YAZARLAR

Yansın hele sahne ışıkları

Hiçbir şeyden korkulmadı, bireyden korkulduğu kadar. Spotlara aynı anda bakan gözün göreceği budur. “Sen de çok ileri gittin ama” denildiğinde cürüm işlendiğini bilmenin zamanıdır. İstisnalar olmadığını. Biatın doyumsuzluğunu, zulmün ardındaki o sistematik korkuyu, hepsini görmenin ve en temel olanda birleşmenin günüdür. Seçilemeyecek şeyler var. İnsan onuru biricik ve kimseye o onur bahşedilmiş ya da birilerinden muaf tutulmuş değil.

Çok uzun süredir çok fazla olmaz iş eşzamanlı yaşatılınca, oyunun kuralı gereği herkes kendi atomundan bakakalıyor hayata. Oysa adı üstünde, oyunun kuralı. Öğreneceğimiz tek şey varsa, farklı spotlar altına alınan kişi ve kesimlerin toplamının “kastedilen hayat” başlıklı bir ve aynı tiyatro oyunun bir parçası olduğu ve aynı sahneyi paylaştığımızdır. Bir sonraki an spot ışığı sizi de far önünde körleşen tavşan misali mıh diye olduğunuz yere çakabilir. Hadi biraz hedef ışığı yöneltilenlere yakından bakalım:

Rap müziğinin en yaratıcı isimlerinden Ezhel (Sercan İpekçioğlu) 24 Mayıs’ta tutuklandı. Tutuklanma gerekçesi şarkılarıyla “uyuşturucu kullanımını özendirmek ve kolaylaştırmak”. Sanırsın adam torbacı adresi verip kartel ağlarını yüceltiyor. Bütün varoluşu uyuşturucuyu övmek üzerine kurulu. Ve insan denen varlık o kadar iradesiz ki sadece özene özene yaşıyor şu hayatı. Ama ne hikmetse aynı özenme mafya, baron, silah, kan, namus, aşırı milletçilik ambalajlı diziler söz konusu olduğunda işlemiyor. Herhalde özenmenin de serbest olduğu alanlar var. Makbul olanın hiç seçmeden üzerine geçireceği hazır üniforma kıyafetleri…

BİR ŞEY B.KTANSA NE DENİR?

İlk albümünü 2017 yılında çıkaran Ezhel, yaptığı müziğin türünü "AnatolianUrbanCore/Hip-Hop/Reggae-Dub/Trap” olarak tanımlayan, abdal kültürünü benimsemiş, gitar, bağlama, piyano, ney, def ve darbuka gibi müzik aletleri çalan, tutuklandığında konser afişleri sokaklarda asılı duran bir yetenek. Rapin de çıkış felsefesi olan yoksullukla, sınıfsallıkla, adaletsizlikle, eşitsizlikle derdi var. Ha bir de Birgün’de bundan bir süre önce Burak Abatay’a verdiği söyleşi var. Spotlar üzerine çevrilmişken gerçeği de aydınlatmanın vaktidir belki: “Benim muktedirle ilgili hep bir sıkıntım oldu. Dünya düzeninde insanların hiçbir erdeme sahip olmadan güce sahip olması benim için ters bir durum. Hiyerarşiye saygı duyarım ama bunun için ortada bir erdem olması lazım… Vuramıyorum, yıkamıyorum; anca bağırıyorum. Hakkında bir şey bile söyleyemiyorum bunların. Diyorum ki, ‘Kardeşim burada bir dengesizlik, eşitsizlik var.’ Bunu dediğim anda çok tehlikeli birine dönüşüyorum onların gözünde. Bir şeyi kötülersin ama bir şey b.ktansa, o b.ktandır. Ona kötü demek yetmez. O sertlik de bu yüzden çıkmak zorunda kalıyor.”

