YAZARLAR

Washington’ın S-400 teslimatıyla derinleşen Türkiye ikilemi

Bugün ABD’nin önündeki asıl soru NATO müttefikliğinin ruhuna ihanet etmekle suçladığı Türkiye’nin S-400 alımı nedeniyle cezalandırılıp cezalandırılmayacağı değil, bu cezalandırma sırasında Ankara’nın Moskova’nın yörüngesine daha fazla girmesinin nasıl engelleneceğidir.

Belki de sonda söylenecek şeyi baştan söylemeyelim. S-400 Rus füze savunma sisteminin Türkiye’ye getirilmeye başlanmasına karşılık olarak Washington’ın Ankara’ya yönelik ilk yaptırım paketini bugün yarın açıklaması bekleniyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın önceki gün kabine toplantısının basına açık bölümünde aynı Osaka’daki gibi -bir kez daha- bizzat Türkiye’nin argümanlarını tekrar ettiği orta şekerli açıklamaları yaptığı dakikalarda Ankara’da üst düzey yabancı diplomatların da bulunduğu özel bir davetteydim. Trump’ın son sözleri telefonlarımıza ‘son dakika haberi’ olarak düştüğünde aynı ortamda bulunduğum deneyimli diplomatların hiçbirinin yaptırım beklentisinde milim oynama olmadı.

Başkan Trump’ın özetle ‘Ankara’nın sıkıntısını anlıyorum ancak konu çok karmaşık. Onlarla görüşmeye devam ediyoruz’ mesajı verdiği o açıklamanın kuşkusuz en can alıcı bölümü Türkiye’nin F-35 programından çıkartılmasının kesin olduğunu teyit etmesiydi. Hem de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta sonu Vahdettin Köşkü’nde buluştuğu gazetecilere ‘Temenni ederim ki F-35 konusunda farklı bir istikamette gelişme olmaz’ demesinin üzerinden 48 saat geçmeden.

Donald Trump kabine toplantısında Türkiye’nin hakkını teslim ettiği tespitlerinin üzerinden daha 48 saat geçmeden masasında bekleyen yaptırım paketlerinden birine imzayı basarsa, bu aslında tam da kendi döneminin alameti farikası haline gelen sarsak dış politika yönetimine yakışır, şahane bir çelişki olarak tarihe yazılacaktır.

Erdoğan her ne kadar kamuoyuna tam tersi yönde mesajlar verse de Ankara S-400 tercihi nedeniyle bugüne kadar 1.4 milyar dolar ödediği ve bir düzine Türk şirketiyle üretimine ortak olduğu F-35 uçaklarını kaybetmeyi zaten göze almış gözüküyordu. Dolayısıyla Ankara’da da aslen ‘Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlarla Karşılık Verme Yasası’ CAATSA’nın öngördüğü yaptırımlardan en az hasarla çıkmanın ötesine bir beklenti olduğunu sanmıyorum. Aksi, gerçekle bağların tamamen kopmuş olmasından başka bir anlama gelmez.

Diplomatik çevrelerdeki yaygın kanaat Trump’ın CAATSA’nın öngördüğü 12 maddeden en az beş tanesini seçmek suretiyle onaylayacağı, Türkiye’ye yönelik yaptırım paketinin ‘en hafif’ tarife olmayacağı yönünde. Trump’ın seçimindeki en kritik nokta Savunma Sanayii Başkanlığı’nın ABD ile iş yapması yasaklanacak kurumlar arasına alınıp alınmayacağı olacaktır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin S-400 alımı üzerine Washington 2018’de hem Savunma Sanayii Başkanlığı’nın Çin’deki muadilini hem de Savunma Sanayii Başkanı İsmail Demir’in Çinli mevkidaşını kara listeye almıştı.

Washington, S-400’lerin Çin’e sevkiyatından yaklaşık dokuz ay sonra yaptırım açıklamıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta başlayan S-400’lerin Türkiye’ye teslimatının ancak Nisan 2020’de tamamlanacağını açıklamasının ardında da ABD Başkanı Donald Trump’a yaptırım sürecini zamana yayma imkanı verme çabası olduğu seziliyor. Ancak Türkiye NATO üyesi olduğu için tepkinin derhal verilmesi gerektiğini savunan kanadın Amerikan güvenlik bürokrasisi içinde oldukça kuvvetli olduğunu hatırlatmak gerek.

Yaptırımların Türk-Amerikan ilişkileri üzerinde yaratacağı hasarın sınırlanması için Washington yönetiminin sahip olduğu tek manivela takvim ve süre yönetimi değil elbette. Yaptırım menüsünün içeriği, ne kadar şiddetli biçimde uygulanacağı, kim tarafından ve ne şekilde açıklanacağı da Türkiye’yi bekleyen fırtınalı sürecin kritik unsurları olacaktır.

Bu süreçte Trump faktörü belki de, Amerikan devleti içinde kendisinden ve Erdoğan’a sempatisinden son derece rahatsız olanlar için dahi, Ankara ile bu kritik eşikten köprüler tamamen atılmadan çıkılabilmesi için son derece kullanışlı bir çıkış yoluna dönüşebilir. Müesses nizam isterse, ilişkideki yapısal kırılmaya rağmen kamuoyu önünde muhatabıyla empati kurup sırtını sıvazlayan bir Amerikan Başkanını Türkiye’nin tamamen Rusya’ya kaptırılmasına engel olmak için pekala kullanabilir. Bu denklemde dizginlenmesi en güç aktör ise yine Kongre olacaktır.

