YAZARLAR

Vaat siyaseti terk ederken

Bir zamanlar politikacıları eleştirmek için; "hep vaat hep vaat" lafı çok sık kullanılırdı. Şimdi, bu kalıbı kullanmayı pek seven çoğunluk, hiçbir şey vadetmeyen, vadetmek zorunda hissetmeyenlerin elinde tutsak kaldı. Dolayısıyla, siyasetin yeniden kurulabilmesi, siyasi alanın açılması için vicdanla birlikte vaat de geri gelmeli.

"Bugün, kılı kıpırdamadan tiranlığı/zorbalığı buyur eden kanı çekilmiş toplumlarda, demokratik rıza gibi beliren bir şeye tanık oluyoruz: Tiranlık/Zorbalık, seçim sisteminin lütfuyla yerleşiyor. (...) Sizi bir düşmana karşı savunuyorum diyen negatif bir ideoloji, seçilmiş –dolayısıyla 'demokratik'– bir tirana, seçim sandıklarında kitlesel olarak savunulmasını dayatma olanağı veriyor! Bütün bunlar da tepkisel bir biçimde, din kisvesi altında, her şeye etnik-milliyetçi açıdan bakarak oluyor. (...) Bugün, tiranlar ve onların kuşatmacı zihniyeti yurttaşları muhasara altına alıp, ağlarına hiçbir entelektüeli kabul etmeyen negatif bir ideolojiyle şekillendiriyor. (...) Postmodern tiranlar hiçbir şey vaat etmiyorlar, hiçbir gelecek yok: Yolu kesiyorlar, ayakta tutulması gereken muayyen bir geçmişten yana taahhütlerde bulunuyorlar".

Macar filozof Agnes Heller, Haldun Bayrı çevirisiyle medyascope'da yayınlanan bir söyleşisinde söylüyor bunları. Bilindiği gibi, Heller'in ülkesinde de dünyadaki otoriterleşme dalgasının Avrupa'daki önemli örneklerinden biri olan Viktor Orban hüküm sürüyor. Yani, Heller'in söyledikleri, "hekim uyarısından" çok, "çeken bilir" kabilinden de değerlendirilebilir. Ayrıca kendisi annemle yaşıt, 90 yaşında ve geçen yüzyılda yaşanan her türden baskı ve mücadelelerin doğrudan ve içinden tanığı. Yani, eski kavramlarımızla ve bildiklerimizle isimlendirmenin zor olduğu kadar yepyeni ama bir tarafıyla da çok tanıdık bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyen Heller, kulak verilmesi gereken biri.

ABD'nin anayasal yapısı ve yerleşik siyasi kültürü nedeniyle, Trump'ın yeni nesil otoriter liderler kümesine dahil edilmemesi gerektiğini düşünenler olsa da (Heller de onlardan biri), bu dalganın tipik örnekleri dışında da bir etki gücü olduğu ortada. En azından, bu yeni siyasetçi tipinin birbirlerinden öğrenme ve hatta dayanışma becerileri, muhalefet aktörlerine göre daha gelişkin. Örneğin, özel olarak CNN ama genel olarak ABD'de de çok etkili olan medya ile sürekli kavgalı olan Trump'ın kendi medyasını kurmaya hazırlandığı haberleri ne kadar tanıdık geliyor. Çıkar çatışmalarında çok kolay biçimde farklı taraflara düşebilecekken, kendi toplumları üzerinde yaratabildikleri etkilere bağlı olarak nasıl da birbirlerini takdir ettiklerine, hayranlıklarını ifade ettiklerine de sık tanık oluyoruz. Bu yeni dalganın liderlerinin birbirlerinden en iyi öğrendiği şeylerden biri de, tepkilerin beklentilerden daha kolay örgütlenebileceği.

