YAZARLAR

Nesnel gerçekliğe devam…

Erdem “giyilen” bir kavramdır. Kavranılması, deneyim olmadan olanaklı değildir. Hukuk normlarımızı, erdem yoksa oluşturamayız. Bu özsel ilişki nedeniyle, yurttaşı erdemsiz olan memleketin âdalet sisteminin işlemeyeceğinden söz edilir. İçselleşmesi uygulanmasına bağlıdır.

Dün kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Tam iki yüz yıl önce “Kant aşılmıştır” deniliyordu. Kant ise, deney sonucunda bizi zorlayan görüşü çoktan aşmıştı! Dışsal olana nesnel demiyordu. O zaman, biz, bu deney sonucuna bakıp, “Evet, çok önemli bir gelişme” demekle yetinecek miyiz? Nesnel, öznel, gerçek, hakikat gibi kavramlarımız bizde tam olarak oturmamışsa, düşüncemizi en azından felsefenin doruk noktasına taşıma çabamız yoksa, nasıl katlanacağız bu sonuçlara? Bugün içinde yaşadığımız gerçekliğe nasıl katkıda bulunacağız?

Kant felsefesinin, görgücülerle ortak olan yanı, bilgi kaynağı olarak deneyimi almasıdır ama bu bilgileri gerçeklik olarak adlandırmaz. Görgücülük her zaman “olmuş” olanla kısıtlıdır ve tekil bir çıkarımla yetinir. Her şeyi, salt bilimle açıklamaya çalışmanın Don Kişotvâri havası bundan kaynaklanır. Evet bilimden anlamak bir ayrıcalık verir. Lâkin, yaşam boyu bir ayrıcalık peşinde koşturmak çocuksu bir tutumdur; insan hakikatini merak etmez mi hiç?

Kant, apriori olanı devreye sokarak, deneyimde evrensellik ve zorunluluğun hakkını verir. Bu, bizi, Anlak ve Us tanımına, daha doğrusu ayrımına getirir. Bunlara eskiden ne denildiğini hatırlatayım önce: Anlık, zihin; anlak, zekâ*; an, düşünme yetisi; us ise akıl olarak adlandırılıyordu. Zihin her zaman tikel ve sonlu olan ile; Akıl ise her zaman Tümel ve Sonsuz olan ile ilgilenir.

Bilincimizin içeriğini önemsememek, “alt tarafı bir düşünce” diyerek, düşüncenin, sanki bizim tarafımızdan konulan, yönlendirilen bir şey olduğunu zannetmek (zan, sanı) işte bu zihine kısıtlı düşünme nedeni iledir. Ancak tasarımsal düşünme, keyfilik barındırır. Zihin haklıdır, aklı tanımaz. Düşünme ediminin “kendinde” yasalı olduğunu anlayamaz. Geometrik kavramların anlaşılması, düşünmenin içsel/kendi yasalarının takip edilmesiyle olanaklıdır. Her kavram böyledir. Verstand ve Vernunft ayrımı olarak tartışılan bu ayrım, zihnin aklı tanıyamadığı gibi bir de onu küçümsediğinden söz eder. Bilim fanatikliği, bu körleşmeden kaynaklanır. Bu kritik geçişin öğretilebilir bir şey olmadığından söz eder filozoflar. Kısır ve usandırıcı felsefe tartışmaları burada tıkanır. Öğretilemez… Hegel’in anlaşılamaması; “Hegelci” olup Kant’ı anlamamak; Spinoza karşıtlığı gibi “düşünce çelmeleri” bu sorunsalla ilişkilidir. Bilincin, gözlemci olarak deneye katılımı gerekmektedir. Düşünme, işine geldiği yere kadar kendini, kendi düşünmesine nesne olarak verecekse, düşünme deneyi tıkanır. Bu arada biz, Vernunft konulu seminerler veriyor olabiliriz!

İşte bu durum, yazılarımda niçin ısrarla zihin ayrımına değindiğimi açıklıyor. Zihin bölgesi, konserve bilgiyi kullanır. Kavramın içeriği, deneyimle desteklenmiyorsa, dışarıdan su taşıma varsa sonuç hep çökmüş dalga olacaktır. Özgün düşünce üretmek, hakiki bir doktora tezi gibidir: Daha önce hiç söylenmemiş olanı bulup söylemek! Bu olanaksıza yakındır. O hâlde bizler bu kısıtlı hâlimizle ne yapacağız? Nasıl kurtulacağız bu zihinden? Sokrates, felsefe yapmayı, ölümle bir tutmuştu. Neden korkuyoruz? Zihnin monoloğundan muzdarip, yoğun bakım müdâvimleri değil miyiz?

