YAZARLAR

Kitlesel protesto: Sarı Yeleklileri nasıl anlamalı?

Sokak dili evrensel bir iletişim aracı olup, esasen bedensel performansa dayalı olmasıyla ayırt edilir. Bu ayrım, kitle hareketlerinin bulaşma veya tetikleme gibi mekanizmalar aracılığıyla bir “dalga” niteliği kazanabilmesinin en temel sebebini oluşturur. Bir toplumda ortaya çıkmış kitle hareketleri, etkilerini başka yer veya zamanda var olan toplumlara aktarmak suretiyle kendini aşan dalgaların parçası haline gelebilmektedir.

Fransa bir kez daha sokak protestolarıyla sarsılıyor. Aniden parıldayan bir kıvılcım, sonradan bütün bozkırı tutuşturan bir yangına dönüştü. Önceden de böylesi yangınların Fransa’yı bir uçtan diğer uca kat ettiğine şahit olmuştuk. Bazen liselilerin örgütlediği bir genel boykot, bazen köylülerin yolu trafiğe kapatmasıyla başlayan süreç, zamanla tüm hayatı etkisi altına alan genel bir isyan halini aldı. Bu sefer direnişi, toplumsal iş bölümü içinde belirgin bir rolü olmadığı için, sadece “sarı yelekli” olarak tanımlanan kent yoksulları başlattı. Toplumsal hareketlilik, Macron’un çıkardığı ek çevre vergisinin geri alınması gibi mütevazı bir istekle başladı. Ancak katılımcı sayısının çoğalmasına paralel, eylemlerin şiddeti de arttı. Şimdi artık toplumun işinde gücünde olan insanlardan oluşan geniş kesimi de, radikal protestocuların kreşendosuna kulak kesilmiş durumda. Hükümet vergi artışını geri aldığını açıklasa da, bu geri adımın kimseyi tatmin etmeyeceği aşikar. Göstericiler bir hükümet değişikliğinden daha azına razı olmayacağını alenen ortaya koymuş durumdalar. Oysa Macron, protestocuların yüzde 80’lere varan toplumsal desteğinin, tırmanan şiddetin etkisiyle azalmasını beklemek dışında bir şey yapacakmış gibi görünmüyor.

Buraya ulaşan haberler arasında, göstericilerin en çok iktidarın sermaye yanlısı siyasi uygulamalarından rahatsız olduğu görülüyor. Macron daha iş başına geldiği ilk günlerde dahi, servet vergisinde düzenlemeler yaparak Fransa’nın zengin kesimlerinin elini rahatlatmıştı. Sonra Macron’un ara sıra geçim sınırındaki insanlara tepeden bakan çıkışları da bunun cabası oldu. Dizele çevre vergisi de, yoksullar üzerindeki yükü biraz daha artıracak bir uygulama oldu. Macron'un iş başına gelince aldığı yüzde 66 oranındaki oyu, uygulamaya koyduğu siyasete dönük bir destek olarak değerlendirmememiz gerekiyor. Aldığı bu destekte Fransa’nın iki turlu seçim sisteminin azizliği daha çok rol oynamış gibi duruyor. İkinci turda Le Pen gibi aşırı sağcı bir liderin kazanmasını istemeyen seçmenlerin mecburiyetten Macron’a oy verdiğini düşünmek daha doğru olur. Kısacası hem ekonomik hem simgesel şiddete maruz kaldığını düşünen yoksulların hoşnutsuz olması ve protesto için sokaklara dökülmesine yetecek kadar sebep var. Tüm bunlar, protestocuların neden büyük bir toplumsal destek gördüğünü de açıklıyor.