Maltepe Hapishanesi’nden yolladığı mektupta bir de kendisini Başbakanlık İletişim Merkezi’ne (BİMER) şikâyet eden kişiye seslenmiş: “Ben size ne yaptım. Kendimi geçtim, sizi bir anayı ağlatmanın vicdanıyla baş başa bırakıyorum. Kahrolsun sansür, yaşasın tam bağımsız rap! Dünyanın tüm güzellikleri sizinle olsun...”

TOPLUMSAL VE DEVLETSEL HASSASİYET MUHBİRLERİ 

Totaliter yönetimler sadece makbul vatandaşla yetinmez. Na-makbul olanın “hizalandırılması” için muhbirlik düzeneğini devreye sokar. Hal böyle olunca da ortalık toplumsal ve devletsel hassasiyetlerden geçilmez olur. Hadi devam edelim. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan hakkında 301'inci madde ve ‘Cumhurbaşkanına Hakaret’ suçunu düzenleyen 299'uncu maddeden fezleke düzenledi ve TBMM’den Paylan’ın dokunulmazlığının kaldırılmasını istedi. Adalet Bakanlığı’nın Paylan’ın 301'inci maddeden yargılanmasına izin verdiği ortaya çıktı.

Eski Giresun Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Aygün Attar, 16 Mayıs 2017’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurarak Paylan hakkında suç duyurusunda bulunmuş. Attar, Paylan’ın 14 Ocak 2017’de TBMM’de yaptığı konuşmada “Bir zamanlar yüze 40’idik. Bugün binde biriz. Herhalde başımıza bir iş geldi ki, ben bunun adına soykırım diyorum. Ermeni halkı başına ne geldiğini çok iyi biliyor. Bir zamanlar atamın, dedemin başına ne geldiğini çok iyi biliyorum. Adını siz koyun o zaman. Biz yok hükmündeyiz. Binde bire düşmüşüz” sözleri ve 1 Mayıs 2017’de Kanada’da yayın yapan Horizon Weekly’e verdiği röportajla suç işlediğine hükmetmiş. Savcılık da soruşturmasında, Paylan’ın röportajında geçen ifadelerin, 301'inci maddede tanımlanan “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Alenen Aşağılama ve Cumhurbaşkanına Hakaret” suçlarını işlediğinin yeterli delili olduğunu belirtmiş. Bahsi geçen 301'inci madde, Hrant Dink’i de hedef haline getiren sürecin kilometre taşı.

Garo Paylan gelişme üzerine Agos’a yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Ailemin ve halkımın yaşadığı büyük felaketi hep soykırım olarak tanımladım. Türkiye'nin milletvekili olarak da Ermeni halkına karşı devlet kararıyla işlenen suçun TBMM'de görüşülmesini ve adının konulmasını talep ettim. Her yerde olduğu gibi ilgili röportajda da soykırım derken, 301'inci maddede söylendiği gibi Türk halkını değil, soykırımın faili dönemin cuntasını ve soykırımcı zihniyeti hedef aldım. Türkiye maalesef eski alışkanlıklarına geri dönüyor. Geçmişle yüzleşme talepleri yeniden baskılanmaya çalışılıyor. Şu bilinmelidir ki, savcılar ve 301'inci maddeden ceza almam için izin veren hükümet, beni ne bugün yaşananlarla ilgili ne de geçmişte yaşananlarla ilgili adalet mücadelemden geri adım attıramaz.”

TAHKİR VE TEZYİF KİMİN HAKKI?

Bu Paylan’ın hayattaki ve siyasetteki sağlam duruşu. Ama mesele şu ki ileri atılan bir adım yok. Tahkir ve tezyife uğramak için de muktedir olmak gerekiyor. Aile hikâyeleri olan tarihsel acılarının önüne asılsız, sözde, arkasında iddiaları yapıştırılmadan bahsedilemeyen Ermenilerin, anadilinde konuştu diye dövülen, soyuna sopuna küfredilen Kürtlerin aşağılanmaları anlaşıldığı kadarıyla mübah. Erkek şiddetiyle canından olan kadınların aylık çetelesi tutulurken on yıllardır sürdürdükleri hukuk mücadelesini “Tecavüz suçtur” noktasından sil baştan kuran, haksız tahrik ve iyi hal indirimlerinin failden yana işletildiğini göre göre eşit haklar için ses veren kadınlara; varoluş mücadeleleri “toplumsal hassasiyet” gerekçesiyle ülke başkentinde ve her şehirde keyfiyete dayalı yasaklanabilen LGBTİ'ler için de öyle.