Bir yaprak, bir kalem, bir kamyon atom-üstü örgütlenmeye işaret eder. Farklı yapı şu anlama gelir: Elektronların dizilimleri ile sayıları farklıdır. Bir terliğin artık bir makas olma olasılığı yoktur. Onlar, belirlenmiştir. Düşünce bölgesi ise, olasılıklar okyanusudur. Kavrama içeriği dışarıdan verilmişse, süperpozisyon olasılığı kaldırılmış gibi düşünebiliriz. İşleri iyice zorlaştıralım, usun/aklın bile yeterli olamayacağı, Erdem kavramını örnek olarak alalım. Dışarıda erdem yoktur, bakarak öğrenilemez. Ona, başkaları tarafından yüklenilmiş anlamla “erdem” konulu seminer verebildiğimiz hâlde, erdemli olup olmadığımızı düşünmemiş olabiliriz. Erdem “giyilen” bir kavramdır. Kavranılması, deneyim olmadan olanaklı değildir. Hukuk normlarımızı, erdem yoksa oluşturamayız. Bu özsel ilişki nedeniyle, yurttaşı erdemsiz olan memleketin âdalet sisteminin işlemeyeceğinden söz edilir. İçselleşmesi uygulanmasına bağlıdır. Uygulama yoksa, kavram yoktur.

Ben, doğrudan erdemli olduğumu varsayarsam, düşünme potansiyelimi (süperpozisyon) ortadan kaldırmış olurum; “mış” gibi yaparım, erdemliymiş gibi. Oysa, kendimizi, gelecekte inşâ ederiz öncelikle. Platon, burada, intellektusu devreye sokmuştu: İdea’ya bağlı yaşam. Örneğin, erdemli olmak, bir İdea’ya bağlanarak gerçekleştirilir. Aksi takdirde “sana göre erdem” “bana göre erdem” deriz. Düşünme potansiyelini, hakiki ben’i yok etmiş oluruz. Edim işte bu ikili birliktir; insan düşüncenin “süperpozisyonunu” bazen yıllar alan eylem-söylem dengesizliklerini kendinde gözlemleyerek, kendi malı haline getirir. O ânâ idrak ânı denir. Tinin tözünün özgürlük olmasının anlamı budur. Tin dışarıdan gelen hiç-bir-şeyi kabul etmez. Deneydeki iki kişi de biziz; bunu yapan, iki kişiyi de gözlemleyebilen bilinç olarak Ben.

Filozofların, kadim öğretilerin “kendini bil” dedikleri yer. Düşüncesine, düşüncesini, nesne olarak vermiş insan! Bu dalganın kırılması “idrâk” anı denilen önemli bir konudur. İdrak her zaman öze aittir, dışarıdan verilemez. İsmail Emre, bu nedenle “İnsan bir İdrak varlığıdır” der. Bu işi kendimiz başarmak zorundayız. Bir bilge bulursanız, onun sessiz kalmayı tercih ettiği yerlerin sıkı takipçisi olun. Bir bilge, dalgayı (potansiyelinizi) sizin için özenle korur. Tasavvuf geleneğimizde, hakiki yol ehli, dalgayı çökertmeden sizinle ilgilenir. Sizin potansiyeliniz, onunla olan ilişkinizin türünü belirler. Buna boyun eğmelerinden kaynaklanır zarafetleri.

Sevgili okur, yazılarımda bir şey öğretmeyi hedeflemiyorum. Belirli bir uzmanlık alanında yazmıyorum. İçine, değişik malzemeler koyduğum bir yemeğin, damağımda bıraktığı lezzeti sizinle paylaşıyor, soframa buyur ediyorum. Bir şölen değil belki, ama, sunduğum her şeyi, yaz kış demeden kendi bahçemde yetiştirdim. Bir omlet bile pişirsem bana çok lezzetli gelmesi bundandır. Allah’a şükürler olsun, ziyâfet sofralarında ağırlandım, aradaki farkı bilirim.

“Özgürlük, önyargısız düşünebilmektir.” “İnsan, özgürlüğe mahkumdur.”

*Verstand’ın Zekâ olarak çevrilmesinin ne derece doğru olduğu, Türkiye’de felsefe ile uğraşanların düşünmesi gereken bir konu. Gerçek anlamında Zekâ tepe noktadır. Gündelik kullanımı ise bundan uzaktır.


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.