YAZARLAR

Festival günlüğü 2: ‘Kız Kardeşler’ ve ‘Görülmüştür’

“Kız Kardeşler” yakın dönem sinemamızın parlak örneklerinden birisi olsa da kendi içinde hem biçim hem de içerik olarak ciddi sıkıntılar olan bir yapım. Öncelikle hikayede bir ‘dil’ ve ‘estetik’ birliğinin olup olmadığı su götürür. Şöyle ki, Türkiye sinemasının geleneksel taşra anlatıların estetik ezberlerini bozmaya çalışırken, bu anlatının kendisine dönüşüyor bir süre sonra.

İstanbul Film Festivali’nde sona doğru yaklaşırken, ulusal yarışma filmleri de teker teker görücüye çıkıyor. Filmlerin bir kısmı daha önce başka festivallerde de gösterildiği için haliyle gözler Türkiye’de ilk gösterimi yapılacak olan yapımlara çevrilmiş durumda. Bu filmlerden “Nebula” ve “Saf” kısa süre içinde vizyona gireceği için onlarla ilgili fikirlerimizi saklı tutarak “Kız Kardeşler” ve “Görülmüştür”e dair birkaç cümle kuralım.

Öncelikle şöyle bir giriş şart. Türkiye sinemasında son dönemde giderek belirginleşen ‘duraklama dönemi’nin devam ettiği gerçeği apaçık ortada. Özellikle bakanlık desteklerinin verilmeye başlandığı 2005 yılından sonra film çekmeye başlayan kuşağın ilk dönemlerindeki dikkat çekici yapımlardan sonra beklenen gelişmeyi ortaya koyamadıklarını görmek sıkıntılı. Üstelik bu durumun birkaç yönetmen için değil, ‘çağ yangını’ olarak tanımlayabileceğimiz bir biçimde hemen hepsi için geçerli olduğunu ifade etmek gerekiyor.

Gürcan Keltek ve Burak Çevik gibi kendi dilini arayama çalışan birkaç isim dışında şimdilerde film çekmeye başlayan kuşağın da kendilerinden öncekilere öykünme çabaları dikkat çekici. Bu genel değerlendirmeyi yaptıktan sonra filmlere geçebiliriz.

Kuşkusuz Berlin’de Altın Ayı için yarışan Emin Alper’in “Kız Kardeşler”i festivalin de en merak edilen filmiydi. Emin Alper, besleme olarak verilmiş üç kız kardeşin yıllar sonra bir dağ köyündeki baba ocağında yeniden bir araya gelişini, “Tepenin Ardı”nda vakıf olduğumuz taşrayı anlatma maharetini bir kez daha ortaya koyarak ele alıyor. “Kız Kardeşler” yakın dönem sinemamızın parlak örneklerinden birisi olsa da kendi içinde hem biçim hem de içerik olarak ciddi sıkıntılar olan bir yapım. Öncelikle hikayede bir ‘dil’ ve ‘estetik’ birliğinin olup olmadığı su götürür. Şöyle ki, Türkiye sinemasının geleneksel taşra anlatıların estetik ezberlerini bozmaya çalışırken, bu anlatının kendisine dönüşüyor bir süre sonra. Filmle ilgili Berlin film festivalinden sonra yabancı basında çıkan değerlendirmelerin hatırı sayılır bir kısmında estetik olarak Nuri Bilge Ceylan’ı andırdığı değerlendirmeleri yapılmıştı. Ama Türkiye sinemasının son yirmi yılana hâkim olanlar Nuri Bilge dışında Reha Erdem’den (Beş Vakit, Jîn), Özcan Alper’e (Sonbahar, Rüzgârın Hatıraları) birçok tanıdık kadraj göreceklerdir. Bunda bir sorun yok çünkü film bizim sinemamızda bu filmlere öykünmelerle oluşan taşra estetiği kalıbının estetik parodisini de yapmaya soyunarak çıkıyor yola. Daha doğrusu bunu düşünmemiz için nedenler sunuyor. Ancak bir süre sonra filmin geçtiği coğrafyanın sonsuz olanaklarının da etkisiyle belki, mesafe koymaya çalıştığı şeye dönüşmeye başlıyor, giderek melezleşiyor. Bu melezlik iyi tasarlanamadığı için de ‘arada kalmışlık’ duygusu daha da ağır basmaya başlıyor. Filmin arada kalmışlık hissini güçlendiren şey yalnızca estetiği değil, içerik de bunun tamamlayıcısı haline geliyor.