Boğaziçi Üniversitesi’nde “Afrin lokumu” dağıtanlara “Katliamın lokumu olmaz” dedikleri için Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından hedef gösterilen ve baskınla kaldıkları evlerden, yurtlardan alınan 13’ü tutuklu 21 öğrenci için de öyle. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan ve İstanbul 32'nci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen iddianamede öğrencilere toplam 105 yıl hapis isteniyor.

Memlekette iddianame kelimesinin sözlük anlamı yeniden tanımlandı. Buna göre iddianame aslında bir niyet okuması, “sen aslında busun, çözdük seni ” diye iftiraların suç şeklinde sıralanması. Bu örnekte de öğrencilerin eyleminin düşünce ve ifade özgürlüğü hakkı kapsamında değerlendirilemeyeceği savunulup tamın tamına şöyle denmiş: “Bahse konu olayların bir üniversite içerisinde masum bir öğrenci grubu tarafından masum duygularla gösterilen demokratik tepki olarak gösterilmek istense de asıl amaç bu grubun organik bağlar içerisinde olduğu terör örgütlerinin yöntemleri meşru göstermeye yönelik kamuoyu oluşturmaya eylemler olduğu sabittir. Barış ve huzur ortamını bozmayı amaçlamaktadırlar.”

21 öğrencinin yargılanması 6 Haziran’da İstanbul 32'nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayacak. Masumun karşıtının suçlu değil, terörist olduğu bir dönemde. Cumhurbaşkanı adaylarından Selahattin Demirtaş sesini Twitter'dan ve bağımsız basına avukat aracılığıyla yolladığı kelimeleriyle duyurmaya çalışırken. Dizi ve filmlerde sigaraların yerine uçuşan çiçekleri izlerken biz. Ki sakın sigaraya da özenmeyelim.

Hiçbir şeyden korkulmadı, bireyden korkulduğu kadar. Spotlara aynı anda bakan gözün göreceği budur. “Sen de çok ileri gittin ama” denildiğinde cürüm işlendiğini bilmenin zamanıdır. İstisnalar olmadığını. Biatın doyumsuzluğunu, zulmün ardındaki o sistematik korkuyu, hepsini görmenin ve en temel olanda birleşmenin günüdür. Seçilemeyecek şeyler var. İnsan onuru biricik ve kimseye o onur bahşedilmiş ya da birilerinden muaf tutulmuş değil. Daha eşit insan yok. Sadece insan var. Önce o.

Sonrasını sağ kalırsak konuşuruz.


Karin Karakaşlı Kimdir?

1972’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998’de öykü dalında Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazandı. Karakaşlı’nın eserleri şunlardır: Başka Dillerin Şarkısı (Öykü, Varlık Yay., 1999; Doğan Kitap, 2011) , Can Kırıkları (Öykü, Doğan Kitap, 2002), Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim? (Roman, Doğan Kitap, 2005), Ay Denizle Buluşunca (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2008), Cumba (Deneme, Doğan Kitap, 2009), Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (İnceleme, Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel ile, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009), Benim Gönlüm Gümüş (Şiir, Aras Yayıncılık, 2009), Gece Güneşi (Çocuk Kitabı, Günışığı Kitaplığı, 2011), Her Kimsen Sana (Şiir, Aras Yayıncılık, 2012), Dört Kozalak (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2014), Yetersiz Bakiye (Öykü, Can Yayınları, 2015), İrtifa Kaybı (Şiir, Aras Yayıncılık, 2016), Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Anlatı, Can Yayınları, 2016). Karakaşlı halen Kültür Servisi, Gazete Duvar siteleri ve Agos gazetesinde yazmaktadır.