Fransa’daki protesto hareketlerine dair gözlemlerimiz, her protesto sürecinde şahit olduğumuz üç taraflı bir ilişki örüntüsünü işaret ediyor: Protestocu, protesto edilen ve kamuoyu. Bu üçlü arasındaki etkileşimin yapısı, protestonun politik karakterini de belirler. Genellikle protesto süreçleri, yöneticiler ile yönetilenlerin bir kısmı arasındaki uzlaşmazlıklarla ilgilidir. Ancak itiraz sahibi olan taraf, uzlaşmazlığı tek başına karara bağlayacak güçte olmadığından, karar üzerinde etkili olacak tarafları da sürece dahil etmek ister. Bunun için önceden birçok yazılı ve sözlü araç kullanılmıştır. Ancak eylemciler, hoşnutsuzluğu toplumun geneline yaymak ve diğerlerini hareket geçirmek için sokağa indiğinde, artık dilin geleneksel araçlarını değil, bedensel performansa dayalı olan “sokak dilini” kullanmaya başlarlar. Bireyleri olağan akışı içindeki hayatın rutininden çıkıp, protestonun çok taraflı etkileşim süreçleri içerisinde inşa edilen anlam ağlarına dahil olmaya davet ederler.

İnsanlar sokağa çıktığında sadece bir itirazı dile getirmekle kalmazlar, aynı zamanda söyledikleri sözün arkasındaki maddi gücü de bedenler arasında kurdukları ittifak sayesinde görünür kılarlar. Çok sayıda insanın bir alanda toplanıp beden hareketleriyle veya gramerden özgürleşmiş sesler aracılığıyla yaydığı göstergeler, hiçbir şekilde konuşma dilinin karşı karşıya olduğu ulusal kültürel sınırlara tabi değildir. Sokak dili evrensel bir iletişim aracı olup, esasen bedensel performansa dayalı olmasıyla ayırt edilir. Bu ayrım, kitle hareketlerinin bulaşma veya tetikleme gibi mekanizmalar aracılığıyla bir “dalga” niteliği kazanabilmesinin en temel sebebini oluşturur. Bir toplumda ortaya çıkmış olan kitle hareketleri, etkilerini başka yer veya zamanda var olan toplumlara aktarmak suretiyle kendini aşan dalgaların parçası haline gelebilmektedir. Zaman içinde duraklamalar gösterse, mekân içinde sıçramalar yapsa bile, birbiriyle etkileşime giren kitle hareketleri arasında yöneldikleri hedefler, kullandıkları araçlar veya ileri sürdükleri talepler bakımından bazı süreklilikler saptamak mümkün. Farklı toplumsal ve ekonomik gelişkinlik düzeyinde olan veya farklı zamanlarda yaşayan toplumlar aynı dalganın etkilerini kendi “koşullarına” uyarlayarak siyasi gündemlerini belirlerler. Buna rağmen aralarındaki farklılıkları aşan bir sürekliliği de, parçası oldukları dalgayı boydan boya kat eden bir özden çok, farklı öğeler arasında yakınlık tesis eden “aile benzerlikleri” üzerinden tesis ederler. İşte protesto dalgaları bu yolla küreselleşir ve zamana karşı dayanıklılık kazanırlar.

Bugün dünyanın geri kalan kısmının Sarı Yeleklilere bakış açısını, gelişmelerin ne ölçüde bir protesto dalgası oluşturacağına verdikleri yanıt belirliyor. Paris’i muhtemel bir protesto dalgasının başlangıç mevkisi olarak görenler, bir yandan onlarla dayanışma içinde olmaya çalışırken, diğer yandan kendi mücadeleleri için bu süreçte nasıl imkanlar açığa çıkacağını araştırıyorlar. Yönetici gruplarsa, bu protestoların etkilerinin kendi toplumlarına da bulaşması olasılığından rahatsızlar. Zenginlere karşı yoksullar veya seçkinlere karşı halk gibi biçimsel karşıtlıklar, özdeşim kurması son derece kolay olan ve çok rahat genellenebilir olan çatışma eksenleridir. Nitekim demokratik temsil krizinin sunduğu fırsatlar üzerinden iş başına gelen “güçlü liderler” de bu karşıtlıkların kendi toplumlarındaki izdüşümlerini sonuna kadar kullanmışlardı. Yasama ve yargı organlarında mevcut olan temsili yetkilerin, aslında seçkinler lehine halkı kısıtlamak için kullanıldığı eleştirisi, günümüzün otoriter şeflerinin en güçlü dayanakları arasında. Ne var ki bu liderler, bir yandan temsili kurumları eleştirirken, diğer yandan toplumdaki tüm temsil süreçlerinin odağında olan seçim dışında bir meşruiyet referansı da bulamıyorlar.