“Kız Kardeşler”, hikayenin merkezinde (ev) ne kadar güçlüyse çevreye doğru açıldıkça (doğa) elini zayıflatıyor. Emin Alper, başta kız kardeşlerin kendi aralarındaki dinamik olmak üzere, baba, çoban Veysel gibi çok güçlü oyunculuklarla desteklenmiş karakterler yaratmayı başarmış. Bu karakterler arasındaki dinamik, aile içine dönüp geçmişle ve birbiriyle hesaplaşma anlarında sinemamızda eşine az rastlanır bir gücü yakalıyor. Ancak hikayenin yan unsurları hem bu merkezi parçalıyor hem de tıpkı estetikte olduğu gibi taşra anlatısının parodisini yapmaya kalkarken geleneksel anlatı kodlarına hapsolmaktan kurtulamıyor. “Bir Zamanlar Anadolu’daki” muhtar sahnesine çok benzetilen (buradaki karakterin de doktor olması) dağ başında rakı sahnesi taşraya giden her yönetmenin çekmek istediği ‘ciddili erkek muhabbeti’ sekanslarına nazire yaparak başlıyor adeta. İncir kabuğunu doldurmayacak boş erkek muhabbetinin abartılı bir özenle seyirciye sunulması gibi parlak bir fikir muhabbetin sonunun dönüp dolaşıp filmin kırılma anlarından birine bağlanması ile aşırı ciddi bir misyonu sırtlamak zorunda kalıyor.

Benzer bir şekilde, oyunculardan birisinin Emin Alper olduğu ortalıkta gezen tekinsiz adamlar retoriği yönetmenin “Tepenin Ardı”nda ve “Abluka”da kullandığı ‘dış tehdit’ metaforunun buradaki yansıması olarak karşımıza çıkıyor ama ne kadar işlevli olduğu tartışma götürür. Emin Alper, “Tepenin Ardı”nda ustalıkla inşa ettiği gerilimi, “Abluka”da kurarken zorlanmıştı. Burada ise kimi anlarda (örneğin kazanın devrilmesi) zirveye ulaştırırken, kimi anlarda işlevsiz bir araca dönüştürüyor (tekinsiz adamların ilk sahne dışındaki göründüğü bütün anlar.)

'GÖRÜLMÜŞTÜR'ÜN GÖRÜLMEYENLERİ

Kısa filmleriyle dikkatleri çeken Serhat Karaaslan’ın “Görülmüştür”ü de festivalin merakla beklenen yapıtları arasındaydı. Ama onun da biçim ve içeriğe dair ciddi zaaflar yaşadığını söylemek gerek. Bu sıkıntılara gelmeden önce bir filmin başlangıcının seyirciye verilmiş bir vaat olduğunu söyleyelim. Filmin ilk 15-20 dakikasında seyirciye bir vaatte bulunursunuz. Bu vaadi yerine getirip getirmemek, seyirciyi bir vaadin peşinde sürükleyip bambaşka bir noktaya varıp onu şaşırtmak tamamen yönetmene kalmış. Ama vaadi unutamazsınız. “Görülmüştür” bu açıdan ilk 15 dakikasını tamamen unutan bir yapıya sahip. İstanbul’da bir cezaevinde gardiyan olarak çalışan Zakir’in hikayesini takip ediyoruz. Film cezaevindeki siyasi mahkûmlara müdahale sahnesiyle açılıyor. Ardından, bir yetkilinin gardiyanlara ‘teröristlerin’ mektup yazarken ne kadar da kurnaz olduklarını anlattığı bir derse geçiyoruz. Sonra da Zakir ve aynı odayı paylaştığı iki gardiyan arkadaşının politik mahkûmların mektuplarda kullandığı dil üzerine inşa ettikleri sohbet geliyor. Film böylesi ‘politik’ bir girişin ardından, biraz önce anlattıklarını bir kamu spotu gibi orada unutarak bambaşka bir hikayeye doğru evriliyor. Zakir’in gizli gizli gittiği edebiyat kursunda hocasının verdiği ödev için bir mahkûma gönderilmiş fotoğrafı alması ve bu fotoğraftaki kadını takıntı haline getirmesini izlemeye başlıyoruz.

Serhat Karaaslan’ın Görülmüştür filminden bir kare.

Filmin açılışı ile devamı arasındaki sıkıntı Zakir’in takıntısı değil kuşkusuz. Ancak filmin açılışta kurduğu çerçeveyi tamamen unutması giriş bölümünü de tamamen anlamsız hale getiriyor açıkçası. Serhat Karaaslan, Zakir’in Selma’yı takıntı haline getirmesinin onda yarattığı merak duygusunu seyirciye geçirmeyi başarıyor ilk başlarda ancak bu merak duygusunun hem karakter hem de seyirci için bir türlü giderilemediği, hikayenin takip-bakışma çemberinde dolanıp durduğu ve haliyle finalin de tatmin etmekten uzak/ karmaşık bir hal aldığını söyleyebiliriz.

Zakir’in motivasyonunun, yalnızlık mı, bir öykünün peşinden kaybolmak mı, yoksa sorunlu bir cinsel saplantı mı olduğu soruları seyircinin kafasında dolansa da hiçbirine tatmin edici bir cevap bulamıyoruz. Yönetmen Zakir’in nasıl bir karakter olduğuna tam karar veremediği için kimi anlarda işlev kazansalar da yan karakterler de yerli yerine oturamıyor bir türlü. Zakir’in ikili yaşamı arasındaki (cezaevi ve kurs) geçişlerin sınırları bulanıklaştıkça filmin tonu da benzer bir hal alıyor sanki.

“Görülmüştür”, ülke sinemasına unutulmaz bir karakter armağan etme fırsatını da kaçırıyor böylece.