Nitekim bugün ABD’nin önündeki asıl soru NATO müttefikliğinin ruhuna ihanet etmekle suçladığı Türkiye’nin S-400 alımı nedeniyle cezalandırılıp cezalandırılmayacağı değil, bu cezalandırma sırasında Ankara’nın Moskova’nın yörüngesine daha fazla girmesinin nasıl engelleneceğidir.

S-400 sisteminin ilk parçalarının Türkiye topraklarına 15 Temmuz darbe girişiminin üçüncü yıldönümünden üç gün önce dev bir medyatik şovla getirilmeye başlanmasının ardından Amerikan medyasında yer alan iki yorum dikkatimi çekti. İlki Amerikan kamu yayıncılığının bir parçası olan Public Radio International’da (PRI) dinlediğim podcast’te ABD’li Emekli Korgeneral Ben Hodges ile yapılan röportajdı. 2014-2017 yılları arasında ABD ordusunun Avrupa’daki kara kuvvetlerinin komutanlığını yapan Ben Hodges, Türkiye’nin NATO’dan çıkartılmasına yönelik bir tartışma başlatılmasının çok büyük bir hata olacağını söylüyordu. S-400 alımının Türkiye’nin kurumsal bir kararı değil Erdoğan’ın kişisel siyasi tercihi olduğunu savunurken şunu ekliyordu: ‘Türkiye çok önemli bir müttefik. Erdoğan’dan sonrasını düşünerek hareket etmeliyiz. Türk-Amerikan ilişkilerinin 1.0 versiyonu muhtemelen bu yaz ölecek. Oturup Türk-Amerikan ilişkilerinin 2.0 versiyonunu ve Erdoğan’dan sonraki hayatı düşünmeye başlamamız gerekiyor.’

Amerikan medyasında dikkatimi çeken bir diğer yayın da The Wall Street Journal’da 15 Temmuz’da Walter Russell Mead imzasıyla çıkan makale oldu. Makale ‘Türkiye’nin Rusya’ya sığınmasına izin vermeyin’ başlığı taşıyordu. Yazar ‘sığınma’ ifadesini ‘düşman tarafa geçme’ ile eşanlamlı olarak kullanmıştı elbette. Washington’a Ankara’ya S-400 tepkisi gösterirken ihtiyatlı olması çağrısı yapıyordu. Zira Mead’e göre İstanbul’daki belediye seçimi Erdoğan’ın dengesiz liderliğine yönelik ülke içi muhalefetin derinleştiğini ortaya koymuştu. Dolayısıyla da ABD, Türkiye’nin tek bir adama indirgenemeyecek değerde bir ülke olduğunu hatırlayarak uzun vadeli çıkarlarına odaklanmalıydı.

Washington’daki ilişkinin stratejik önemini daima öncelemiş olan çevrelerin Erdoğan sonrasını mercek altına almaya başladığı ortada. Öte yandan, Trump’ın Ankara’ya gönderdiği Büyükelçi David Satterfield, Hodges ve Mead’in savunduğu ‘uzun vadeli stratejik çıkarlar’ vizyonunun ülkesi açısından anlamını ABD yönetimi içinde en iyi bilecek birkaç isimden biri. Kendisi Trump yönetimi içinde soyu tükenen türden kıdemli bir kariyer diplomatı. Satterfield’in hassas terazi diplomasisinin hayati önemde olacağı bu dönemde Türkiye’de görev yapacak olması bir şans, yaptırımlar nedeniyle tatsız bir başlangıç yapıyor olması ise talihsiz.

Amerikan Büyükelçisi Satterfield, güven mektubunun kopyasını Türk Dışişleri Bakan Yardımcısı Sedat Önal’a tam da S-400’lerin Türkiye’ye sevkiyatının başladığı 12 Temmuz’da vermişti. Şimdi güven mektubunun orijinalini sunmak için Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan randevu bekliyor. Bakalım yaptırım takvimi Büyükelçi Satterfield’in Türkiye’deki kaderini nasıl etkileyecek?


Cansu Çamlıbel Kimdir?

Ortadoğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezundur. Yüksek lisansını Britanya’daki Cardiff Üniversitesi’nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi ‘Türk medyası ve oto-sansür sorunsalı’ başlığını taşıyor. NTV’de diplomasi muhabirliği ve 2005-2008 yılları arasında Brüksel muhabirliği yaptı. 2008 yılından 2019 Şubat’ına kadar Hürriyet ve Hürriyet Daily News gazetelerinde muhabirlik, haber müdürlüğü, yazı işleri müdürlüğü, köşe yazarlığı gibi pek çok farklı görevde bulundu. Yaklaşık beş sene boyunca ‘Yüz Yüze Pazartesi’ köşesinde Hürriyet’in haftalık siyasi röportajları ona emanetti. Son olarak Nisan 2017-Şubat 2019 döneminde Hürriyet’in Washington Temsilcisi olarak görev yaptı. 2015-2016 döneminde ABD’deki Harvard Üniversitesi’nin prestijli Nieman Bursu’nu kazandı.