İnsanlar alanlarda toplanıp “Halk biziz” dediğinde, bu türden meşrulaştırma süreçlerini kendi içinde açmaza sokar. Çünkü bu aşamadan sonra, halk olarak sokağa indiğini söyleyen ve davranan bir güç ile halk adına konuşan ve yöneten bir gücün karşı karşıya gelmesi söz konusudur. Bu karşılaşmada, halkı temsilen siyasal alanda varlık gösteren kişinin konumu ister istemez tehlike altına girer. Acilen sokaktaki protestocu grubun halk olmadığını, aslında “terörist” veya “çapulcu” olduğunu göstermesi gerekir. Aksi takdirde, mevcut temsil kurumlarını eleştiren kişinin de, halkı temsilen konuşan kişi olarak, aynı temsil krizinin bir parçası olduğu kabak gibi açığa çıkacaktır. Bu türden protesto dalgalarının kendi kıyılarına vurmasına engel olmak, bu mümkün değilse dalgayı yönlendirmek ve kendi lehine çevirmek, yönetim sanatının en incelikli ve esaslı yanlarından birini oluşturur. Türkiye de dahil, halkçı liderler zincirine bağlanmış olan ülkelerde Sarı Yeleklilere bakış, muhtemel bir protesto dalgası karşısında alınacak tutumla yakından bağlantılı olacak.

Paris’ten gelen haberlerde bir başka nokta üzerinde durmakta yarar var. Deniliyor ki, protestocular Macron gitsin istiyor ama kimi istedikleri konusunda bir ortaklık tesis edemiyorlar. Bence sadece negatif tutumlarda ortaklaşıp pozitif farklılıklarını koruma eğilimi, günümüzün kitle hareketlerini 19'uncu ve 20'nci yüzyılın kitle hareketlerinden ayıran en önemli farklılıktır. Yüzyılımızda Arap Baharı’nın küreselleşme karşıtı hareketlerinden devraldığı ve kendinden sonrakilere devrettiği önemli bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Bu yeni biçimlenişi şu şekilde özetlemek mümkün: Kitlelerin tekillikleri ortadan kaldırma, aynılaştırıcı olma konusunda kötü bir şöhretinin olduğu bilinir. 19'uncu ve 20'nci yüzyıl boyunca birçok düşünür veya filozof “sürü psikolojisi”, “başkaldıran yığınlar” veya “kitle kültürü” gibi başlıklar altında hep kitlelere özgü bu boyutun altını çizmeye çalışmıştı. Aslında kitlelerle ilgili bu saptama, çoğu zaman abartılmakta, hatta bazı durumlarda kitlelerin karalanmasına yol açmaktaydı. Gerçekte olan biten başka bir şeydi. 19'uncu yüzyılın muhafazakâr düşünürleri kalabalıkların serbest kalan devrimci enerjilerinden duydukları rahatsızlığı bu şekilde kuramlaştırmaya yönelmişti. “Kitleler çağının” aynı zamanda uygarlığın çöküşü olduğu görüşü, “eğitimsiz insanların” veya “tehlikeli sınıflar” olarak adlandırılan grupların, Komün’de olduğu gibi, bazen devrimci bir boyut da kazanmasının yarattığı korkunun bir yansımasıydı.