Sağ popülist liderlerin toplumda yarattığı hayranlık, buldukları zekice fikirler, sözler ve işaret ettikleri daha güzel bir gelecek vaatleri için değil. Tam tersi, aşırı sıradan ve kaba görüşlerle, sadece kışkırtılmış endişeleri konu ederek böylesi güç ve etki yaratabilmeleri, her an benzer şeyler akıl eden ve söyleyebilen, kendi küçük dünyalarını da endişelerle örerek yönetebilen kalabalıkları hayran bırakıyor. Saf halkın, yerli ve milli çoğunluğun, yabancı etkilerle yozlaşmış elitlere karşı mücadelesi demagojisi üzerine kurulmuş saldırgan karizma böylece tabana yayılıyor. Sağ popülist otoriterler de, kendi ülkelerinde yaratabildikleri bu karizma sayesinde aldıkları sonuçlar için birbirlerini gıpta ile takip ediyor. Seçmen kalabalıklarını, sürekli kendi ürettikleri düşmanlar ve tehlikelerle, zaman zaman da birbirlerini tehdit olarak işaret ederek kuşatma altında tutma becerilerini ibretle izliyorlar.

Türkiye'de yerel seçim dahil her türlü seçim faaliyetini "ülkenin beka davası" ile ilişkilendirme işini, en azından sözcülüğünü Bahçeli üstlenmiş görünüyor. 2015 dönemeciyle resmileşen iktidar stratejisi, kimlerin düşman olarak tarif edileceği ve o düşmana karşı nasıl bir savunma kurulacağı üzerine inşa edildi. Hikayesini kaybetmiş, çok genel ve asla somutlanamayan boş iddialarla yeni bir beklenti kuramayan AKP için de, bu stratejiye bağlılıktan başka bir seçenek kalmamış durumda. İktidar söyleminin tartışılmaz ağırlığı, "ayakta tutulması gereken bir geçmişten" (aslında mevcut durumdan) ibaret. Bazen çok eski endişeler (abartılmış mağduriyetler) eşliğinde, yine çok eski geçmişin (Osmanlı) ihya edilmesi gibi bir vaat silueti belirse de; aslında "ülkenin bekası" ile iktidarın devamı arasında kurulan ilişki; mevcut durumu da içine alan en yakın geçmişin muhafazası.

1 Kasım 2015, 16 Nisan 2017 ve 24 Haziran 2018'de kurulan sandıklar, herhangi bir vaatle ilişkilenmedi. Hepsindeki ortak motivasyon ve konsolide edilmek istenen seçmene yönelik mesaj, iktidarın - muhalefet açısından da parlamenter demokrasinin- savunulmasıydı. Bugün Cumhur İttifakı'nın ruhunu oluşturan ideolojik kalıp da, çeşitli kesimler için farklı endişelerle sulanan savunma çimentosu sayesinde işe yaradı. Şimdi girilen yerel seçim atmosferinde de, benzer bir tablonun belirleyici olacağı anlaşılıyor. Örneğin, Bahçeli'nin kayyım atanan HDP belediyelerindeki durumun sürdürülmesi gerektiğini söylemesi ile AKP'nin Diyarbakır ve Hakkari'de kayyımları aday göstermesi arasında dikkat çekici bir paralellik var. İktidar partilerinin aday profili ve seçimle ilgili kurdukları dil de, tıpkı genel seçimde olduğu gibi vaatlerin öne çıkacağı bir perspektifi işaret etmiyor, sadece "çizgiyi" hatırlatıyor.

Siyasetin, daha iyi bir gelecek beklentisinden ve dolayısıyla vaatlerden elini ayağını çekmesi, sadece sağ popülist iktidarların politik ufkuyla sınırlı değil elbette. Yerel seçim atmosferine hızla ilerlendiği bir zeminde, "çöpü biz daha iyi toplarız" veya "dışlandığınız ekonomik paylaşım alanlarını size biz açarız" gibi mesajların aslında "daha iyi" hakkında vaatler olmayacağı ortada. Her seçim için, "bu son çıkış" türünden, yeni otoriter iktidar dinamiklerinin kullandığı endişenin simetriğini oluşturmanın da, yeni bir vaat kuramadığı, hatta süreklilik kazanan bir yenilgi hissiyatına zemin yarattığı da açık. Sahici bir vaat, kazanma ihtimalini değil; kiminle, neyi kazanmak istediğini söylemek zorunda. Bir zamanlar politikacıları eleştirmek için; "hep vaat hep vaat" lafı çok sık kullanılırdı. Şimdi, bu kalıbı kullanmayı pek seven çoğunluk, hiçbir şey vadetmeyen, vadetmek zorunda hissetmeyenlerin elinde tutsak kaldı. Dolayısıyla, siyasetin yeniden kurulabilmesi, siyasi alanın açılması için vicdanla birlikte vaat de geri gelmeli.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).