YAZARLAR

Çifte standart ve hak arama özgürlüğü

Cumartesi Anneleri’ni veya tutuklu yakınlarını “terörist annesi” diye itip kakan, onları yerlerde sürükleyen aynı devlet görevlilerinin, Diyarbakır Anneleri’ne çiçek götürüp destek sunması, Türkiye’de hak arama özgürlüğü açısından devletin çifte standart uyguladığının açık bir göstergesidir.

Anneler bir kez daha politik eylemci olarak sokaktalar. HDP Diyarbakır il örgütünün binası önünde HDP’yi hedef alan bir protesto eylemi yapıyorlar. “Evlat nöbeti” adını verdikleri bu eylemde anneler HDP’yi çocuklarının örgüt tarafından kaçırılmasına aracılık etmekle suçluyor ve çocuklarını geri vermesini istiyor. Parlamentoda temsil edilen partilerin bu suçlama ve talebe verdiği tepkilerse farklılık arz ediyor. İYİ Parti bu eylemin muhatabının HDP değil devlet olması gerektiğini söylüyor, eylemi bu haliyle desteklemenin “devleti zaafa uğratmak” anlamına geleceğinden endişe ediyor. CHP’liler eylemin AKP’nin yaşadığı seçim yenilgisinin müsebbibi olan HDP’yi itibarsızlaştırmak amacıyla organize edilmiş olmasından yakınıyor. Eylemin birinci derecede muhatabı olarak işaret edilen HDP’yse, ilk şaşkınlığını atlattıktan sonra, annelere çözüm adresi olarak meclisi göstermek eğiliminde. Bu eylemi rafa kaldırılan çözüm sürecine duyulan toplumsal ihtiyacın “yanlış adrese” yönelmiş hali olarak yorumlamayı seçen HDP, eyleme bu yoldan farklı bir ivme kazandırma çabasına giriyor.

Açığa çıkan bu tepkileri yorumlayabilmek için, basının çoktan Diyarbakır Anneleri adını taktığı bu eylemcilerin ortaya çıkardığı manzaranın farkını görmek büyük önem taşıyor. Biz hak aramak için sokağa çıkan insanların maruz kaldığı şiddet sahnelerine aşinayız. Bu yüzden, itilip kakılan, yerlerde sürüklenen, dayak atılan ve buna rağmen polise mukavemetten yargılanacak insan görüntüleriyle karşılaşacağız endişesi yaşadık. Gel gelelim polis göstericilere sert bir müdahalede bulunmak şöyle dursun, protesto hakkını rahatça kullanabilsinler diye anneleri güvenlik çemberi içinde tutuyor. Devletin en üst makamlarından yörenin en küçük mülki idare amirine kadar, tüm kamu yöneticileri eylemcilere destek vermek için telaşlı bir rekabet içinde. İçişleri Bakanı annelere destek olmak için eylem alanına gidip onlarla el sıkışıyor, başka bir bakansa eylemcilerle oturmak suretiyle bilfiil eyleme iştirak ediyor. Sokak siyaseti konusunda devletin genel hoşgörüsüzlüğü düşünüldüğünde, bu farklılık ister istemez dikkat çekiyor. Farklılığın nedenine dair ipuçlarını, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Eskişehir konuşmasındaki şu pasajda yakalayabiliyoruz:

“Yine aynı şekilde, Diyarbakır'da analar evlatlarını bölücü örgütün elinden kurtarmak için destansı bir mücadele veriyor. Yine kadın hakları, çocuk hakları, insan hakları diyerek ortalığı ayağa kaldıranlardan en küçük bir ses seda duydunuz mu? Yok! Hani vardı ya, Galatasaray Anneleri... Galatasaray Lisesi'nin önünde toplanıyorlardı. Cumartesi Anneleri diye nam salmışlardı. Kıyamet kopuyor muydu? Kopuyordu. Peki o zaman oraya gidip gelen sanatçılar ve saireler şimdi Diyarbakır'da evlatları dağa kaçırılan bu hanım kardeşlerimizin yanına uğradılar mı? Herhangi bir açıklamaları var mı? Yok. Üstelik de dalga geçiyorlar.”