Böylelikle oluşan kitle literatürü, geniş toplumsal kesimlerin siyasal enerjisini çevreleyip denetim altına alacak bir dizi siyasal teknik geliştirilmesiyle sonuçlandı. 20'nci yüzyılda modern bürokrasinin ortaya çıkması, büyük insan kalabalıklarının davranış ve düşüncelerine bir yön kazandıran örgüt veya parti gibi yapıların yaygınlık kazanması, seçim “mühendisliği” veya kamuoyu gütme araçlarının gelişmesi büyük oranda bu siyasal tekniklerin başarısı olarak değerlendirilebilir. Kısacası geçtiğimiz yüzyılda kitleleri denetim altına alma konusunda kat edilen mesafe, bu “eski” ve haksız eleştirilere başka bir boyut kazandırıyordu. Faşizm deneyimi, tüketimciliğin gelişmesi, ekonomik krizlerde yaşanan “panik” ve “sürü davranışı”, modern kent hayatının yabancılaştırıcı etkileri bu eleştirileri birçok bireyin gündelik hayat deneyiminin bir parçası haline getiriyordu. Sonuçta kitlenin parçası olmak, bireysel farklılıklarından vazgeçmek, bilinçli varoluşuna askıya almak, eleştiri ve yaratma gücünü yitirmek anlamına gelmeye başlamıştı.

Oysa günümüz kitle kalkışmalarında bu durumun çarpıcı bir şekilde değiştiğini görüyoruz. Sürecin her oluşturucu öğesi, kendi farklılıklarını iptal etmeden, kendi gündemi üzerinden muhalefete eklemlenebilmektedir. Topluluğun bütün olarak inşasına, bireyler arasında ortak olan dışındaki niteliklerin eksiltilmesi yoluyla değil, farklılıkların eşdeğerlikler zincirine eklemlenmesi yoluyla varılıyor. Böylesi bir düzenlemenin parçası olabilmek için, bir merkezin dolayımından geçmek gerekmediği gibi, bütünü görebilen aşkın bir “beynin” komutlarına tabi olmak da gerekmiyor. Sadece kendi taleplerini bu merkezsiz ve başsız gövdenin çoklu hareketin aktığı yatağa yerleştirmek yeterli oluyor.

Haliyle böyle teşekkül etmiş bir kitlenin iktidara itiraz etme, onu sınırlandırma, yıkma gibi bir gücü veya potansiyeli olsa da, onu kendisi için alıkoyma veya “fethetme” gibi bir eğilimi olamıyor. Bence kitle ve iktidar arasındaki ilişkinin yaşadığı dönüşümün gerçek anlamını burada anlayabiliriz. Kitle geleneksel olarak iktidara tabi veya iktidara yönelen, onu arzulayan bir “doğa gücü” şeklinde düşünülmüştü. Günümüzdeki kalkışmalarında kitleler bu ikiliğin dışında bir alternatife yönelmiş gibi görünüyor. Aynı yönelim, sadece hayır diyebilen, başka bir deyişle bir “negatif devrim” sürecinin siyasi anlamını da ortaya koyuyor: İktidarı yok saymak. İktidarı yok saymak, onun kurallarıyla veya kararlarıyla bağlı olmadığınız anlamına gelir. Ama daha da önemlisi doğru ve iyi bir hayatı yaşayabilmek için iktidara ihtiyaç duymadığınız anlamına da gelir. Kendi özerk alanınızda varolmayı sürdürerek, farklılıklarınızı yitirmeden bütüne eklemlenmenizi sağlayan bir özgürleşim sürecinin ruhu burada belirir. Günümüz kitle hareketlerinin sahip olduğu bu ruhu, durumu çok iyi özetlediğine inandığım bir kitap başlığıyla da göstermek mümkün: “İktidar olmadan dünyayı değiştirmek”. Bunu protesto aracılığıyla dünyaya şekil vermek olarak anlamamız da pekala mümkün.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.