YAZARLAR

2003’te 'Savaşa Hayır' diyen gazeteciler vardı

Biz habere sırtımızı dönmemiştik. Kamuoyunu bilgilendirme görevimizden vazgeçmemiştik. Gazetecinin esas sorumluluğunun savaşı değil barışı savunmak olduğunu, devletleri yönetenlerin kararlarını savunmanın bizim işimiz olmadığını, gazetecilerin yaşamı savunması gerektiğini hatırlatmıştık; “Savaşa Hayır” demiştik.

Amerika Birleşik Devletleri, Saddam’ın elinde bulunduğunu öne sürdüğü kitle imha silahlarını gerekçe göstererek yanına İngiltere’yi alıp Irak’ı işgale giriştiğinde takvimler 20 Mart 2003’ü gösteriyordu. Milyonlarca insanı öldürdüler, Irak yerle bir oldu, kaç ABD askerinin bu savaşta öldüğü hiç öğrenilemedi ve bütün bu kayıplara bahane edilen o kitle imha silahları bulunamadı.

ABD bu işgali Türk Silahlı Kuvvetleri ile birlikte gerçekleştirmeyi hedeflemişti ama bu plan, 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’te reddedilmesiyle suya düştü. ABD’nin Türkiye’ye 60 bin askeriyle yüzlerce savaş uçağını konuşlandırması, Türkiye’nin havaalanlarından ve limanlarından yararlanması gibi talepleri içeren o tezkereye başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere çok sayıda AK Parti milletvekili de karşı çıkmıştı. Parlamentoda çok sert açıklamalar yapılıyordu. O günlerde hem Meclis’i hem de Başbakanlık’ı izleyen bir gazeteci olarak zihnime en fazla kazınan söz, “Coni yerine neden Mehmetçik ölsün!” itirazıydı.

Bugünkü açıklamalar, savaş çığlıkları, sadece AK Parti’nin değil Türkiye’nin 17 yılda nereden nereye geldiğini göstermesi açısından çok çarpıcı. AK Parti, başından bu yana hatalı olan Suriye politikalarının bedelini yine ödemeyecek. Bunun yerine yanına muhalefeti de alarak erimekte olan iktidarına beka aşısı yapacak. Görünen o.

ABD-Türkiye ilişkilerinde kritik eşik olarak tarihe geçen 1 Mart Tezkeresi’nin reddinin ardından dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın mart ayı sonunda, “Türkiye’nin savaş nedeniyle ortaya çıkabilecek ihtiyaçları için” Başkan George Bush’un Kongre’ye sunduğu ek savaş bütçesinde Türkiye için de ödenek ayrıldığını söylemesi ise tartışmaları bambaşka bir noktaya taşımıştı. 1 milyar dolarlık bir hibeden söz ediliyordu.

Colin Powell 2 Nisan’da Ankara’ya geldi. Mevkidaşı Abdullah Gül ile bir anlaşma imzaladı. O gizli anlaşma yıllarca tartışıldı. Gazeteci Fikret Bila, o anlaşmayı 2013 yılında haberleştirdiğinde öğrendik içeriğini. Bu anlaşma ile İncirlik üssündeki hastanenin ve Diyarbakır hastanesi ile diğer Türkiye hastanelerinin Irak’ta yaralanan ABD askerleri için kullanılması, arama kurtarmayla görevli ABD hava unsurlarının Kuzey Irak’a geçirilmesi, ticari tedarik güzergâhı kurulması ve ihtiyaçların Türkiye’den karşılanması kabul edilmişti.

Bir grup gazeteci, bütün bu tartışmalar sürerken dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ı ve heyetini, Başbakanlık’a girişi sırasında sırtımızı dönerek protesto etmiştik. Dönemin ana akım medyasının kudretli yöneticileri bu eylemimizi “gazeteci habere sırtını dönmez” sloganıyla yerden yere vurdular.

Bizim plansız gelişen bu eylemimizle aynı saatlerde Türkiye’nin dört bir yanında irili ufaklı savaş karşıtı protestolar yapılıyordu.

Fotoğraflar: Altan Burgucu

Doğan Medya Grubu’nun Yayın Konseyi, bizi kınayan bir açıklama yaptı. “Bir muhabirin görev sırasında işini bırakması, gazetecilik sorumluluğu ve meslek ahlakıyla bağdaşmaz. Sırtını habere dönen muhabir, bu tavrıyla kamunun, çalıştığı gazetedeki okurun haber alma özgürlüğünü engellemiştir. Oysa onun görevi, kim olursa olsun, onunla ilgili tarafsız haberi gazetesine ulaştırmaktır. Eylem yapma, yorum ekleme hakkı yoktur. Muhabir, bu tavrıyla taraf olduğunu göstermiş, objektif inanılırlığını kaybetmiş, mesleğinin kurallarını da ihlal etmiş olacaktır. Bir muhabirin elbette kişisel fikri olabilir, ama bunu habere yansıtamaz. Görev başında belli edemez, fikrini savunmak üzere eylemini ancak görevli değilken yapabilir” dediler.

Oysa biz habere sırtımızı dönmemiştik. Kamuoyunu bilgilendirme görevimizden vazgeçmemiştik. Gazetecinin esas sorumluluğunun savaşı değil barışı savunmak olduğunu, devletleri yönetenlerin kararlarını savunmanın bizim işimiz olmadığını, gazetecilerin yaşamı savunması gerektiğini hatırlatmıştık; “Savaşa Hayır” demiştik.

ABD heyetinin ve Amerikalı gazetecilerin şaşkın bakışları arasında gerçekleştirdiğimiz o sessiz protesto nedeniyle hatırladığım kadarıyla aramızdan kimse işsiz kalmadı. Dört yıl sonra başlatılan akreditasyon iptalleriyle gazetecilerin sesi kesilmek istenene kadar da Başbakanlık’ta, işimizi yapmaya devam ettik.

Gazetecilik, tarihe kayıt düşme işidir, bir çeşit maratondur ve cesaret ister. İktidara ortak olmak, şöhret olmak, para kazanmak için yapılmaz. Herkes savaş diye bağırırken “BARIŞ”ta ısrar etmek, gazetecinin sorumluluğudur.