Bir cevap bulabilmek için dikkatimizi “yine” ve “yok” kelimelerinin geçtiği cümlelere yöneltmekte yarar var. Cumhurbaşkanı’nın vurguları Diyarbakır’da toplanmış annelerin eylemini daha geniş bir siyasi zeminde değerlendirmek istediğini gösteriyor. Konuştuğu süre zarfında Erdoğan, son zamanlarda İBB’den işçilerin atılması, seri orman yangınlarının meydana gelmesi gibi olaylarla annelerin eylemini aynı zeminde buluşturuyor. Olaylardan çıkardığı genel tabloyla, her kıyaslamada aynı olaya iki farklı standart uygulandığını göstermek istiyor. O halde Erdoğan’ın annelerin eylemine hak savunucuları ve sivil aktivistlerin çifte standart uyguladığını teşhir etmeye elverişli, daha genel bir bağlam oluşturmak istediğini söyleyebiliriz. Genel bağlamı şu saptamalarda özetleyebiliriz: AKP’li belediyeler işçi çıkardığında feryat edenler İBB’nin binlerce insanı işten çıkarmasına sessiz kalmıştır. Gezi Parkı’nda kesilen birkaç ağaç için ortalığı kasıp kavuranlar, orman yangınlarında kül olan binlerce ağaç için çıt çıkarmamıştır. HDP il binası önündeki anneler de bu bağlamdaki yerini Cumartesi Anneleri’yle kıyaslama içinde bulmaktadır. Cumartesi Anneleri için “kıyamet koparanlar” şimdi tek bir açıklama bile yapmamakta, üstelik de onlarla dalga geçmektedir.

O halde AKP açısından soruna bakıldığında, asıl önem taşıyanın demokratik güçlerin iki yüzlülüğünü veya çifte standart uyguladığını teşhir etmek olduğu görülüyor. Türkiye’de hak ihlalleri konusunda eleştirilen her hükümet, kendini çifte standart argümanının farklı biçimlerini ileri sürerek savunma eğilimi içinde olmuştur. Ancak bu argüman hiç de öyle düşünüldüğü kadar güçlü ve etkili değildir. Zira bir suçlama karşısında savunmasını çifte standart eleştirisi üzerine oturtan herkes, kaçınılmaz olarak çelişkili olan iki iddiayı aynı anda ileri sürer. Bir yandan kendine yönelen suçlamanın dayanağı olan eylemi yaptığını kabullenir, diğer yandan o eylemi yapmış olmasına rağmen suçlanmamış olan başkalarını ileri sürerek yaptığının suç olduğunu reddeder. Kabullenme ve reddetme arasındaki bu zıtlar oyununun sonucu, iki duruma farklı standartlar uygulanmayı haklı kılacak koşulların olup olmadığına göre belirlenir. Ancak biz bu koşulları tartışmaya AKP ile eylemciler arasındaki bağı irdelemekten ötürü bir türlü geçemiyoruz. Çünkü hem eylemin zamanlaması hem muhatap aldığı güç bizde eylemin AKP’nin propaganda makinesince üretildiği izlenimini yaratıyor. Öte yandan Saray’ın kadrolu sanatçılarının, hazır kıta aydın karşıtlarının ve Ak trollerin bu sürece farklı düzeylerde yaptığı katkılar da işin arkasında AKP olduğuna dair başka bir delil oluşturuyor.

Eylemin AKP ile olan bağını tartışmak bana bu nedenlerle gereksiz bir uğraşmış gibi görünüyor. Yine aynı nedenlerle, eylemle ilgili olduğunu vurguladığım çifte standart meselesini ele almanın tartışmaya daha çok katkı yapacağına inanıyorum. “Çifte standart” kavramı, esasında bir eşitsizlik eleştirisi olup, aynı davranılması gerekenlere ayrı davranılmasının yarattığı haksızlığı dile getirir. Ancak bir çifte standardın varlığından, aynı olmakla ne kast edildiğini ve ayrı muameleyi haklı kılan bir gerekçe olup olmadığını kesin bir şekilde belirlemek koşuluyla söz edebiliriz. Cumhurbaşkanı’nın bir kıyas ölçütü olarak öne çıkardığı Cumartesi Anneleri ile Diyarbakır Anneleri olarak adlandırılan gruplar karşısında farklılaşan tutumları bir de bu açıdan değerlendirmek gerekir. Cumartesi Anneleri, doğrudan veya dolaylı olarak devletle bağlantılı kişilerce kaybedildiği için BM sözleşmelerinde “zorla kayıp” olarak tanımlanmış kişilerin annesi olarak öne çıkmaktadır. Diyarbakır’da eylem yapan annelerse HDP’yi Kandile’e giden yoldaki bir ara istasyon olmakla itham etmekte ve çocuklarının hesabını HDP’den sormaktadır. İki grubu birbirinden ayıran temel fark da burada ortaya çıkmaktadır.

