YAZARLAR

Bu gelen ilkbahar değil

“Yavaaş!” “Yavaş dedik sana aptaaal” “Duymuyon muuu?” Yokuşun sonunda, yamacımda durdu güzel kız. Nihayet ona yetişen oğlan artık bağırmıyor, böğürüyordu.

Sizin bayım, her mevsiminiz tam da kendisi mi? Yoksa, bir sonbaharı son olarak yaşamayana, nasıl ilk ola ki bir bahar diye merak edenlerden misiniz? “Winter is coming.” Uyarmadılar diyemeyiz. Yüz yıl sürdü mü hiç karanlık kışınız? Mekânı bir satıh zamanı vehim olan, muşamba dekor dünyaya dönmenize izin verilmeyen bir kış. Akrep nokta nokta ruhunuzu soktu diye, mevsimden mevsime girdiniz mi böylece? Burnunuz değdi mi burnuna yokun? Bir bahar akşamı hiç kustunuz mu özağzınızdan kafatasınızı?*

Adaya bahar, keyfekeder saatlerde yapılan ıssız yürüyüşlerime sınır geldi; artık ya çok erken ya da oldukça geç saatlerde dökülmeli yollara. Yaz sonuna dek, ortak alanlarda yaşamanın tılsımı olan sözsüz hukukun, yok hükmünde oluşunun ızdırabını yine yaşayacak lâtif ruhlar.

Baharla birlikte bisikletliler arttı. Bisikletiyle, yokuş aşağı hızla iniyordu güzel bir kız; epey yukarıda bir delikanlı ise, temkinle fren yaparak iniyordu. Bedenine yoğunlaştırdığı kontrolün ağırlığından kurtulan tek organıydı dili.

“Yavaaş!” “Yavaş dedik sana aptaaal” “Duymuyon muuu?”

Yokuşun sonunda, yamacımda durdu güzel kız. Nihayet ona yetişen oğlan artık bağırmıyor, böğürüyordu.

“Sana yavaş demedim mi?” “Yavaş demenin neresini anlamıyon kalın kafalı?”

“Sen yavaş dediğinde niçin yavaşlamalı?” diye sordum. Şaşırarak gözlerime baktı. “Düşer diye korkuyorum abla” dedi. Ne yazık! Bol yokuşlu adada denk geldiğim bisikletli çiftlerin, özgürce aşağı süzülen ender kadınlarındandı oysaki güzel kız.

Bağıran çocuk, fren yaparak ilerlerken “O bir yetişkin, risk alabilir. Düşmesinden korktuğum için değil, onun benden daha cesur olması erkekliğime dokunduğu için sinirleniyorum” (din/iç odalar) diyebilseydi; sorduğum soruya “Abla, bakma yavaş diye bağırdığıma, ah şu boş erkeklik gururu” (felsefe/nesnesi üzerine düşünmenin ifadesi) diyebilseydi… Amorf ruhuna sanatkârane bir edayla biçim veren; dişil yanına, karanlığına cesaretle dalabilen bir delikanlı olaydı… Ah! Hani diyorum İbrahimî olsaydı.

Benim Georg’a katılmamak elde mi? Özetle, “sanat ve din yoksa felsefe ile ne anlatacaksın?” der sıkça. Sürdürelim: Hiçbir itirafınız, özeleştiriniz yoksa niçin ibadet edesiniz? Hayal kırıklıklarınızdan, yenilmişliğinizden, tükenmeyen yararsız çabanızdan bir kırıntı bile yoksa elinizde kalan; ruhunuza neyle biçim vereceksiniz?

Birkaç gün önce, bir öğle vakti adada, adalı bir dostuma tesadüf ettim. Günün ikinci yarısı için yaptığım planları hemen attım, musallat olacak başkalarını bulsunlar diye. Yürüdük bolca, güneşin zevkine vardık, bir çay bahçesinden diğerine kahvemizi, çayımızı yudumladık. Güzellik algısının kadın bedeni ile ilişkilendirilmesi konusunda tartıştık keyif içinde. Dostum, bir erkek olarak, bunun arketipal olduğunu savlıyordu: “İmgeye simge giydirmeye karışılamaz” diyordu. Bense, arketipal olanın kadın değil dişil öğe olduğunu, bir zamanlar güzelin Kibele olduğunu öne sürüyor; Antik Yunan’da güzelin, hem erkek hem kadın bedeni olarak heykele aktarıldığından dem vuruyordum. Duyu algılarına çarpan ile yetinmemeli, yüzlerce sayfa estetik anlattığı hâlde kadın bedeninden dem vurmayan filozoflara özenmeli. Hakikat rahatsız eder ama rencide etmez. Biz kadınlar rencide oluyoruz erkeklerin bu tür tutumlarından diye peş peşe sıralıyordum…

Gün devrilinceye dek sohbete daldığım dostumla, yemek telaşının ıssızlaştırdığı ada sokaklarında artık sessizce yürüyorduk; konuşmak ağır bir yüktür. Şimdi, cinsiyet farklılığının hiçleştiği, ten elbiselerinin çıkarılıp can elbisesinin giyildiği mutmain bir sessizlikte, duraksayarak yol alıyorduk. Bu bir lütuf, bir ikramdı; arsızca, tekrarı istenmemesi gereken. Sonra, başka bir adalı dosttan, bilgece bir satırın gözüne yaşlar doldurduğu bir güzelden yansıyan ışıkla dolan bir gece… Can elbisemizle, korkusuzca birbirimizin olabildiğimiz dostlukları anlatmaya, kelimeler yetmiyor değil, kelimeler gerekmiyor. Binlerce yılın, genetik kodun, zaman ve mekanın barınamadığı Agape dostluğu.

Kendini, bulduğu gibi kabul etmediğinden lâ denizine açılanın; sonra “herkesi olduğu gibi kabul et” önerisini reddettiğinden, rotasını okyanusa doğru değiştirenin; çaresiz, burnu yokluğa değecek olanın öyküsüdür bitmek bilmeyen kış; herkesin yüzündeki şiiri okuyuncaya dek pes etmeyen. Takıldığı kelime prangası olanın: Herkes.

Kabul edenleri bilmem ama kabul etmeyenlerin bir kıblesi oluyor mutlaka. İlkbaharı pek sevmem.

* N.F. Kısakürek’in “Çile” isimli şiirinden alıntılarla yoğrulmuş bir paragraf.


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.