılı örneklerin de dayandığı bu “sağduyu”dan özenle uzak durmak gerekiyor. Bilgi akışı veya yayın yasağı gibi ifade özgürlüğü meselelerinde olduğu gibi, genel olarak haklara riayet etme konusunda da iyi bir şöhreti olmayan AKP iktidarının, Türkiye’de siyaset “viral” bir nitelik kazanınca ne yapacağını öngörmek çok zor değil. Ama yerli ve milli “cevher” her durumda çözüm yaratamayabilir. Sonuçta virüs bu; ne yer tanıyor ne de millet.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.