Söz konusu fark hak savunuculuğu açısından ilkesel önemde olup taviz verilemez bir niteliktedir. Buna göre, insan haklarını korumak devletin görevidir ve bu yüzden hakların ihlali esas olarak devletle ilgili bir mesele olarak görülmelidir. Devlet dışı faillerin gerçekleştirdikleri ihlallerse daha farklı bir kategori oluşturan “suç” kapsamında değerlendirilmelidir. Örneğin bir kişinin doğrudan veya dolaylı olarak devletle bağlantılı şahıslarca ulusal güvenlik gibi gerekçelerle kaçırılması bir insan hakkı ihlaliyken, diğer faillerce organize edilen kaçırma olayı suçtur. Kaçırma gibi suçları kovuşturmak ve cezalandırmakla yükümlü olan devletin bizzat fail olması suç kavramını kendi içinde çelişkili hale getirir. Zira neyin suç olup olmadığını belirleyen kanunları çıkaran devletin, kendi suçlarını gerçek bir soruşturmaya tabi tutmasını beklemek makul değildir. “Hak ihlali” veya “insanlık suçu” gibi farklı hukuka aykırılık kategorileri üzerinde durmamızın ardında biraz da bu gerçeklik yatmaktadır. Bu gibi durumlarda insan, tüm kimlik ve rollerinden soyunmuş bir şekilde egemen güç olan devletle karşı karşıya kalır. Oysa diğer durumda, kaçırma ister bireysel ister örgütlü bir eylem olsun, kişiyi mağdur eden güç kendini aşsa da ilke olarak devleti aşamayacağından bir insan hakkı ihlalinden söz edilemez. Tabii burada açığa çıkabilecek bazı komplikasyonlar, istisnai olarak da olsa, devlet dışı güçlerin hak ihlali yapabileceğini kabul etmemizi gerektirir. Ama bu istisnalar, devlet otoritesinin kısmen veya bütünüyle ortadan kalktığı durumlarda geçerlidir. Sonuç olarak, söz konusu istisnai ölçütler de, ihlalin devletle ilgili bir mesele saptamasını geçersiz kılmaz.

Yukarıdaki akıl yürütme, Cumartesi Anneleri ve Diyarbakır Anneleri’nin insan haklarının görüş açısından aynı olmadığını görmemizi sağlar. Kısacası hak savunucuları, aynı olmayanlara ayrı davranmakla çifte standart uygulamamakta, sadece kendi ilkelerinin gereğini yerine getirmektedir. Ancak bir an için bu akıl yürütmenin yanlış ve yapılan çifte standart eleştirisinin haklı olduğunu kabul etsek dahi, Türkiye’deki demokratik muhalefetin taraflı ve tutarsız olduğunu göstermenin ötesinde bir şey yapmış olmayız. Yani buradan yola çıkarak devletin hakları ihlal etmediğini söylemek yine mümkün değildir. Aksine insan hakları ihlalleri konusunda devletin de en az örgüt kadar sorumlu olduğu üstü kapalı ve dolaylı olarak itiraf edilmiş olur. Dahası, bir sebeple sokağa protesto amacıyla çıkmış olan insanlar, hak arama özgürlüğü açısından aynı durumdadırlar. Eğer Diyarbakır Anneleri’nin hak arama özgürlüğü ihlal edildiğinde savunucular "bir açıklama” yapmasaydı, bu durumda onları gerçekten de çifte standart uygulamakla eleştirebilirdik. Gel gelelim, Cumartesi Anneleri’ni veya tutuklu yakınlarını “terörist annesi” diye itip kakan, onları yerlerde sürükleyen aynı devlet görevlilerinin, Diyarbakır Anneleri’ne çiçek götürüp destek sunması, Türkiye’de hak arama özgürlüğü açısından devletin çifte standart uyguladığının açık bir göstergesidir.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.